Tanpınar, tasavvufî konulara ters bakan bir kimse olsaydı bu yazının başlığı şöyle olacaktı: Çağdaş Bir Kadızâde: Ahmet Hamdi Tanpınar. Biliyorsunuz Osmanlılarda özellikle XVII. yüzyılda tasavvufî meseleler üzerinde yapılan sert tartışmalar insanları iki cepheye ayırmıştı: Kadızâdeliler ve Sıvâsîler. Kâtip Çelebi, Mizânü’l-hak isimli meşhur eserinde sözkonusu tartışmaları enine boyuna tahlil ve tenkit eder.
Niçin kadızâde?
Tanpınar’ın, aslen Batum’lu olan babası Hüseyin Fikri Efendi, farklı şehirlerde kadılık yapan bir Osmanlı bürokratıdır. Annesi ise Trabzon’lu Nesibe Bahriye Hanım’dır.
Onun hayatının ana duraklarına temas etmeden önce bir hususa daha işaret etmekte fayda var. Bazı kitaplar, yazarları hayatta iken çok basar çok satar. Vefatıyla birlikte hepsi unutulur gider. Bazan da bunun aksi olur. Yazar hayatta iken kitaplarına bir türlü müşteri bulamaz. Adeta kendisi çalar kendisi söyler. Yayınevleri de ilgi göstermez. Öldükten sonra baskı üstüne baskı yapmaya başlar. Bu sefer de yayınevleri birbirine düşer. Tanpınar bu ikinci gurubun önemli temsilcilerinden biridir.
Evet, o sözü hatırladınız “her kitabın bir kaderi vardır”
22 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da doğmuş, babasının görevi sebebiyle Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük, Antalya gibi şehirde çocukluk ve gençlik yıllarını geçirmiştir.
İstiklâl Harbi’nin başladığı yıl girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini, Cumhuriyet’in ilân edildiği yıl tamamlamıştır. Bu çatı altında Yahya Kemal Beyatlı başta olmak üzere Ferit Kam, Cenap Şehâbeddin, Ahmet Naim Efendi, Fuat Köprülü gibi şahsiyetlerden istifade etme imkânını elde etti. Yahya Kemal ve arkadaşlarının desteğiyle yüz yıl önce 1921 yılında İstanbul’da çıkmaya başlayan Dergâh dergisi de İkbâl Kıraathânesi’yle birlikte onun yetişmesinde önemli bir hisseye sahiptir denebilir.
“Şeyhî’nin Husrev u Şirin’i” isimli çalışmasıyla mezun olan Tanpınar, dört büyük şehrin liselerinde öğretmenlik yaptı: Erzurum, Konya, Ankara, İstanbul. Böylece Beş Şehir isimli eserin altyapısı hazırlanmış oldu. Bursa bölümüyle birlikte eser tamamlandı ve 1946 tarihinde Ankara’da basıldı.
Ahmet Haşim’in Güzel Sanatlar Akademisi’inde okuttuğu Mitoloji dersi, şairin 1933 tarihinde vefatından sonra Tanpınar’a devredildi. 1939 da ise İstanbul Üniversitesi’nde yeni kurulan XIX. Asır Türk Edebiyatı Kürsüsü’nün başına, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in teklifiyle atandı. 1943-46 yılları arasında Maraş mebusluğu yaptıysa da 1949 yılında tekrar aslî mekâna, İstanbul Üniversite’sine döndü.
Musul Akşamları başlıklı ilk şiiri 1920, Şiir Hakkında başlığını taşıyan ilk makalesi ise 1930’da yayınlanmıştır.
Şiir, hikâye, roman, deneme, araştırma, eleştiri başta olmak üzere pek çok alanda at koşturan, eser veren Tanpınar, mimari, heykel, resim, müzik ve hat konularında da kayda değer tahlil ve tenkitleri n sahibi bir yazardır.
Vefatından kısa süre önce 1961 de yayınladığı Şiirler ’de 37 şiir, 2007’de yapılan baskıda ise 100 şiir yer almaktadır. İlk hikâye kitabı Abdullah Efendi’nin Ruyaları 1943, ilk roman Huzur 1949, ilk deneme Beş Şehir 1946, ilk araştırma Tevfik Fikret,1937 senesinde yayınlanmıştır.
Atmış sene süren ömrünün son yılları hastalıklarla birlikte geçti. Orhan Okay’ın ifadesiyle Bir Hülya Adamının Romanı, 23 Ocak 1962 tarihinde bitti. Cenaze namazı Süleymaniye Camiinde kılınarak Rumelihisarı’nda dostu, hocası Yahya Kemâl’in yanına defnedildi.
Mezar taşında kendi mısraları var:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Onun kabiliyetini ilk keşfeden ve hakkını teslim edenlerden biri de İbnulemin Mahmud Kemâl’dir. Son Asır Türk Şairleri’ nin Zeyl bölümünde yer alan Tanpınar’ın Bursa’da Hulya Saatları isimli şiirini nakletmeden önce onu şöyle takdim ve takdir ediyor:
“Şair Hamdi, okuduğunu ve okuttuğunu iyi anlayanlardan ve edebiyat tarihi okutanların en vâkıflarındandır. Yazmak istediği bir maddenin en dakik noktalarını, en karanlık köşelerini araştırıyor. Başkaları gibi ‘dumanı doğru çıksın, yeter’ demiyor. Ziyaretime geldikçe sorduğu meseleleri pek ince elediğini görerek takdir ediyorum… Şairlik münasebetiyle dalgın görünen Hamdi’nin ince nüktelere karşı uyanık davrandığını ve zarifâne mukabelede bulunduğunu mükerreren görmüşümdür” (IV/2145)
Daha sonraki yıllarda Bursa’da Zaman diye meşhur olan şiirin, seksen sene önce 1941 yılında Ülkü Mecmuasında yayınlanan şekli şöyledir:
BURSA’DA HULYA SAATLARI
Bursa’da bir eski cami avlusu
Küçük şadırvanda şakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü
Senden böyle uzak kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden
Bir taze hatıra serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarilerin en ilâhisi
Bir zafer müjdesi burda her isim
Yekpâre bir anda gün, saat mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Bu kırık taşlarda gülen ruyanın
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Doludur bir eski zaman vehmiyle
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası
Muradiye sabrın altın meyvası
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer
Türbeler camiler eski bahçeler
Şanlı menkabesi binlerce erin
Sesi arşa çıkmış hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene
Bu hayalde uyur Bursa her gece
Her şafak onunla uyanır güler
Gümüş aydınlıkta serviler güller
Serin hulyasıyla çeşmelerinin
Başındayım sanki bir mucizenin
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billur bir âvize Bursa’da zaman
Yeşil türbesini gezdik dün akşam
Duyduk bir teselli gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini
Fetih günlerinin saf neşesini
Derinleşmiş buldum tebessümünle
İsterdim bu eski yerde seninle
Baş başa uyumak son uykumuzu
Bu sukûn içinde ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya bu renk
Havayı dolduran uhrevî âhenk
Bir bahar uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette
Belki de ruyası eski cedlerin
Şafak bahçesinde su seslerinin.