Hep eski şarkılar öyle mi? Yenisi yok mu, diyorsun. Kendince ne kadar haklısın! İlgi, dikkat ve tecessüsünü, samîmî arayışını takdir ederim. Ve bütün varlığınla geleceğe dönük olduğun halde, mes’ut bir istikbâlin hayâli kalbini titretirken, geç¬mişe de bir ân için olsun şöyle bir atf-ı nazar etme fırsatını buluşun, senin neslinde olağanüstü bir şey. Akıllı, şaşırtıcı hattâ çarpıcısın… Zekâ, samimiyet ve gençlik… Kudret ve müessiriyet kaynakların bunlar. Dalgalı bir ummanın ilk dalgalan gibi çarpıyorsun kıyıya; köpüklü, coşkun…
Lâkin çarptığın sahillerde yosun tutmuş tecrübeli kayalar var. Aşındırdığın, oyduğun kıyılarda durma. Kendi coşkunluğunun heybetli uğultusuna kendini kaptırma da istersen o kayalara birazcık kulak ver:
Seni, beni, hepimizi koynunda barındıran şu dünyânın kendisinden daha eski ne var? Ama ne kadar cazip, değil mi? Aşınmış dağlarına, kirlenmiş denizlerine, üstünde insanlar dola¬ şan «ay dedesi» ne rağmen, onu hâlâ ilk atalarımız kadar, güzel, büyüleyici ve hâlâ meçhullerle dolu bulmuyor muyuz? Hayat veren güneş, hep eski güneş, ama her gün yeniden doğuyor ve biz ona her zamanki kadar muhtacız; onu hep aynı ihtiyaç ve iştiyakla bekliyoruz. Onsuz olabilir miyiz?
Beethoven 1827’de ölmüş. Zamanca bizden tam 155 yıl geride! Lâkin çağdaşımız olmadığı¬nı söyleyebilir misin? Ama Dede Efendi eski değil mi, diyorsan, emin ol, geçirdiğimiz kültür zelzelesinin yıkıntıları altında kaidığımızdandır;bilmediğimizdendir, bilemediğimizdendir. Şekspir’le tanışmak istemeyen çağdaş bir münevver düşünebilir misin? Biz demokrat nesilleriz, Sekspir 16.- 17. asır centilmenleriyle leydilerinin olsun, diyebilir miyiz? Mevlânâ, Yunus 13.-14. asrın adamları, ama asırlardır halkımıza, aydınımıza ana sütü kadar temiz ve besleyici, hâlis gıda olmuşlar. Şimdi Avrupalısı, Amerikalısı ile batılılar da bu kaynaklara eğiliyorlar. Onlar da «nâsib» almaya çalışıyorlar. Onlardaki İslâmî, insanî mesaj, belki de en çok 20. Asrın muhtaç olduğu, beklediği mesajdır. 21. Asır onlara daha çok eğilecek gibime geliyor. Sâdece bir tahmin tabiî, ama saçma denilebilir mî? Asrımızın, günümüzün Dede’leri, Mevlânâ’ları, Yunus’ları olsun! Doğru, âmenna! Bu dediğin eskilerle, yâni seçkinlerle, klâ¬siklerle beslenerek mümkün olabilir. Eski’de ısrarımız bunun içindir. Eskisi olmayanın yenisi olamayacağı içindir.
«Gök kubbenin altında söylenmedik söz yok» derler, doğrudur. Belki yeni bir üslup, sevimli ve çağdaş bir takdim, devre kendi lisânı ile hitâb etmek… İşte o kadar! Tebliğ değişmez, değişmeyecek.
Devir, «âhir zaman»dır ama, Kur’an, Kelâm-ı Kadîm’dir, unutma! Ve bu kadîm olan kelâm, kadîmidir.. Zamanın âhirinde değil de intihasında bile kurtarıcı¬dır, yegâne hidâyet rehberidir. Mutlak’a kul, kadîm bîr Kelâm’a mü’min olan, günü birlik yenilerle, kabuk ve kalıp değişiklikleriyle fazla meşgul olamaz. İlgisi, dikkati, öze doğrudur, kalbe doğrudur. Kalbin ise imâ¬na, yâni ezelî ve ebedî hakikate, hak cevherine ihtiyacı vardır. İnsan yeniliğe meraklıdır ama, gerçek ihtiyâcı, imân, itminan, saadet ve huzuradır. Bunlarsa daha çok eski çarşılarda bulunur…
Bana, niçin yeni değilsin, yenici değilsin, diye tariz etme. Beni, neden eskisin, diye hor görme. Sor bana ki, bayrağı neden burca dikemiyorum? Rahmet bana ki, neden söylüyor da yapamıyorum? Neden bu sahteler istilâsına uğramış pazarda hâlis top kumaşlarımı açamıyorum? Neden meydanları dolduran bu şamatacı, sahteci işporta esnafını kovamıyorum? Neden hakkı söylüyor da tutup ayağa kaldıramıyorum? Bâtıla niçin mağlûbum? Niçin «ma’rûf»u biliyor da buyuramıyorum? «Ehl-i münker» niçin kaahir?
Ben muhakkak ki güçsüzüm, ama haksız değilim. Benim derdim, zaafım eskilikte değil, takatsizlikte. Bayrağı yere düşürmemek çabasındayım. Bu bayrak, hep o eski ve şanlı, eskidikçe sânı eksilmeyen, bilakis artan bayrak olacak. Gelen kapacak ve koşacak, koşacak.. Gördüğüm o ki, dizlere derman gerek, ellere yeni bayrak değil…