TÜRKİYE’YE İLK SEYAHAT
Türkiye’yi ilk kez 1961 Şubat’ında gördüm. Azerbaycan’lı yazarlardan O. Sarivelli, M. Rahim ve Y. Semedoğlu ile beraber Afrika’ya kadar uzanan 40 günlük bir geziye çıkmıştım.
Bu gezi, onlar için basit bir macera idi. Ben ise içimdeki duygularımı gezi arkadaşlarıma belli etmeden kalben uçuyordum. Bu gezi, sadece benim değil, atalarımın da arzusu idi. Dedemin, babamın ve amcalarımın dilinden “Türkiye” adı düşmezdi. Ben, şimdi soyumdan gelen arzularımın ve hayallerimin memleketine gidiyordum.
7 Şubat’ta, Estoniya feribotuyla İstanbul’a gidiyorduk. Sabah saat altıda kalktım traş oldum. Sabah erkenden İstanbul’da olacağımı düşünerek bütün gece sevincimden uyuyamadım. Çünkü sabah erkenden İstanbul’da olacaktım; arzularımın ve ideallerimin şehrinde. Bütün Türk halklarının gözünü çevirdiği İstanbul, arzularımın ve ideallerimin şehriydi. 35 yıllık ömrümde hasretiyle yaşadığım, Türk Dünyasının Mekke’si olan, adını andığım zaman tüm vücudumu titreten, koluma kuvvet, ayaklarıma takat ve gözlerime ışık veren İstanbul’a gidiyordum; ümidim, secdegâhım, zorla elimden alınmış adımın sahibi, namusumun ve şerefimin koruyucusu, gören gözüm, vuran kolum, düşünen beynim, desteğim, tarihim ve bayrağım… Benim kaybettiklerim, tarihim, geçmişim, anadilim, şerefim, hepsi sendedir.
Kamaramın penceresinden bakıyorum. Uzakta fener yanıp sönüyor… Allah’ım! Hayatımda ilk defa Türk ışığı görüyorum. O ışıkta benim arzularım yanıyor. Ey fener, sen tarih boyunca sana düşman olan bir imparatorluğun gemisine yol gösteriyorsun. O geminin içinde ise canını sana kurban vermeye hazır olan bir kardeşin geliyor. Boğazı geçiyoruz. Uzakta sahilin ışıkları göz kırpıyor. Arabalar o tarafa, bu tarafa gidiyor. Büyük yolcu gemisi karşı yakaya yolcu taşıyor… Yavaş yavaş tan yeri ağarıyor. Her iki sahilde değişik ve güzel binalar yükseliyor. Sahilin manzarası hakikaten güzel. Uzakta görünen küçük Türk gemisi, Estoniya’ya yaklaşıyor. İşaret ile ona durma emri veriyor. Estoniya duruyor, demir atıyor. Ben nasıl da seviniyorum. Çünkü emri veren benim devletimdir. Onu yerine getiren ise benim düşmanımdır. Allah’ım, ben ne kadar mutluyum! Benim de emreden bir devletim vardır.
Ben bu tatlı hayaller içinde iken Türk gemisinden iki polis ve cüce tipli çirkin bir adam feribota çıkıyor. Türkiye Türklerinden gördüğüm ilk adam işte bu cüce oldu. Yolcular ona bakarak gülüyorlardı. Estoniya’nın Rus kaptanı çıktı. Alaylı bakışlarla cüceyi gözden geçirdi. Cüce, polislerle beraber kaptanın kamarasına girdi.
Daha sonra bu cücenin doktor olduğu anlaşıldı. Turistlerin iğne vurulup vurulmadığını kontrol etmeye gelmişti. Polisler ise pasaportları kontrol ediyor ve bize şehre inmek için kimlik veriyorlardı.
Bunlar çok iyi. Fakat beni üzen şey, kontrole bu cücenin gönderilmesi idi. Acaba kocaman Türkiye’de yakışıklı bir doktor bulunmadı mı? Bu cücenin bütün Türkiye’yi temsil ettiğini niçin unutuyorlar?
Polisler geminin hareketine izin veriyorlar. Çok sevinçliyim. Çünkü izni Türkler veriyor. Göğsüm kabarıyor. Benim de devletim ve hükmüm vardır. Bize şehre inme izni veriliyor. Kimlik benim dilimde yazılmıştır. Mührün üzerini okuyorum: Türkiye Cumhuriyeti. Sana kurban olayım, ey benim Cumhuriyetim, ey benim benden uzak vatanım! Benim için yanan ama bana yardım elini uzatamayan vatanım! Ben kimliğin üzerindeki mührü durmadan sürekli öpüyorum. 35 yıllık hayatımda tüm kimliklerim Rusça yazıldı. Ömrümde sadece on saat benim kimliğimi belirten kimlik, kendi dilimdedir. Ben yalnız şimdi benim!
Feribot İstanbul’a doğru hareket ediyor. Sahili seyrediyorum. Yüksek yapılar, eski kaleler, dökük hisarlar, ucu iğne gibi şiş minareler ve camiler dikkatimi çekiyor. Sahilden Estoniya’ya lâkayıt bakışlarla bakan Türkleri görüyorum.
Onların bu feribotta kalbini onlara vermeye hazır olan bir kardeşlerinden haberdar olmamalarına hayret ediyorum. Feribot İstanbul’a yaklaşıyor. Kürk sapkam bilo onların dikkatlerini çekmiyor. Onlardan biri olduğumu fark etmiyorlar. Hayatım boyunca onların yolunu bekledim, gelmediler. İşte bugün kendim geldim. Peki, neden bana bu kadar lâkayıtlar?
Nihayet İstanbul toprağına ayağım değdi. Bu mukaddes toprağı eğilip öpmek istedim. Ama yol boyu beni takip eden ajandan korkuyordum. Yan! ama öyle yan ki, alevin gözükmesin!… İstanbul’da topu topu on saat kaldık. Şehri gezdik. Sokaklar dilencilerle doluydu. Dükkân sahipleri, müşteri bekliyorlardı. Satan çok, alan yoktu. Fiyatlar çok yüksek, her şey çok pahalıydı. Müzelerin tertibatı o kadar da çekici değildi…
İnsanlarla samimi konuşmak, hatır sormak, onların kalbine yol bulmak istiyordum. Ancak onların bana meyli yoktu. Konuşmaktan kaçınıyorlardı. Şivemden Anadolu Türkü olmadığımı anlıyorlar ama, nereden geldiğim ve kim olduğum onların ilgisini çekmiyordu. Türk olduğumu ve Azerbaycan’dan geldiğimi söylememe rağmen, yüzlerde hiçbir heyecan ifadesi görmüyordum. Bu, beni çok şaşırtıyordu.
Feribot aynı gece Atina’ya yol aldı. Yolcu arkadaşlarım Akropol hakkında kitaplardan okuduklarını birbirine anlatıyorlar ve uzun bir tarihe sahip olan eski Atina’yı, filozoflar ve şairler diyarını görecekleri için seviniyorlardı. Ben ise, kendi ağırlığımın ve dert yükümün altında eziliyor, susuyor ve onların konuşmalarının bile farkına varmıyordum. Aklımda sadece bir soru vardı: Büyük bir imparatorluk kuran, dünyanın üç kıtasına hakim olan Osmanlı Devleti bugün niçin bu hâle gelmiş, eski şaşaası ve kudretini kaybetmişti?
O gece feribotta uyuyamadım. Önceki gece de uyuyamamıştım. Önceki geceki uykusuzluk İstanbul’u görmek arzusuyla sevincimdendi. Bu gece ise umduklarımı görememenin üzüntüsü ve yıkılan hayallerimden dolayı uyuyamadım.
Rus gazetelerinde durumundan bahseden makaleleri okuduğum zaman inanmaz, her şeyi tersine yorar ve kendime teselli verirdim. Şimdi gözümle gördüklerime inanmamak mümkün mü?
Gece hayli geç olmuştu. Gecenin geç bir saatinde yatağımdan kalktım ve geminin güvertesine çıktım. Ellerimi göğe açarak Yüce Allah’a dua ettim: “Ey Allah’ım! Sen yardım et! Türkiye ‘nin geçmişini, şaşaasını ve kudretini geri gönder!”
Vatana kalp ağrısıyla döndüm. İstanbul adlı şiirim bu gezinin bana ilham ettiği duygularla yazılmıştır:
Boğaziçi…
İki kıt’a
Dayanmış baş başa,
Ortasında bu yolun.
Bir tarafı Avrupa’dır,
Bir tarafı Asya İstanbul’un…
Türk oğlu durup ortada
Seyreder
Sağını,
Solunu.
Bir şehirde birleşir
İki kıt’a.
Birinin başlangıcıdır,
Birinin sonu…
Sol tarafında Debdebeli, geçmişinden hatıra kalan
Başı göklere yücelen
Camileri, kaleleri;
Durur bin yıldan beri.
Sağ tarafında
Modem evler, banklar, oteller…
Türk oğlu gözlerinden sualler yağa yağa
Kâh sola bakıyor, kâh sağa,
İstanbul’un geçmişi vugarlı, şanlı
Bugünü kendine yâd,
Geleceği dumanlı…
Bugün bir ayağı Avrupa’dadır,
Bir ayağı Asya’da
Türkün
Kulaklarında motor sesi,
Dilinde Kur’an suresi
Türkün
Zaman onu dillendirir,
Asrin ahengine ses verir
Düşünüp derinden;
Ancak babası çeker eteklerinden,
Çırpınır şehir
İkilik içinde.
Düğüm düğüm olmuş fikirler
Asrın keşmekeşinde.
Bir şehirde buluşur
İki dünya, iki âlem
Bulacaktır eminim,
Türk oğlu hak yolunu.
O, şimdilik seyreder
Sağını,
Solunu…
Yüreği Şark yüreği,
Aklı Garp aklıdır
Türkün.
Bu tezattan sinesi dağlıdır
Türkün.
Durmuş his ile akıl arasında,
Hakikatle masal arasında.
İleri mi gitsin,
Geri mi dönsün?
Geçmişinden kopamıyor,
Arıyor,
Arıyor,
Arıyor.
Önünde ışık var,
Arayan bulur
Sular arttıkça durulur.
Şubat 1961