Rahmetli Dündar Taşer ağabeyimiz, yalnız şuurlu bir milliyetçi değil, aynı zamanda çağımız Türkiye’sinin en seçkin ülkücülerinden biri idi. Kaybından duyduğumuz acıyı aslâ unutamadığımız ve arkasında bıraktığı boşluğa gittikçe büyüyen bir hüzünle baktığımız Taşer, hiş şüphe yok ki, yaşamanın mânâsını tanıdığı günden itibaren milliyetçiliğin en yüksek bir fikir ve memleketimiz için biricik kurtuluş yolu olduğuna inanmıştı.
Ama mesleğinin özelliklerinden ötürü, Türk milliyetçilerinin fikir ve siyaset sahasındaki çalışmalarına ancak l960 yıllarından sonra katıldı. Böyle olmasına rağmen, çok kısa bir süre içinde en ön saflara geçmesinin, nice şöhretleri geride bırakarak o kadar sevilen ve sayılan bir “ağabey” durumuna gelmesinin bize göre asıl kaynağı, en ufak bir dünya hesabının hiçbir zaman lekelemediği ülkücülüğüdür……
Ülkücülüğün başlıca şartı, kendisi için hiçbirşey istememek, ama millet dostlarına ve ülkü ortaklarına sahip olduklarının hepsini hiç düşünmeden vermektir. Rahmetli Taşer, hiç isteyiciliğin küçüklüğüne düşmemiş, mütemadiyen vermiş, hep öyle yaşamıştır.
Zekâsının ışıklı zenginliğini, gönlünün tükenmez sevgisini, muhteşem tarihimizden alınan emsalsiz derslerle beslenmiş engin bilgisini cömertçe dağıtmanın hazzını tatmıştı. Büyük hedeflere yönelmenin seçkin kişiler elinde gerçekleşeceğini, yüce bir ülküye inananların birbirini sevmesi, sayması ve küçüklerin büyükleri dinlemesi şartını hiç unutmamış, herkese öğretmeğe çalışmıştır.
Gereksiz lâf ebeliklerinden, haklılık üstüne uzun nutuklar çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. her birini öz yavrusu gibi sevdiği ve esirgediği gençlere: “Belki yanlış düşünüyorum. Ama, madem ki ben istiyorum, böyle yapacaksınız!..” dediğini çok duymuşumdur. Gayesi elbette ders vermekti; Türk töresine göre son kararın nasıl alınacağını öğretmekti. Nitekim kendisi, “Alparslan Türkeş’in yanlışı, benim doğrumdan üstündür!…” diyebilecek bir faziletin temsilciliğini yapmıştır.
Rahmetli Dündar Ağabeyimiz, milletine ve ülküsüne zarar vereceğinden şüphelendiği hiçbir işe başlamadı; ama yaptığı her işin doğru olduğunu da hiçbir zaman öne sürmedi. 27 Mayıs’la ilgili bir hâtırasını, daha doğrusu hiç unutamadığı bir hayâl kırıklığını birkaç defa dinledim; “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adındaki değerli eserin sahibi Z.N. dostumuz da kitabına almış. Siyaset dünyasındaki ilk uyanışını şöyle anlatmıştır :
“l960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut vereceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki, ben de bu telâkkide idim. Herhalde iyi bir Anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidilebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telâkkiyi kınamayın. Çünkü, bizim münevverimizin umumi kanaati budur.
Bir ileri Anayasa’ya sahip olursak, büyük devletlerin seviyesine geliriz zannı, hâlâ aydınlarımızın ekserisinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki, l960 hareketinin ertesi günü İstanbul’dan bir profesörler heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez; “Aç olduklarını söylediler” Biz de açtık. Ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik. Yediler. Hattâ o sırada Cemal Paşa, “Ben de açım çocuklar!” dedi ve onların en büyüğünün önünden artan yemeği yedi.
Onlara karşı böyle bir hürmetle dolu idik. Bu, ne de olsa an’anelerimizden gelen bir şeydi. Ümeranın ülemaya hürmeti gibi idi. Türkiye’de çok şey değişmişti ama, değişmeyen böyle şeyler de vardı. Yemeklerini yedikten sonra “Bize bir Anayasa yapın” teklifinde bulunduk. Onlar: “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” diye sordular. İşte bu sual beni intihaba getirici cümle oldu. “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” Allah Allah benim istediğim gibi mi Anayasa olacak? Öyleyse size ne lüzum var? Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı.
O zamanın hukukçuları ve uleması “Kanun senin istediğindir!” dememişlerdi. Aksine, “Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin selâhiyetin dahilindedir, şu değildir; şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifendir. Şuna ise hakkın ve selâhiyetin yoktur!” demişlerdi.
“Devleti hukuka tâbi, hukukla mukayyed’in, sonları arzularıyla değişmeyen hukuk prensiplerine bağlamışlardı” gibi düşünceler bir anda kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım. Sonra, “Efendim, Guatemala Anayasası yok; efendim, Kostarika Anayasası elimizde değil; efendim Uruguay’ınki de mevcut değil (!)” dediler.
Suallerine bir de “Şimdiye kadar ne ile meşguldünüz? Madem ki meşgul değildiniz , ne için ve neye göre Anayasa tadili ve tebdili istediniz? Neden çarşaf gibi beyanatlar verdiniz? Niye ümitleri bu noktaya bağladınız?” istihfamı eklendi.
İtiraf edilen hatâ, gösterilen büyüklüğün yanında nasıl da cüce kalıyor! İşte bir “Türkmen Ağası” nın mert seciyesi ve işte sahici ÜLKÜCÜLÜK.
Nûr içinde yatsın.
Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Haziran/ sayı 21