Kilisli Muallim Rifat Bilge tarafından kaleme alınan bu yazı Yeni Sabah gazetesinin 30 Eylül ve 4, 7, 11, 14 ve 18 Ekim 1945 günlü nüshasında yayınlanmıştır. Bir yandan Divânu-Lügati’t-Türk’ün bulunuşunu ayrıntıları ile anlatan, diğer yandan da Divânu-Lügati’t- Türk’ü bulan Ali Emiri Efendi hakkında bilgi veren bu yazı ve Kilisli Muallim Rifat Bilge’nin bazı yazıları birleştirilerek Ötüken Neşriyat tarafından “Bildiklerim” adıyla kitap olarak yayınlanmıştır.

Divanyolu’nda Karababa Sokağı’nın başında Diyarbekir Kıraathanesi adlı bir kıraathane vardı. Diyarbakırlı Ali Emiri Efendi buranın birinci müşterilerinden idi. Her gece akşamdan sonra gelir, gece yarısına kadar oturur, dostlarıyla görüşür, konuşur; sonra kalkar, Parmakkapı’daki hanesine giderdi.

Bu zat bekâr idi, kapısını kendisi kilitler, kendisi açardı. Hayatını, mütalaaya hasretmiş idi. Her türlü eser okumakla beraber en çok Osmanlı edebiyatı, Osmanlı tarihi ile meşguldü. Hafızası çok kuvvetliydi. Okuduğu şeyleri unutmamış; unutmazdı.

“Ezberimde 100 bin Türkçe beyit vardır!” derdi.

Ben, bu ciheti nezaketle birkaç kere tecrübe ettim. Hangi bir şairin bir gazelinden bir mısra seçtim;

“Acaba şu mısra kimindir?” diye sordum. Güldü: “İmtihan mı etmek istiyorsun? Falanındır, sonu şudur ve gazelin tamamı şöyledir.” diye ezber okudu.

Bu zat büyüklerin tercüme-i hâlleriyle de çok uğraşmıştı. Ne kadar İslam hükümdarı varsa, ne kadar büyük âlimler varsa, meşayih varsa, ne kadar Osmanlı şairi varsa hepsinin tercüme-i hâlini mufassalan bilirdi. Ona bir şey sorulsa:

“O namda iki şair var, hangisini istiyorsun?” der ve her birisi hakkında malumat verirdi.

Bir yaz günü akşamüzeri Ayasofya Meydanı’nda ağaçlar altında gezinirken Ayasofya Hamamı’nın kapısı üzerindeki tarih gözüme ilişti. Uğraştım, okudum, kaydettim. Şairinin adı Hüdayî idi. Ben bunu Aziz Mahmud Hüdayî zannettim. Gece kıraathanede işi ona açtım.

“Tuhaf şey, Aziz hazretleri hamam tarihi söylemiş!” dedim. Güldü:

“Rifat, terâcimde zayıfsın. Biraz uğraş, tekemmül etmeye bak. İki Hüdayî var; birisi Aziz hazretleri, diğeri Müezzinzade Hüdayî’dir. Tarih bunundur!” dedi.

Müşarünileyhin tarih ve edebiyatta kemalini gördüğüm, bildiğim için kendilerinden istifadeye çalışırdım. Bu zat her gece kıraathanede isbat-ı vücut eder etmez etrafına tarih ve edebiyat meraklıları toplanır, orası adeta bir ders halkası olurdu.

Tarih Encümeni âzâsından Tevhid Bey, yine âzâdan Arif Bey, Amasya müverrihi Hüsameddin Efendi başşakirtlerindendi. Ben de sürüye katılır, fakat küçük şakirt gibi söze o kadar karışmazdım.

Müşarünileyh hakkında uzun bir tercüme-i hâl yazacağım. Binaenaleyh sadede geliyorum: Mali 1333 [1917] senesi idi. Bir gece yine bu kıraathaneye teşrif buyurdu. Biraz tarihten, edebiyattan bahsedildikten sonra:

“Beyler, efendiler! Bu gece size bir şey soracağım.” dedi. “Buyurun.” dedik.

Sordu:

“Dîvânu Lügâti’t-Türk isminde bir kitap gördünüz mü yahut işittiniz mi?”

İlk cevabı ben verdim:

“Kitabın kendisini görmedim, fakat Kâtip Çelebi bunu görmüş ve Keşfü’z-Zunûn’a yazmıştır.” dedim.

Sonra Arif Bey ve arkadaşları “Arapça tarihlerin birisinde bunun adını gördük.” dediler. Bunun üzerine Emiri Efendi, Fuzulî’nin şu mısraını okudu:

Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı

Söz sırası bize geldi. Bir ağızdan heyecanla sorduk:

“Siz gördünüz mü?” dedik.

Sualimiz hoşuna gitti, kendine mahsus olan tarzda gevrek gevrek güle güle katıldı:

“Ne söylüyorsunuz? İnayet-i Bârî ile bugün o kitaba malik oldum.” dedi. Cümlemiz tebrik ettik; fakat nasıl elde ettiğini, kimden aldığını sorduk.

Bize şöyle anlattı:

Adetim vechile haftada iki üç kere Sahaflar Çarşısı’na uğrar, yeni bir şey var mı diye kitapçılara sorarım. Dün de uğradım. Kitapçı Burhan Bey’in dükkânında oturdum. “Bir şey var mı?” dedim. Kitapçı:

“Bir kitap var ama sahibi 30 Lira istiyor. Bu kitap bana geleli bir hafta oldu. Ben bunu yüksek bir fiyatla alır diye Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürdüm. O da İlmiye Encümeni’ne havale etti. Encümen tetkik için bir hafta müsaade istedi, ben de kabul ettim. Bir hafta sonra uğradım. 10 Lira teklif ettiler. Ben de ‘Kitap benim değil bir başkasınındır, 30 Liradan bir para aşağıya vermiyor.’ dedim. Cevaben ‘Biz 30 Liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz!’ diye kitabı iade ettiler. Kitap sahibi ile tayin ettiğimiz müddet yarın bitecektir. Yarın kitabı vermeye mecburum. Bakınız, eğer işinize gelirse siz alınız.” dedi.

Kitabı elime alınca bayıldım. 30 Lira değil 30.000 Lira değeri var. Dünyada eşi menendi görülmemiş bir kitap, Hicri 466’da [1074] telif edilmiş bir Türk kamusu ve grameri. Fakat kitapçıyı şımartmamak, fiyatı artırmaya bırakmamak için nazlı davrandım:

“Dağınık bir eser. Acaba tamam mı değil mi? Hem de müellifi Kaşgarlı bir adam imiş. Kimdir, necidir, belli değil. Sanı çizmeli Mehmet Ağa… Mamafih ne de olsa bir eserdir. Maarif 10 Lira teklif etmiş ise ben 15 Lira veririm.” dedim, Kitapçı:

“Hayır, arz ettiğim gibi benim değildir. Benim olsaydı verirdim. Fakat sahibi mutlak mutlak 30 Lira istiyor. Almayacak olursanız sahibine iade ederim.” dedi.

Sordum:

“Sahibi kimdir?” dedim. Cevaben dedi ki:

“Yaşlıca bir hanımdır, Eski Maliye Nazırı Nazif Bey’in mensubatından… Paşa, bu kitabı ona verirken ‘Bak, sana bir kitap veriyorum.

İyi sakla! Sıkıldığın zaman kitapçılara götür. Altın para 30 Lira eder, aşağıya verme!’ demiş. İşte bu 30 Lira kadının kulağında küpe olmuş. Yoksa kendisi aceze bir kadındır. Alacak isen bir kadına iyilik etmiş olursun.” dedi.

Bunun üzerine “Evet, şimdi işin şekli değişti: Bir kadına muavenet bir vazifedir. Peki, kabul ettim.” dedim ve kitabı aldım. Fakat dakikada şöyle düşündüm: Yanımda ancak 15 Lira var, eve gidecek olsam kitap dükkânda kalacak, mümkün ki başka birisi gelir, kitapçı tamahkârlık ederek ona da gösterir, o da alır. Paranın üstünü yarına bırakayım desem, olmaz. Başladım içimden Allah’a yalvarmaya: “Allah’ım bir dost gönder, bana yardım etsin. Beni şu kitaptan ayırma!”

İki dakika sonra baktım ki dostlarımdan eski Dârülfünun Edebiyat Muallimi Faik Reşad Bey oradan geçiyor. Hemen çağırdım. Gizlice “Varsa aman bana 20 Lira ver.” dedim. Çantasını açtı, 10 Lira varmış, onu verdi.

“Üst tarafını da şimdi acele eve gider, getiririm.” dedi. Ben de kitapçının dükkânında kısmen huzur-ı kalp ile oturdum. Birkaç dakika sonra Reşad Bey geldi, parayı getirdi. 30 Lirayı Burhan Bey’e verdim.

Burhan Bey:

“Pekâlâ, ya benim bahşişim yok mu?” dedi.

3 Lira da ona verdim, vedalaştım. Dükkândan kalktım, Reşad Bey’le konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza baktım: “Acaba Burhan Bey pişman olup da arkamızdan koşmasın.” diye korku içindeydim. Neyse, baktım ki gelen yok “Oh, Elhamdulillah!” dedim.

Kitabı aldım, eve geldim. Yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalaa ile uğraştım. Arkadaşlar, size arz ediyorum: “Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak, Arap dilinde Sibeveyh’in kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bundan sonra da yazılamaz. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez.”

“Bu kitap ile Hazret-i Yusuf arasında bir müşabehet var. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana 33 Liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem.” dedi.

Emiri Efendi bu kitabı elde ettikten sonra neşesiyle sermest oldu. Eşine dostuna, rast geldiğine, “Ben bir kitap aldım, şöyledir, böyledir.” diye ballandıra ballandıra söylüyordu.

Ağızdan ağza, kulaktan kulağa bu haber Ziya Gökalp’a yetişmiş; koşmuş, Emiri’ye gelmiş, kitabı görmek istemiş. Fakat Emiri “Şimdilik gösteremem, belki iki ay sonra olabilir.” diye Ziya Bey’i kırmıştı.

Sonra Ziya Bey, Diyarbakır mebuslarından iki zatı göndermiş, Emiri Efendi onlara da göstermemiştir.

Bana gelince: Emiri Efendi’nin tabiatını bildiğim için görmek istemedim. Bir şey söylemedim. Nihayet bir hafta kadar bir zaman geçti. Bir gün bana haber göndermiş, eve davet etmişti. Gittim. Kitap meydanda duruyordu. Bana hitap ile:

“İşte Dîvânu Lügâti’t-Türk, buyurun, mütalaa ediniz.” dedi. Ben de aldım, bakıştırdım.

“Cenab-ı Hak neşrini nasip etsin.” dedim. Bu söz hoşuna gitti.

“Bu sözü başkasından duymadım. İnşallah neşrederiz, tashihini de sen yaparsın.” dedikten sonra bir ah çekti, rengi bozuldu, şöyle dedi:

“Rifat, bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli; fakat bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yapraklar karışmış, başı sonu bellisiz olmuş. Sayfasının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok. Kitap tamam mı, değil mi; tanzim edilmesi mümkün mü, değil mi? Bu noktalar beni mahzun ediyor. Acaba tamam mı?

Eğer tamam ise ne saadet! Değilse vay benim başıma! O zaman bu kitabın karşısına geçip ölünceye kadar ağlamalıyım. Rifat, sana rica ediyorum, her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol. Şu kitap tamam mı değil mi; bunu meydana çıkar.”

Ben de teşekkürle kabul ettim. İki ay kadar her gün bir kaç saat meşgul oldum. Kitabı üç defa hatmettim. Formaları, kâğıtları oradan kaldırdım, beriye koydum, uymadı. Başka yere götürdüm, sözlerin insicamına, bahsin devamına baktım. Elhasıl uğraşa uğraşa tanzim ettim. Sayfalara numara koydum. Kitabın tamam olduğunu tebşir ettim, sevincinden ağladı. Sonra:

“Ben de göreyim.” dedi. Bir kere de beraberce indirdik. Ona da kanaat geldi.

Bu iş onun o kadar hoşuna gitti ki ev iki bölük idi bana:

“Rifat, bu hizmetine mukabil, haydi Defterhaneye gidelim. Sana hanemin bir bölüğünü ferağ edeyim.” dedi. Teşekkür ettim:

“Hanenizde daim olunuz. Ben sizden yalnız bunun neşrine müsaadenizi istirham ederim, mükâfatım bu olsun.” dedim.

Cevaben:

“İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz.” dedi.

Anladım ki o, neşre razıdır; fakat büyüklerden birisinin

veya birkaçının ricasını istiyor. Çünkü merhum, büyüklerin iltifatından çok hoşlanırdı. Hatta ona gündüz büyüklerden birisi hürmet etse gece kıraathaneye gelir:

“Bugün falan beyefendiye rast geldim, bana şöyle hürmet etti. Eğildi, elimi öptü. Ne alicenap ne terbiyeli insandır!” diye onu saatlerce methederdi.

Ziya Gökalp Bey de Dîvânu Lügâti’t-Türk’e kulaktan âşık olmuştu. Adı söylenince Leyla’sının adını duymuş zavallı Kays gibi ah çekiyordu. Kitabı duyduktan sonra kitabı görmek için yaptığı teşebbüslerin fayda etmediğini görünce bir gün bana geldi. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:

“Bahtiyar Rifat, sen bu kitabı hem gördün hem okudun değil mi?”

“Evet, gördüm de okudum da.”

“Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı, şu kadar var ki cezmettim. Bu kitabı hem almalı hem neşretmeliyiz. Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım, bastıralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi, bana çaresini söyle!”

“Evet, bir çare düşündüm. Fakat hem kolay hem zor. Bilmem ki yapabilir misin?”

“Aman çabuk söyle. Emin olun ki Ferhat gibi dağları delecek kudretim var.”

“Talat Paşa ile görüşüyor musun, ona sözün, nazın geçer mi?”

“Merkez âzâsından olduğum için hay hay! Ne demek istiyorsun?”

“Talat Paşa’yı Ali Emiri Efendi çok severdi. Ne zaman adı anılsa medh ü senasında bulunuyor. Bana öyle geliyor ki bu kitap için Talat Paşa, Emiri Efendi’ye rica edecek olursa derhal verir. Fakat Talat Paşa ona rica eder mi, bilemem!”

“Talat Paşa gönülsüzdür, hem de faziletli insanları sever. Haydi haydi rica eder. Şu kadar var ki bu ricanın şekli tuhaftır. Talat Paşa, Emiri Efendi’nin ayağına gitse olmaz. Onu Babıâli’ye veya merkeze çağırsa olmaz. Şimdi bunun çaresi nedir? Rica ederim şunun da bir çaresini bul.”

“Ben bu işi daha evvel düşünmüş, çaresini bulmuştum.”

“Nasıl? Anlat bakayım.”

“Emiri Efendi, Adliye Nazırı İbrahim Beyefendi’yi pek çok sever; gerek asaletine gerek şahsi meziyetlerine çok hürmeti vardır. Bu sevgi neticesidir ki Emiri Efendi’ye çok hürmet eder, gördüğü yerde mutlaka elini öper. Bu karşılıklı sevişme neticesidir ki, Emiri Efendi geceleri sık sık İbrahim Bey’in Koska’daki evine gider, sonra gelir, bize görüştüğünü anlatır. Bulduğum çare şudur: Şimdi Ramazan-ı şeriftir. İbrahim Bey’e söyleyin, bir Emiri Efendi’yi iftara davet buyursun. Talat Paşa’ya da rica ediniz. O gece yemekten bir saat sonra büyüklerden birkaç arkadaşı ile İbrahim Bey’i görmeye gelsin. Orada İbrahim Bey evvela misafirleri Emiri Efendi’ye tanıtsın. Sonra Emiri Efendi’yi yüksek sözlerle onlara takdim etsin. Onlar da başta Talat Paşa olmak üzere ‘Vay üstad-ı muhterem, vay edib-i azam, vay müverrih-i mükerrem… Şan ve şöhreti dünyayı tutan Emiri Efendi siz misiniz? Hani, ne saadet ki bu gece hâk-i payinizle teşerrüf ettik. Ne bahtiyarız ki sizi gökte ararken yerde bulduk…’ diyerek Emiri Efendi’nin elini öpsün; el bağlayarak karşısında divan dursunlar, ‘Oturunuz!’ demedikçe oturmasınlar. Oturduktan sonra da ‘Üstadımız, müsaade buyururlarsa tarihten, edebiyattan, bizce kapalı kalmış olan bazı şeyleri soralım.’ desin ve hafif bir şeyler sorsun, aldıkları cevaptan memnun olarak teşekkürler etsinler. Bu fasıl bittikten sonra ‘Muhterem üstadımız, işittik; zât-ı alinizde Dîvânu Lügâti’t-Türk diye kıymetli, değerli bir kitap varmış. Lütfen o kitap hakkında bizi malumatınızla ihya buyurur musunuz?’ desinler. Bu fasıl da bittikten sonra Talat Paşa ayağa kalksın. Gayet parlak medh ü senadan sonra, ‘İnayet buyursanız da şu kitabı bastırsak, Türklük âlemine hediye etsek, olmaz mı? Şu lütfunuzu diriğ buyurmamanızı istirham ederim.’ desin. Şüphesizdir ki Ziya Gökalp, bu sözleri dinledikten sonra güle güle katıldı. Sevincinden yerinde duramaz oldu:

“Aman ne güzel, aman ne kolay çare. Eminim, imanım gibi bilirim, kitabı aldık. Bekle, üç gün sonra bu usulün tatbikatını Emiri Efendi’den duyarsınız.” dedi.

Filhakika üç gün geçti, dördüncü günün gecesinde Emiri Efendi âdet vechile Diyarbekir Kıraathanesi’ne geldi. Fakat ne geliş! Ne kahramanlara ne cihangirlere ne padişahlara ne imparatorlara nasip olmayan bir azamet, bir celadet ile yürüyor, sevincinden ayağı yere basmıyor, göklere yükseliyor, meleklere “Durun siz, uçmak bana yaraşır, uçacağım, uçacağım; arş-ı alâya kadar uçacağım.” diyordu.

Ben, Efendi’nin kapıdan girişinden, yürüyüşünden, etrafa bakışından işin ne olduğunu çaktım; fakat sezdirmemek için her gecekinden ayrı bir hâl göstermedim.

Efendi geldi, âdeti vechile karşıladık. Geçti, oturdu. Fakat neşesine pâyân yoktu. İlk sözü şöyle oldu.

“Bu gece çaylar benden! Kâbil olsa bu gece buraya gelenlerin hepsine çay ikram ederdim. Bu gece benim ziyafet gecemdir. Bu gece Emiri’nin, ne Emiri olduğunu anlatma gecesidir!” gibi birtakım parlak sözler söyledi. Biz de bir ağızdan hayretle:

“Hayırdır inşallah, herhâlde büyük bir memuriyete tayin buyurulmuşsunuzdur!” dedik.

“Benim muvaffakiyetimin yanında memuriyet kaç para eder? Hayatın en büyük zevki; meziyetin takdir edilmesindedir. İşte ben o takdire mazhar oldum. Hem de öyle bir takdir ediliş ki, onun fevkinde bir şey olamaz!” dedi. “Lütfen izah buyurur musunuz?” diye sorduk. Bunun üzerine Emiri Efendi söze başladı:

Şu Adliye Nazırı İbrahim Beyefendi pek kişizadedir. Büyük bir hanedana mensuptur. Ecdadında kaç tane şeyhülislam var; kendisi de iyi tahsil görmüştür. İnsanlığın, kadirşinaslığın en birinci numunelerindendir. Beni de çok sever, gördüğü yerde elimi öper. Bir iş için bir tezkere göndersem tezkeremi ferman-ı hümayun gibi tutar. Beni sık sık davet eder, gitmezsem ayağıma kadar gelir, itap eder. İşte dün gece beni iftara davet etmişti. Gitmesem olmaz. Kalktım, Koska’daki konağına gittim. Beni bin izzet, ikram ile karşıladı. Top atıldı, iftar ettik. Sofrada benden başka kimse yoktu. Bir ben idim, bir de o idi Çünkü sıkılacağımı bildiği için başka bir kimseyi çağırmamıştı. İftardan sonra konuşmaya daldık. Bir saat kadar zaman geçti. Derken ağası geldi, “Efendim, Talat Paşa teşrif buyurdular.” dedi. İbrahim Beyefendi hemen karşıladı. Misafirleri bulunduğumuz odaya aldı Gelenler Talat Paşa ile beş altı kadar arkadaşı idi. Ben, bunlardan yalnız Talat Paşa’yı tanırım. Misafirler içeriye girdikten sonra İbrahim Beyefendi misafirleri tanıtmaya başladı. Bu tanıtmadan sonra beni onlara tanıtmak için en yüksek medihlerde bulundu.

Bu misafirler ‘Emiri’ adını duyunca, başta Talat Paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar, ilk evvel Talat Paşa bana doğru yürüdü, geldi: “Hay üstad-ı muhterem, mübarek elinizi öpmekle kesb-i şeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz.” dedi. Elimi tekrar tekrar öptü. Sonra ötekiler de öyle yaptılar.

Ben o gece belki 33 kere estağfirullah çektim. Ben istiğfar ettikçe onların aşkı artıyor, elimi bırakıp eteğimi öpmek istiyorlardı. Bu merasimden sonra hiçbirisi oturmadı, ayak üzerinde karşımda el bağladılar, durdular. Adeta kendimi Kanuni Sultan Süleyman zannediyor, hem de onların bu edibane vaziyetlerinden sıkılıyor, rica ederim, istirahat buyurun, diyordum.

Nihayet oturdular, benden müsaade alarak tarihe, edebiyata dair bir şeyler sordular. Ben de anlattım. Teşekkürlerin bini bir paraya.

Bu istifsar faslı bittikten sonra Talat Paşa ayağa kalktı; Dîvânu Lügati’t-Türk hakkında bazı malumat vermemi rica etti. Ben de dilimin döndüğü kadar anlattım. Ben malumat verdikçe onlar bayılıyordu. Sonra hepsi birden, böyle bir kitaba malik olduğum için beni tebrik ettiler.

Talat Paşa tekrar ayağa kalktı:

“Üstad-ı muhterem, huzur-ı faziletinizde söz söylemeye utanırım. Fakat müsaadenizle arz etmek isterim ki kitapların da insanlar gibi tabii bir ömrü var. Bir kitap binlerce sene yaşayamaz, çürür, fena bulur. Kitapları yaşatmak için eskiden istinsah usulü varmış. Fakat bunun da faydası mahduttur. Medeniyet bunun için yegâne bir çare bulmuş, o da tab usulüdür. Tab sayesindedir ki bir kitap 1000 olur,10 bin olur, 100 bin olur. Mademki Divanu Lügati’t-Türk büyük bir ehemmiyeti, kıymeti haizdir, o halde müsaade buyurun, bu kitabı her şeyden evvel bastıralım. Baş tarafına da nam-ı âlinizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın. Cihan size minnettar olsun. Bu lütfu bizden esirgemeyin.” dedi.

Ben de kemal-i memnuniyetle kabul ettim.

“Fakat iki şartım var. Birincisi ben bu kitabı ancak Kilisli Muallim Rifat Efendi’ye tevdi edebilirim. İstinsahını, tashihini o yapsın. O kitap kıymetini bilir, kitabı hüsn-i muhafaza ettiği gibi istinsah ve tashihinde de dikkat gösterir, başkasına veremem. İkinci şartım, Rifat’a da tembih edeceğim, kitap ancak kendisinde kalmalı ve kimseye verilmemelidir.”

Bunun üzerine Talat Paşa “Pekâlâ!” dedi. Şartlara razı olduğunu söyleyip teşekkür ettikten sonra bana döndü:

“Büyük üstad, bugün ne vazifede bulunuyorsunuz?” diye sordu: “Defterdarlıktan mütekaidim.” dedim.

“Hayır, sizin gibi faziletli, tecrübeli bir zatın mütekait olmasına gönlüm razı olamaz. Elhamdulillah kemal-i afiyettesiniz. Daha senelerce çalışabilirsiniz. Üstad, defterdarlık mı, valilik mi, şura-yı devlet âzâlığı mı, nazırlık mı, ne arzu buyurursunuz? Lütfen söyleyin, şimdi burada tayin etmek için emrinize amadeyim.”

“Ben milletime edecek hizmeti yaptım. Ömrümün bakiyesini mütalaaya hasr için kendi arzumla tekaüt oldum. Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur. Teveccühünüze, lütfunuza teşekkür ederim.”

Bu sözlerimi pek alkışladılar. Nihayet biraz daha afaki muhasebeden sonra onlar gittiler, ben de İbrahim Beyefendi’ye veda ile ayrıldım.

Sonra Emiri Efendi bana hitap ile:

“Yarın gel, kitabı al. Fakat şartımı unutma.” dedi. Ben de o gecenin sabahı kitabı aldım.

Kitabı aldıktan sonra Ziya Bey’e haber gönderdim. Geldi, görüştük.

“Tılsımı bozduk, hazineyi açtık değil mi?” diye gülmeye başladı. Sonra:

“Kitabı görebilir miyim?” dedi.

“Aman iş çıkarmayalım, kitap çıktıkça okursunuz.” dedim. Razı oldu.

Ben hemen o gün bir forma istinsah ederek Maarif Nezareti’ne koştum, yazılan formayı gösterdim. O gün, o saat matbaaya emir verildi, kitap için dört mürettip ayrıldı, işe başlandı.

Kitap bana teslim edildikten üç gün sonra Talat Paşa emniyet ettiği bir zata altın para olarak 300 Lira vermiş: bir de efendiye hitaben: “Zât-ı âlinize küçük bir mükâfat olarak 300 Lira gönderdim, lütfen kabul buyurmanızı rica ederim.” diye kendi eliyle bir tezkere yazmış:

“Al bunu götür, Emiri Efendi’ye ver.” demiş. Memur parayı getirmiş, tezkere ile birlikte takdim etmiş. Fakat Emiri Efendi parayı kabul etmemiş, kendisi de bir tezkere yazmış:

“Lütfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim, fakat parayı kabul edemem. Çünkü vatani, millî bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir, bundan dolayı size teşekkür ile beraber parayı iade ediyorum. Siz parayı yardıma muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenab-ı Hak da memnun olur. Bu sadakanın adı da Dîvânu Lügâti’t-Türk sadakası olsun.” demiş.

Emiri Efendi bize bu işi anlattıktan sonra:

“Nasıl, işimi beğeniyor musunuz?” diye sordu. Biz de: “Bu işi bizim beğendiğimiz gibi Tanrı da beğenir.” Diye kendisine ayrıca teşekkür ettik.

Kitap basılmaya başladı. Ben her gün bir parça yazıyorum. Yalnız bana bir korku geldi. Korku şu idi: Bu kitap dünyada bir tane, ikinci bir nüshası yok, fotoğrafını aldırmak kâbil değil. Çünkü birkaç sayfası çok yıpranmış, fotoğraf çıkmayacak hale gelmiştir. Ben bu kitabı evimde nasıl muhafaza edebilirim? Allah göstermesin, ben evde bulunmadığım bir zaman bir yangın olsa ne olur? Bir hırsız gelir, eşyayı aşırırken bunu da alır götürürse hükümete ne demeli? İyisi mi ben bunu evimden daha emniyetli bir yere koyayım, dedim. İlk evvel Umumi Kütüphane’ye götürdüm. Müdür İsmail Efendi’ye anlattım:

“Bu sizde kalsın, ben gelir, burada istinsah ederim.” dedim. Merhum korktu:

“Aman kardeş, beni böyle bir tehlikeli işe uğratma. Bizim kütüphaneye günde birkaç yüz okuyucu geliyor. İçlerinden birisi şeytana uyar da kitabı aşırırsa ben ne yaparım? Onun için beni affedin. Ben bu kitabı alamam.” dedi. Bunun üzerine Vefa Mektebi’ne götürdüm. Mektebin demir kasası vardı. O kasada saklamak istedim. Müdür Akil Bey’e anlattım. O da:

“Aman aman!” dedi.

Oradan çıktım, Maarif muhasebecisine gittim. Muhasebeci Sıtkı Bey’in demir kasası vardı. Oraya bırakmak istedim, o da el-aman çekti.

Oradan çıktım. Matbaa-i Âmire’nin kasasına koymak istedim. Müdür Hamid Bey:

“Ne söylüyorsun, bizim matbaa ahşaptır. Bir yangın olur da kitap yanarsa beni astıracak mısın? Ben kabul edemem. Ne yaparsan yap!” dedi.

Artık müracaat edecek yerim kalmadı. Düşündüm düşündüm, şöyle bir çare buldum:

Sağlam bir çanta aldım, kitabı çantaya koydum, çocuklarımın her vakit bulundukları bir odanın duvarına kocaman bir çivi çaktım, kitabı çiviye astım. Çocuklarıma:

“Gözünüz her vakit bu kitap üzerinde olsun. Şayet komşuya veya bir işe gitmek lazım gelirse biriniz evde kalın, bu kitabı bekleyin. Pek mecbur olursanız bu çantayı beraber taşıyın. Fakat elinizden bırakmayın, komşuda bile otururken çanta elinizde olsun. Ben evde bulunmadığım bir zaman bir yangın zuhur ederse hiçbir şey düşünmeyin, bir şey kurtarmaya çalışmayın, hemen çantayı alın, çıkın bu kitap kurtarılırsa bir şeyden korkmayın. Yatak, yorgan ne yanarsa yansın…” diye tembih ettim. Geceleri muhafazasına gelince çantayı başımın altına koyar yatardım.

İşte böyle bir dikkatle bir buçuk sene kadar bu kitabı muhafaza ettim. Çok şükür, sahibine aldığım gibi teslim ettim.

Dîvânu Lügâti’t-Türk’ün birinci cildi çıkmış, ikincisi yarıya yaklaşmıştı. Bir gece yine kıraathanede Emiri Efendi bana gizlice şöyle dedi:

“Avrupalı bir müsteşrik bu kitabı duymuş, basılan cildini okumuş, kitabı pek sevmiş, pek takdir ediyor. Fakat bir kere de ana nüshayı ziyaret etmek istiyor. Dün bana geldi, çok rica etti. Yarın sabah yine gelecek. Ben de ricasına dayanamadım. İlim adamı olduğu için hürmet ettim, ricasını kabul ettim. ‘Bekle’ desem olmaz, garip bir adamdır. Sen yarın sabah kitabı bana getir, öğleden sonra gel, al.”

Efendinin birkaç sene süren dostluğumuzda yalanını tutmamış olduğum için sözüne inandım. Sabahleyin erkenden kitabı götürdüm, teslim ettim.

“Öğleden sonra gelir alırım.” dedim. Bu söz üzerine arslan gibi sırıttı:

“Kitap mı? Onu bir daha göremezsiniz.” dedi. “Hayır ola, ne oldu?” dedim.

“Dinle anlatayım.” diye söze başladı. “Benim hemşiremin bir damadı var. Adı Basri Bey’dir. Kırşehir Sancağında muhasebeci idi. Bunu haksız yere azletmişler. Kalktı geldi, işi bana anlattı. Masum olduğuna ve bir haksızlığa uğradığına kanaat getirdim, tuttum Maliye Müsteşarı Tahsin Bey’e bir tezkere yazdım. Basri’nin masumiyetinden bahisle üç güne kadar tekrar yerine gönderilmesi için rica ettim. Üç gün geçti, hiçbir cevap dahi alamadım. Bahane ederek şu kitabı sizden aldım. Yalan söyledimse de mecbur idim. Cenab-ı Hak beni af buyursun. Şimdi size düşen vazife şudur: Maarif Nazırı Şükrü Bey’e gidersiniz. İşi olduğu gibi anlatır ve üç güne kadar Basri Bey’in gönderilmesine çalışmasını tarafımdan söylersiniz. Şayet üç gün içinde gönderilmeyecek olursa dördüncü gün bu kitabı sobaya atar yakarım. Fakat bunun neticesinde hükûmet de beni Beyazıt Meydanı’nda asar. Asılırsam ne lazım gelir? Ağaca çıksam yerde pabucum kalmaz.” dedi.

Üstadı teskin etmek istedim; faydası olmadı. Gittikçe köpürdü. Daha ileriye gidemedim. Kalktım, Şükrü Bey’e geldim, işi olduğu gibi anlattım.

Şükrü Bey yumdu gözünü, açtı ağzını:

“Ben seni akıllı bir insan sanırdım, sen ahmakların ahmağı imişsin. Ne dirayetsiz adamsın. Muallim değil kapıcı olamazsın. Düşünmedin mi ki kitabı sen almadın; Emiri kitabı sana verdiyse de Talat Paşa’nın hatırı için verdi. Emiri senden kitabı isteyince sen ya bana gelecek ya Talat Paşa’ya gidecek, işi anlatacaktın. Haydi, kitabı kurtar, yoksa seni şimdi azleder ve bir daha Maarif’e uğratmam!” diye bağırdı.

Gayet sert ve gönüller yıkıcı, can yakıcı sözler söyledi. Cevap sırası bana gelmişti. Dedim ki:

“Beyefendi, bütün sözlerinizi dinledim. Tutunuz ki ben haksızım, fakat kitabı ben alamam, yine siz alırsınız. Bakınız, adam ‘Kitabı vermem.’ demiyor. ‘Basri Bey’i yerine gönderin, kitabı alın.’ diyor. Şimdi size düşen vazife ya Cavit Bey’e söyleyin ya da Talat Paşa’ya anlatın. Basri Bey’i üç gün geçmeden göndersinler. Biz de kitabı alalım. Kitabı aldıktan sonra sen de beni azlet, umurumda değil. Cenab-ı Hak, Rezzak-ı hakikidir, çalışır geçinirim.”

Oradan çıktım. Maliye Müsteşarı Tahsin Bey’e gittim. Vakayı, efendinin ültimatomunu söyledim. Tahsin Bey: “Nazır Bey’le görüşür, bir şey yaparım. Yarın bana uğra.” dedi.

Ertesi gün Tahsin Bey’e uğradım. Güldü:

“Emiri Efendi haklı imiş. Basri Bey haksız yere azledilmiş. İadesi için karar verildi, iradesi çıktı. Yarın harcırahını verip göndereceğiz.” dedi.

Hakikaten bir gün sonra maliyeden Basri Bey’i çağırmışlar, ona tarziye vermişler ve vazifesine gitmesi için emir çıkmış.

Basri Bey de geldi, işi Efendi’ye anlattı. Ben de:

“Pekâlâ, iş oldubitti, sözünüz yerini buldu, lütfen kitabı verir misiniz?” dedim.

Güldü:

“Siyasi insanlar çok şey bilirler. Mümkün ki beni aldatmak için yapılmış muvakkat bir dolaptır. Kitabı vermek için sabrediniz. Basri Bey yerine gitsin, varsın. Sandalyesine otursun, işe başlasın. ‘İşe başladım.’ diye bana telgraf göndersin, kitabı o zaman veririm.” dedi.

Çare yok, sözünü kabul ettim. Basri Bey gitti, telgraf geldi, ben de kitabı aldım. Fakat Şükrü Bey’den işittiğim acı sözleri hâlâ unutamam. Evet, sonra gönlümü tamir için tatlı bir söz söylese idi, belki o acıları unuturdum. Öyle bir şey de söylemedi. O acılar içime çöktü, aklıma geldikçe hâlâ içim sızlar.

Kitap esasen bir cilt iken ben merak edenleri meraktan kurtarmak için kitabı üç cilde ayırdım. Kitapta esasen söz başları görülmemiş iken ben söz başlarını gösterdiğim gibi lügatleri de son zamanın usulüne göre bastırdım. Kitabın Arapçaları harekeli değil iken ben onlara hareke koydum. Türkçesinde harekesizleri öyle bıraktım, harekeli olanların harekesini muhafaza ettim. Hatta bazı harflerin üzerinde çifte hareke vardı, aynen ibkâ ettim.

Hülasa kitap aslına mutabık çıktı. Yalnız birinci, ikinci cildin baskısı iyi olmadı. Çünkü matbaa harfleri çok eskimişti. Noktaların çoğu, harekelerin çoğu iyi çıkmıyor yahut hiç çıkmıyordu. Makinist her forma için en aşağı iki üç saat uğraşıyor, birtakım tertipler yapıyordu. Bu müddet zarfında ben de makine başında beraber bulunuyordum. İkinci cilt bitince üçüncünün büsbütün fena olacağını düşündüm. Üçüncünün birinci forması makineye atılınca sermakiniste:

“Şu makineye fazlaca forsa veriniz.” dedim. Makinist:

“Pekâlâ, fakat o zaman bu harflerin hepsi kırılır, yamyassı bir şey olur. Beni matbaadan atar ve harfleri tazmin ettirirler.” dedi.

“Korkma, ben buradayım, seni kurtarırım.” dedim. Filhakika fazla forsa verilince forma hurdahaş oldu. İş müdür Hamid Bey’e aksetti. Koştu, geldi; beni haşladı. Ben de:

“Öderim.” dedim ve acele Maarif’e koştum, işi anlattım. Şükrü Bey bu defa iyi davrandı:

“İyi yapmışsınız, ben şimdi Hamid Bey’e telefon ederim. Yeni harfler alsınlar. Basılan iki cilt, benim de hoşuma gitmedi. İleride o iki cildi yeniden bastırmak isterim, haydi merak etme.” dedi ve iki üç gün sonra harflerin yenisi geldi. Kitap basılmaya başlayınca Millî Tetebbular Encümeni’nin âzâsı kitabın tarafımdan tercüme edilmesini teklif ettiler. Bir forma yazdım, götürdüm. “Okuyalım.” dediler. Okundu, Ziya Bey itiraz etti;

“Rifat, kitabın aslı ile iktifa etmemiş, bu kelimenin harekesi öyle değil de böyle olmalıdır, gibi notlar koymuş. Hâlbuki ben kitabın aynen tercümesini isterim, binaenaleyh notsuz tercüme edilsin.” dedi.

Heyet, Ziya Bey’in kararını kabul ile o yolda devamını tavsiye ettiler.

Kitabı bir taraftan yazdığım, bir taraftan tashih ettiğim ve matbaada zaman kaybettiğim için tercümeye vakit bulamıyordum. Kitap bittikten sonra vakit buldum, uğraştım, bitirdim. 22 defter oldu.

Tercümenin bitimi Harb-i Umumi’nin sonuna rast geldi. Encümen dağılmıştı. Kitap basma zamanı değildi, onun için bekledim durdum.

Filozof Rıza Tevfik Beyefendi’nin Maarif Nezareti’ne geldiğini duyunca, takdir ettiğini bildiğim için bir gün defterleri koltukladım, Maarif Nezareti’ne gittim, huzuruna girdim. Kendilerini şahsen tanıdığım hâlde teşerrüf etmemiştim.

Odaya girdim, selamladım, defterleri masanın üzerine koydum. Ayakta durdum, söz bekledim. Beyefendi bir kere defterlere, bir de bana baktı:

“Kimsiniz?” dedi.

“Kilisli Rifat’ım.” dedim.

“Evet, adınızı duyduğum var, peki bu defterler nedir?” “Divânu Lügâti’t-Türk tercümesidir.”

“Bunları niye getirdin, ne olacak?”

“Bu eserimi Maarif Nezaret-i Celilesi’ne vermek istiyorum.” dedim.

“Sen bu tercümeyi kendiliğinden mi yaptın, yoksa bir emir üzerine mi yaptın?”

“Nezaretin emriyle yaptım.”

“İyi ama size emreden nazır bu makamdan çekilmiştir.” “Evet, çekilmiştir, fakat makamı da sandalyesi de bakidir. Malum-ı âlinizdir ki büyüklerin sözleri makama aittir. Binaenaleyh bir nazırın çekilmesi, yerine başkasının gelmesiyle o makam namına söylenmiş olan söz, edilmiş olan taahhüt geri kalmaz. Şu hâlde mademki Maarif Nezaret-i Celilesi bana emretti, ben de o emri yerine getirdim, eserimin alınması Nezaret-i Celile’ye ve dolayısıyla zat-ı âlinizce bir vazifedir.”

Üstad güldü:

“Sen mantıkçıya benziyorsun.” dedi.

“Evet,” dedim. “Kilisliyim, mantığın yuvasındanım. İstanbul’dan, Anadolu’nun her tarafından icazet almış âlimler Kilis’e mantık tatbikatı için gelirler.”

“Peki kabul ettim, fakat bakalım size verecek para var mı?”

“Muhasebeciden sorarsınız efendim.”

Muhasebeciyi çağırdı:

“Şimdi defteri iyice karıştır, her türlü ihtiyaçtan vareste, açıkta kalmış bir paramız var mı ve miktarı nedir? Gel bana söyle.” dedi.

Muhasebeci gitti, geldi.

“Serbest olarak 120 Liramız var.” dedi. Üstad bu defa bana döndü:

“Ne yapayım, talihine bu kadar paramız var, bu miktarı kabul eder misiniz?”

“Maatteşekkür kabul ederim.” dedim. Bunun üzerine müsteşara emretti:

“Bir senet yapın, bu eseri 120 Liraya alınız ve parasını hemen veriniz.” dedi.

Senet yapıldı, parayı o dakikada aldım ve kendilerine teşekküre girdim.

Teşekkürümü dinledikten sonra:

“Daha fazla para bulamadığım için müteessirim. Böyle yüksek bir kitabın tercümesi için herhalde size bunun bir- kaç misli verilmek lazımdı. Lakin ne çare, imkân bulamadım, affedersiniz.” dedi.

Tercümem satın alındıktan sonra telif ve tercüme heyetine gönderilmiş, oranın lağvından sonra Dârülfünun’daki kütüphaneye mal edilmişti. Arada sırada gider, ziyaret ederdim.

Kütüphaneye Necip Asım Efendi bakıyordu. Bir gün bana:

“Divan’daki savları çıkardım, tercümenizden istifade ettim. Aferin hemşerim, güzel tercüme etmişsin.” diye iltifatta bulundu.

Aradan epey zaman geçti. Samih Rifat Bey, Maarif Müsteşarı olmuştu. O sırada gazetenin birinde şöyle bir yaz gördüm:

“Büyük Millet Meclisi, Mahmud Kaşgarî’nin Dîvânu Lügâti’t-Türk’ünü tekdir ile tercüme ettirilmesine karar vermiş ve tercümesini Samih Rifat Bey ile Şair Mehmet Akif Bey’e havale etmiştir. Bu tercüme için her birisine biner lira verilmesi kabul edilmiştir.”

Gazetede bu yazıyı görünce:

“Oh, divan için iki zat daha çalışacak. Fakat ben de çalışmış olduğumu anlatsam ve benim nüshayı da görseler mütercimler arasına benim de adım katılsa olmaz mı?” dedim ve nihayet vaktiyle Samih Bey’le muarefemiz olduğu için kendisine:

“Azizim, bu kitabı ben de tercüme etmiştim, elimin yazısı ile olan 22 defter Darülfünun Edebiyat Kütüphanesi’nde mahfuzdur, lütfen aldırın, okuyun. Eğer değeri varsa güzel adlarınızın yanında benim adım da bulunsun.” diye bir mektup yazdım.

Bir hafta sonra Samih Bey’den bir mektup aldım. Mektupta:

“Edebiyat muallimi Behçet Bey’e yazdım, defterleri aldırdım, okudum. Tercümenizi pek beğendim ve Akif Bey’e de gösterdim, o da okudu, beğendi. Neticede sizin eseriniz ile iktifa etmeyi münasip gördük. İnşallah ilk fırsatta eserinizi namınıza olarak bastıracak ve size bir hakk-ı telif verdireceğiz.” diyordu.

Ben de lazım gelen teşekkürü yazdım.

Aradan vakit geçti, bir Dil Encümeni teşekkül etti. Başkatipliğe Ruşen Eşref Bey tayin edildi. Maarif Vekaleti’ne Reşit Galip Bey geldi, o zaman Dil Encümeni Dîvân’ın yeni bir tercümesine karar vermiş olmakla bu tercümeyi de bana yaptırmak istediler.

Reşit Galip Bey bana yazdı. Dedi ki:

“Sizin bir tercümeniz var, fakat kitabın aynıdır. A, B, sırasıyla değildir. Biz bütün lügatleri A, B sırasıyla tercüme ettirmek ve yalnız lügat ile iktifa ederek harf kavaidini almamak istiyoruz. Bunun için sizi memur ediyorum. Kâğıt vesaire ne lazımsa Edebiyat Fakültesi Müdürü Muzaffer Bey’e müracaat edersiniz.” deniliyordu.

Kabul ettim. Bana Türkiyat dairesinden bir masa verildi, fişleri koymak için dolaplar getirildi. İşe başlamadan evvel Ruşen Eşref Bey’den bir mektup aldım:

“Tercümede kolaylık olmak üzere size kendi tercümenizi gönderdim, oraya bakarak yazarsanız tercüme için yorulmuş olmazsınız.” deniliyordu.

Filhakika posta ile birkaç defter geldi. Tetkik ettim, bu defterler benim defterlerimden çıkarılmış, fakat gayet acemi bir veya birkaç kâtip tarafından yazılmış, serâpâ yanlış olmakla beraber satırlar ve hatta sayfalar atlanmış. Bunu görünce tercümemin ne olduğuna acıdım:

“Bunu istemem. Benim yazımla 22 defter var, lütfen onu gönderiniz.” dedim.

“Öyle bir şeyler yoktur.” diye cevap geldi. Ben de:

“Bu defterler işime yaramaz.” dedim, defterleri iade ettim. İstenilen şekilde tercümeyi de Dîvân’ın esasına bakarak yapmaya başladım.

Fakat defterlerin nerede kaldığını, en ziyade Samih Bey’in bilmesi mümkün olduğundan birinci kurultay açılmazdan evvel:

“Benim defterlerim nerede kaldı?” diye sordum. Cevap olarak:

“Ben defterleri alınca kâtiplere tevzi ettim, bir suretini aldırdım, asıl sizin defterleri de Gazi Paşa Hazretlerine takdim ettim. Gazi Paşa Hazretleri sordular: ‘Sizde bir sureti

var mı?’ dediler. Ben de ‘Var,’ dedim. ‘Öyle ise bu defter benim olsun, ben ara sıra okurum.’ buyurdular. Binaenaleyh sizin defterler Gazi Paşa Hazretlerinin hususi kütüphanelerindedir. Tabiîdir ki isteyemeyiz.” dedi.

Ben bu ikinci tercümeyi bitirmek üzere iken Reşit Galip Bey bir mektup gönderdi:

Yazdığım fişlerin “daktilo ile, yeni yazı ile de birer nüshasını yazınız.” dedi.

“Ben daktilo bilmem.” diye cevap verdim. Bunun üzerine Caferoğlu Ahmet Bey’i memur etti. Bütün fişleri daktilo ile yazdı.

Sonra Reşit Galip Bey bu fişlerin bir kere de Brockelmann’ın kitabıyla karşılaştırılmasını istedi.

“Ben Almanca bilmem.” dedim. Bu iş de Ahmet Bey’e havale edildi.

Yine aradan zaman geçti. Bir gün İbrahim Necmi Bey beni Dolmabahçe Sarayı’na çağırdı. Gittim. Besim Atalay Bey ile birlikte oturuyordu. Necmi Bey şöyle dedi:

“Azizim, biz Dîvânu Lügâti’t-Türk’ü yeniden tercüme ettirip bastırmak istiyoruz. Sizin el yazınızla olan nüshayı bulamadık, ondan kopya edilmiş bir nüsha var, siz ona yanlış, eksik diyor, beğenmiyorsunuz. Şu hâlde size müracaat ediyorum. Bize Dîvân’ı yeniden tercüme ediniz. Eder misiniz?

“Pekâlâ, ederim.”

“Ücret olarak ne istersiniz?” dedi. “Siz söyleyin, ne verirsiniz.” dedim. Besim Atalay Bey atıldı:

“100 Lira.” dedi

“Olmaz.” dedim, 200’e çıktı. “Olmaz.” dedim, 300’e çıktı. “Daha fazla veremez misiniz?”

“Veremeyiz.”

“Veremezseniz 300’e olmaz.” diye son cevabı verdim.

O zaman Besim Atalay Bey bana itiraz ile:

“Sen vaktiyle tercümeni 120 Lira’ya vermiş iken şimdi neden nazlanıyorsun?” dedi.

“O zaman fetret zamanı idi, şimdi ise lehülhamd vüsat zamanıdır. Ve zaten Büyük Millet Meclisi bu tercüme için 2000 Lira’yı kabul etmiştir, haydi biraz eksik verin dedim.” Besim Atalay Bey:

“300’den ziyade veremeyiz. Bizim encümenin parası azdır.” dedi.

“Ben de yapamam.” diye cevap verdim.

Besim Atalay Bey şöyle dedi:

“Sen yapmazsan ben yaparım, sonra gönlün kalmasın.” “Hâşâ. Bu kitabı o kadar severim ki, birkaç bin insan bunu tercüme edecek olsa o kadar sevinir ve her birine ayrıca teşekkür ederim.”

Arası çok geçmedi. Besim Atalay tercümesini çıkarmaya başladı ve muvaffak oldu. Bana bir takım gönderdi, ben de teşekkür ettim. İnşallah birkaç tercümesini daha görürüz. Bu elmas çok işlenmeye muhtaçtır.