Hayatımın hiçbir döneminde, “yanlış anlaşıldım” sözünü kullanmadım. Kullananları da pek ciddiye almadım. Her nefsin ölümü tatması gibi, ben de bu halden nasibimi alacakmışım.
Son yılların en önemli meselesi etnik bölücülük ve bundan kaynaklanan terördür. Her Türk milliyetçisi gibi ben de, bu yangının bir an evvel söndürülerek, enerjimizin ortaya çıkan büyük Türk Dünyası gerçeği ve imkânı ile, dünya şartlarını da değerlendirerek, Türkiye’nin dünyada tayin edici bir mevkie gelmesi için sarf edilmesi gerektiğine inandım. Bunun için düşündüm, konuştum ve yazdım.
Gerek bölücüler, gerek bunlara destek verenler ve gerekse meseleyi çözme iradesi ile ortaya çıkanların, özellikle Cumhuriyet idaresine geçişle birlikte “Kürtlerin inkâr edildiği”ni ileri sürdüklerini, Türklüğün de millet adı olmaktan çıkarılıp etniseteye indirgendiğini, böylece “ırkçılık yapıldığı” gibi gerekçelerin çok fazla kullanıldığını ve bu kanaatin delili olarak da Türk Tarih Tezi’nin ifade edildiğini müşahede ettim. Hatta bu yüzden, Başbakan’ın Türk milliyetçiliğini “ayaklar altına almaya” kadar işi götürdüğünü gördüm. Bunun üzerine meselenin üzerine tekrar eğildim ve ırkçılık-kafatasçılık delili olarak ileri sürülen tezi yeniden değerlendirmek ihtiyacı hissettim.
Fizikî antropolojinin imkân ve metodlarından istifade edilse de, bunun bir “Türk ırkı” teorisi değil, bir “medeniyet projesi” olduğunu, esasen batıya yöneliş sebebiyle de böyle bir çalışmaya ihtiyaç duyulduğunu izah ettim. Bir çok metinde açıkça “Türk ırkı” kavramı kullanılsa da, uygulamada ise “Türk”ten kastın Müslüman vatandaşlar olduğunu çeşitli delillerle ortaya koydum. Ayrıca, bu tezin de kısa süre tam olarak okul programlarında yer aldığını, 1939’dan itibaren ceste ceste yürürlükten kalktığını, nihayet on beş gün süren 1947 CHP Kurultay’ında meselenin çok geniş şekilde müzakere ve tenkit edildiğini, artık o tarihten itibaren, uygulamanın tekrar normale dönmeye başladığını ve neticede 1. MC Hükûmeti döneminde de bu teze dayalı tarih öğretiminin tamamen terk edildiğini belirttim.
Böylece, lafzî olarak istismara müsait bir durum olsa da, uygulamalar ve gelinen son nokta bakımından, bu iddiaları devam ettirmenin artık iyi niyetle ifadesinin mümkün olmadığını söyledim.
İkinci olarak, istismar edilen bu hususlar, kastedildiği gibi olsa bile, milliyetçilerin bu anlayışa herhangi iştiraklerinin olmadığını, delilleri ile ortaya koydum. Türk Ocakları, hangi sebeple olursa olsun, kapatılmıştır. Projenin temel tezi olan Türk Tarih Tezine Zeki Velidi Togan, Fuat Köprülü, Atsız gibi milliyetçiler açıkça karşı çıkmışlardır. Ziya Gökalp ise, daha başlangıçtan itibaren, Malta sürgününden sonra, tamamen kenardadır.
Bütün bunları, “Türk Milliyetçiliği Tarihi Seyri ve Yeni Hedefler” isimli kitabımda mümkün olan dikkatle ve asla Atatürk’e hakaret ifadesi taşımadan yazdım. Hatta yanlış yapılmıştır, dediğimde bile onu mâzur gösterir bir üslûp içinde kaldım. Açıkça ilim ahlâkı ve ölçüleri ve hassasiyeti içinde, bir tartışmanın başlamasını arzu etmiştim. Bana göre bu tartışma, Türk Milliyetçiliği fikir hayatına bir canlılık getirecekti. Maalesef kitabı görmesi gereken kimse ne gördü, ne de okudu.
Türk Yurdu’nda, bir taraftan iktidarın Devletin Kuruluş ilkelerini tahrip eden tavrına dikkat çeken, diğer taraftan 1947 de kapanmış bir konunun tekrar tekrar, bölücülüğe prim verir tarzda gündeme getirilmesine itiraz sadedinde, en sonuncusu Aralık 2013 sayısında olmak üzere , yazılarıma devam ettim. Yine, ilim ölçüleri içinde meseleyi ve elbette beni ciddiye alarak itirazlar bekledim. Olmadı.
Aktüel Dergisi muhabiri kitap üzerine görüşme talebinde bulunarak, soru-cevap şeklinde de cereyan etmeyen bir saatlik sohbetten, tabii gazeteci olarak ilgi çekmesini de düşünerek, bir sayfalık bir özet yayınladı. Bunu sitemize koyduk. Hiç kimse ne itiraz etti, ne de ilim ve ahlâk ölçüleri içinde tartıştı. Ne zaman ki, Yeni Asya Gazetesi, muhtevayla hiç ilgisi olmayan ve tahrik edici bir başlıkla ve kısmen de kısaltarak, mülâkatı iktibas edince kıyamet koptu. Önüne arkasına bakılmadan baltalar bilendi, cadı kazanı kaynatıldı.
Üzüntüm, kendim için değildir. Elli yılı aşkın zamandır, milliyetçilik gayretimde yazılarım, sözlerim ve fiillerim, Türk Ocağındaki faaliyetlerim ortadadır. Bunları saymaktan edep ederim. Üzüntüm, camiamız içindir. Sıfatları ve unvanları ne olursa olsun, düşünce tembelliğinden kurtulamadığımızı görüyorum. Hakaret ve iftiradan başka kelime kullanmakta aciz olduğumuzu ibretle seyrediyorum. Ama bunca gayretin, bu seviyesizliği elde etmek için mi olduğunu da sormuyorum.
Neticede Galip Erdem Ağabey’imi bir kere daha rahmetle ve hasretle anıyorum. Ömrünün son yıllarında neden “söz ve yazı orucu”na girdiğini şimdi dah