Tarihçi Erhan Afyoncu, son dönemde gündemde olan iki dil konusuna çarpıcı bir örnekle yaklaşıyor…
İmparatorluk döneminde bile resmi dil Türkçe’ydi
Türkiye iki dilli bir yapıya götürülmeye çalışılıyor. Ancak onlarca milletten oluşan Osmanlı İmparatorluğu’nda bile resmi dil Türkçe olmuş, Meclis çalışmalarında da Türkçe’den başka dil kullanılmamıştı.
Başta anadilde eğitim, iki dilli yapı gibi bazı meselelerin oturup çok ciddi olarak tartışılması ve Türkiye’nin geleceğinin planlanması gerekiyor. Birçok yazar meseleleri doğru bir şekilde ele almıyor ve yanlış bilgilerle kamuoyunu yanıltıyor.
OSMANLI’NIN RESMİ DİLİ TÜRKÇE
İkinci Abdülhamid tahta çıktıktan sonra Avrupa tarzında ilk anayasamız yapılmıştı. İlk anayasamızın 18. maddesi, “Devletin resmi dili Türkçe’dir ve Osmanlı fertlerinden her birinin devlet hizmetinde istihdam olunmak için resmi dili bilmesi şarttır” şeklindeydi. Bu anayasa maddesiyle devlet görevlerinde Türkçe’den başka dil konuşulmayacağı ve devletin resmi dilinin Türkçe olduğu açıkça ifade edildiği gibi bu durum anayasa teminatı altına da alınmıştı.
TÜRKÇE ÖĞRENİN
Meclis açıldıktan sonra devletin resmi dili Türkçe olmasına rağmen Ermeni ve Rumlar kendi dillerinin de resmi dil olarak kullanılması için uğraştılar. Milletvekili olmak için Türkçe bilmek zorunluydu. Bu şartın değişmesi için, özellikle Arabistan’dan gelen vekiller teklifte bulundular. Bu talebe karşı dönemin önde gelen devlet adamlarından Ahmed Vefik Paşa “Gelecek seçime 4 yıl var. Akılları varsa bu süre içinde Türkçe öğrenirler” cevabını vermişti.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra toplanan Meclis’te de farklı milletlerden birçok milletvekili bulundu ancak ikinci Meclis çalışmalarında da Türkçe’den başka dil kullanılmadı.
İKİNCİ ABDÜLHAMİD ARNAVUTÇA HUTBEYE İZİN VERMEMİŞTİ
Osmanlı döneminde Müslümanlar’ın bir bütün olması siyaseti izlenmişti. Türkiye’nin önde gelen tarihçilerinden Vahdettin Engin’in bulduğu bazı belgeler İkinci Abdülhamid’in bu birliğin bozulmaması için Arnavutça hutbeye bile izin vermediğini ortaya çıkarmıştı.
Arnavutlar’ın yaşadığı İşkodra’da imparatorluğun son yıllarında hutbe okunurken yeni bir âdet başlamıştı. Cuma hutbesi Arapça okunduktan sonra imam Arnavutça anlamını cemaate söylüyordu ancak bu uygulama bir müddet sonra din adamlarını ve halkı ikiye böldü. Hatta iş tarafların silahlı olarak camiye gelmesine kadar gitti.
Bu gelişmeler üzerine 1891 Temmuz’unda mesele İstanbul’a soruldu. Şeyhülislâm, hutbenin Arapça olarak okunduktan sonra cemaate Arnavutça mealinin de okunmasında bir sakınca
olmadığı şeklinde görüş bildirdi. Hükümet de şeyhülislâmın görüşü doğrultusunda, Arnavutça hutbe okunabileceği kararına vardı. Fakat bu aşamada İkinci Abdülhamid duruma müdahale etti.
İkinci Abdülhamid’in esas endişesi, ülke bütünlüğünü tehlikeye düşürecek birtakım gelişmelerin yaşanması idi. Yani padişaha göre işin siyasi bir boyutu da vardı ve esas olarak bunun gözardı edilmemesi lazımdı.
Padişah hükümete gönderdiği yazıda şu konuların üzerinde durmuştu: “Kur’an’ın halkın anlayabileceği dilden vaizlerce izah edilmesi ile cuma hutbesinin Arnavutça okunması birbirinden ayrı şeylerdir. Bildiğiniz gibi, bir süre önce Arnavutlar siyasi amaçlı bir örgüt kurdular. Bunlar Arnavutça’yı ıslah etmek gibi gerekçelerle Arnavutça eğitim yapmak istiyorlar. Bu amaçla Latin harfleriyle yazılmış alfabe kitapları hazırladılar. Cuma hutbesinin cemaate Arnavutça okunması meselesinin gündeme getirilmesi de söz konusu maksatlara hizmet etme amacını taşımaktadır. Bunun önü alınmadığı takdirde, Arnavutça bütün kitaplar Latin alfabesi ile yazılmak istenecek, bu talep giderek Kur’an-ı Kerim’in de Latin harfleri ile yazılması gibi vahim bir netice doğuracaktır.”
Padişahın bu müdahalesi üzerine hükümet cuma hutbesinin Arapça okunmaya devam edilmesi yönünde karar verdi…