Galip Erdem, bizim hayatımızın içine öylesine girdi ki, 1959 yılından vefatına kadar geçen zaman diliminin içinde, İstanbul’daki kısa süreli askerlik günleri dışında bütün hayatımız Galip Abiyle birlikte geçmiştir. Yaklaşık 35 senelik bir hayat demek mümkündür. Bu hayatın içinde çok güzel şeyler vardır. Kayda değer olan hadiselerin benim hafızamda kalanlarından bazılarını aktarmak istiyorum. 1964 yılında askerliğimi yapmıştım ben, zannediyorum 1964-65 yıllarıydı. Galip Abiyi hâlâ yazma hususunda iknaya çalışıyorduk. Birgün dedi ki “Çocuklar, ben yazmayı çok istedim, denedim de kendi kendime, fakat kafamda ölçü olarak aldığım insanlar vardı. Meselâ; şiir yazmak istedim, benim kafamdaki ölçü Yahya Kemal’di, denemelerime baktım, şiir yazamayacağıma karar verdim. Roman yazmak istedim. Kafamda ölçü vardı: Marcel Proust’tu. “Geçmiş Zaman Peşinde” romanının yazarı, Fransız yazarı Marcel Proust’tu. Denemeye kalktım. Elimde çok kötü bir Türk Romanı vardı. Ondan da kötü bir örnek çıkardığımı gördüm denemenin. Bunun üzerine roman yazma faslını da kapattım” dedi. Böylece vermiş olduğu kararları, tekrardan tartışmaya da yanaşmayan bir tavrı ve üslubu da vardı, biz bunu hiç değiştiremedik. Galip Abinin, tabii, bir yazarlık hayatı var. Bu yazarlık hayatında da çok kuru, sağlam bir mantıkla yazardı. Biz arada bir Galip Abiye, yazılarının çok kuru olduğunu, sırf mantıktan ibaret olduğunu, bunu biraz, tabir caizse sulandırmak suretiyle edebî bir üslûp kazandırmasını kendisinden isterdik ve buna da hiç yanaşmazdı.
Kader birgün Galip Abinin bizim arzu ettiğimiz tarzda yazılar yazmaya onu mecbur etti. O da 12 Eylül ihtilaliyle birlikte yaşanan o acılı günlerdir. İşte milliyetçi gençlerin cezaevlerine düşüp de, orada yargılandıkları sırada Galip Abinin yazmış oldukları yazılarda, bizim arzu etiğimiz şekilde, duyguları allak bullak eden çok enfes yazılar yazmıştır. Ondan sonra da Galip Abi zaten yazı hayatını hemen hemen bitirmiştir. Galip Abinin arkadaşlığı hakikaten hiç unutulmayacak bir şeydir. Ben Hayrabolu’da askerim. Bir gün bana bir mektup yazdı. “Şeref, şu tarihte İstanbul’a geliyorum, İstanbul’a git, Stefan Zvayg’ın ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nu al, oku ve İstanbul’da buluşalım.” Ben İstanbul’a gittim. M.E.B Yayınlarından kitabı aldım, okudum, gerçekten çok güzel bir kitaptı ve ben İstanbul’a geldim. Galip Abi bizi aldı, Maksim Gazinosuna götürdü. O gece 12′ye kadar Behiye Aksoy’u dinledik ve oradan çıktık İbrahim Metin vardı, ben vardım, Galip Abi vardı, zannediyorum Ahmet İyioldu vardı, yürüye yürüye Emirgan’a kadar gittik. Emirgan’a vardığımızda güneş doğuyordu. Ve biz orada bir çorba içtik, artık biz ayakta duramıyoruz, yorgunluktan. Galip Abi sanki daha sabahleyin yataktan yeni kalkmış gibi zinde, bizi uyutmamak için durmadan bize ikazlarda bulunuyordu. Galip Abi böyle kendisine mahsus dünyası olan bir insandı, bizi o dünyanın içine zaman zaman buna benzer anekdotlarla çeker, bizi, bizimle onları yaşardı. Galip Abinin yazması hususu, bizi gerçekten ömrümüz boyunca çok etkilemiş ve çok arzu ettiğimiz bir yönüydü. Buna ikna edebilmek için hepimiz çok uğraştık, fakat Galip Abi günlük fıkralardan başka yazı yazmaya yanaşmadı. Bu ısrarlarımızda o noktaya vardırdık ki; bir gün Ruhi Özbilgiç, Ben, Galip Abi Karadeniz Lokantasına gittik. Karadeniz Lokantasında gece boyu Galip Abiyi yazma konusunda onu ikna etmeye çalışıyoruz. O da hep dinliyor bizi. En son dedi ki, “Sizin elinizden ben ancak bir türlü kurtulurum” dedi. “Eğer ben 65 yaşına kadar yaşarsam, o zaman ben bunu Allah’ın yaz emri telakki edeceğim. 65 yaşına ulaştığım zaman, size söz veriyorum, yazacağım.” dedi.
Biz 65 yaşını bekledik. 65 yaşına Galip Abi geldi ve Galip Abi’ye dedik ki; 65 yaşına geldin, Allah’ın yaz emrine uyacaksın.””Uyacağım” dedi “Bana masa alın” nasıl alalım”“şeyle alın””Bana kalem, defter, kâğıt alın” “Nasıl alalım” “Şöyle alın, eve gönderin” gönderildi. Masayı beğenmedi, tekrar masa alındı. “Galip Abi başladın mı?” “Başlıyorum.” “Galip Abi başladın mı” “Başylıyorum” Sonra zannediyorum, ona jübile mahiyetinde bir yemek verildi, öğretmenler evinde, Ankara’da, ben de o yemeğe katıldım, bu hatırayı naklettim Galip Abiye. Orada bulunan N.Kemal Zeybek, Ayvaz Gökdemir, Nuri Gürgür, Acar Okan, Nevzat Kösoğlu ve bütün arkadaşlar,. sevdikleri, orada bir kare masanın etrafında, en aşağı 30 kişi vardı. Galip Abi 30 kişinin huzurunda söz verdiği halde yine yazmaya başlamadı. Artık da zannediyorum, Galip Abinin hayatında yeni bir döneme girilmek üzereydi. O dönem, o kendi iç dünyasında bir farklı bir boğuşmanın içinde olduğunu hissettiğim bir dönemdi.
Bu döneme geçmeden önce ben gene Galip Abinin hayatında çok farklı bir dönem olan Mamak Günlerinden de bahsetmek istiyorum. 12 Eylül ihtilali olduktan sonra, o sırada Galip Abi memurdu ve zannediyorum başbakanlıkta danışman olarak, müşavir olarak görev yapıyordu.Davayı götürürken, bir süre sonra Galip Abi istifa edip gelip avukatlık cübbesini giyerek davaya katılmak istediğini söyledi ve nitekim istifa etti. Avukatlık cübbesini aldı ve bizim Çelikkale sokaktaki büromuza geldi ve dava bitinceye kadar cübbeyi sırtından çıkarmadı. Galip Erdem’in avukatlık hayatı MHP Mensuplarının ve ülkücülerin yargılandıkları davayla başlamış ve o davayla bitmiş bir hadisedir. Avukatlık hayatında başkaca hiçbir vekâlet söz konusu değildir. Onlar için cübbe giymiştir. Onların kararıyla birlikte cübbesini çıkarmıştır. Davanın içinde kendisine iki fonksiyon biçmişti Galip Abi. Bir, ve en önemli fonksiyonu, cezaevlerinde, anneleri, babaları da çoğunlukla yoksul olan, imkânları kısıtlı olan, üç kuruş harçlıktan dahi mahrum olan, cezaevlerinde yatan yüzlerce gencin oradaki maişetlerine katkıda bulunmak. O Galip Abinin kendine biçtiği birinci görevdi. Ömrünü parayı sevmemiş, ömrünce para için hareket etmemiş olan Galip Erdem, Mamak günlerinde, hiçbir kimsenin inanamayacağı kadar, adeta para toplayan, tabii dilenme tabiri burada Galip Abinin şahsiyetine yakışmadığı için onu burada kullanmak istemiyorum ama zaman zaman o derecelere düşen, kendisini, şahsiyetiyle karşı karşıya getirmesine rağmen, o parayı temin edebilmek için inanılmaz şekilde bir dönem yaşamıştır ve ben çok şaşırmışımdır bu dönemde. O parayı kullanırken, bu parayı yardım için kullanmak konusunda almış olduğu karara öylesine sadakatle hareket ederdi ki; bu paraları, kendine mahsus bir ölçü içinde, cezaevinde yaşayan bütün o gençlere, imkânlarını adaletli bir şekilde kullanır ve bu parayı gönderirdi. Bizim de büro olarak tabii, o zaman büroda on kişiye yakın çalışan var. Bu insanların yemeleri, içmeleri, telefon paraları, bir yığın masraf var. Kolay kolay her zaman para gelmiyor. Genel Başkan tutuklu, her tarafta yargılanmalar söz konusu ve bütün para kaynakları kurumuş vaziyette. Bir gün büroda kahvaltı yapacak para yok, yani kahvaltı için alınacak malzeme için ödenecek bir kuruş yok. Galip Abiye gittim. O her zaman zengindi. “Galip Abi” dedim.”Bir on bin lira ver de, ben senden ödünç istiyorum, bu parayı size ben geri vereceğim.” dedim. “Yok” dedi. Hiçbir imkânım yok. Borç alabileceğim bütün insanlardan borç almışım. Telefon edip borç isteme şansım yok. “Galip Abi bu parayı ver””vermem” “Galip Abi bu parayı ver.” “Vermem” ben nasıl doluysam, Galip Abinin yanından ayrılırken hüngür hüngür ağlıyordum. Odama gittim, uzun süre bunu hazmetmeye çalıştım. Kendi kafamdan birtakım yorumlar yapıyorum:”Ben burada kim için çalışıyorum? Ben burada onlar için çalışmıyor muyum? Onlara para göndermek, onları kurtarmak için çalışmaktan daha mı önemli?” diye bir sürü yorumlar yaptım kendi kendime. Daha sonra rahmetli Türkeş Beyin huzurunda, Galip Abi de var, bu olayı kendisine naklettim ve sıkıntımızı ifade ederken, orada da ben hayatımda bir başkasının önünde gözümden yaşların aktığını gördüm. Galip Abi burada benim sıkıntılarıma karşı ilgisizliğinden değil, üstlenmiş olduğu görevi ifa etmek için kendi için kararını bozmamak için. Ben inanıyorum ki Galip Abi o da içinden ağlıyordu. Ama Galip Abi o parayı bana vermedi.
Galip Abinin Mamak Günlerinde kendisine biçtiği bir başka görev vardı; eşleri, evlatları, insanlıkları veya kardeşleri tutuklu olan kimselerin yakınlarıyla ilgilenmek. Bu yakınlarının kimisi genç, eşi oluyor, kimisi kız kardeşi oluyor, kimisi annesi oluyor, bu insanların hepsine, inanılmaz bir şefkatli bir babaydı. Ben buna nasıl katlandığına hayret ederdim. Onların himayesi doğrultusunda. öylesine zaman zaman katı davranışları olurdu ki, mesela ölçü olması bakımından bir olay zikretmek istiyorum. Yine tahliyelerin beklendiği günlerden birisiydi ve duruşma salonu çok kalabalık, kışındı ve hava çok soğuktu. Belki 5-6, eksi beş, altı derece bir hava suhuneti vardı. Gece 12′de duruşmadan çıktık. Hiçbir vasıta yok. Mamak kapısına geldik, bir taksi bulundu ve bu taksiye Nuri Erogan, avukat Nuri Erogan ve zannediyorum ki bir kişi daha binmişler. Galip Abi geldi, o tutuklu gençlerden eşlerinin birkaç tanesi yanında, Nuri Erogan’adedi ki , Nuri Erogan kendisinin asker arkadaşı. “İn arabadan Nuri” dedi. Nuri Erogan şaşırdı, Nuri Erogan arabadan indi, öfkelendi, bağıra, çağıra, aldı çantasını, yayan Kızılay’a gitmeye uğraşıyordu. Galip Abi hiç umursamadan o gelinlerini arabaya bindirdi ve çekti, gitti. Hakikaten böyle bir himaye duygusu ve böyle bir kararlılıkla, dava sonuna kadar o yaralı insanların eşlerine sahip çıktı. Zannediyorum o gelenlerin her birisi şimdi Galip Abiyi hatırlarken o günlerin hatıralarını, zannediyorum çok farklı duygularla yaşamaktadırlar. Galip Abi milliyetçi nesiller üzerinde, ifadede kelime bulamıyorum, o kadar içten, o kadar samimi bir adanmışlık içindeydi ki, onların her safhası, Galip Abi için önemliydi. Evlilikleri çok ayrı bir yer işgal ederdi hayatında. Yani diyelim ki Van’da bir milletçi genç evlenecek, şartlar ne olursu olsun, Galip Abi gidip orada onun nikah şahitliğini yapmaya talip bir duygu içindeydi, veya yüzüklerini takmak için böyle bir duygu içindeydi. Kalplerin birleşmesi ve ülkücülerin yuva kurması, Galip Abi’nin kendi öz evlatlarının yuva kurması gibi bir tablo yaratırdı. Bunu böyle nikâhlarını ve böyle nişan yüzüklerinin takıldığı arkadaşlarla görüşmek mümkün olsa, öyle zannediyorum ki benim cümlelerimle ifade ederler bunu. Arslan Küçükyıldız bugün TRT’de çalışan arkadaşlarımızdan bizim büromuzda, davanın safahatı içinde, ciddi hizmet etmiş bir kimse idi, büronun kendine mahsus bir kadrosu vardı. Ona yakın insandık ve her gün orada adeta birlikte yatıp kalkmak suretiyle davayı, davanın hazırlık safhalarını yaşamıştık. Arslan evleniyordu, ben de davayı bitirmiş, İstanbul’a yerleşmiştim. Israr etti, “Abi benim şahidim olmanı istiyorum.” dedi. Ben de “Peki Arslan’cığım” dedim. Uçağa atladım, Ankara’ya geldim. Gençlik Parkı evlendirme dairesinde, kalabalık da bir gün, Galip Abi de orada, işte arkadaşlar oradalar, biz şakalaşıyoruz, ediyoruz. Bir baktım. Bir defa Galip Abi alışılmışın dışında şık. Hatta takıldım ” Ne o Galip Abi ” dedim. Güldü sadece. Galip Abide kıpırdanışlar başladı. Yavaş yavaş sahneye doğru Galip Abi yürüyor, İsmail Vayvaylı’ya dedim ki; “Galiba benim şahitliğim suya gitmek üzere İsmail ” dedim. “Galip Abiye bakıyor musun?” dedim. Nitekim bir süre sonra Galip Abi şahit masasındaydı, ben de nikâh salonunda, nikâhın kıyılmasını takip edenlerden biriydim. Bu hoş bir hatıradır ve gerçekten Galip Abi, kurulan her yuvada, o yuvayı kuran bir baba gibiydi. Bu hareketler bizim hiç gücümüze gitmezdi, sadece aramızda espri kaynağı olurdu. O oyundan sonra ben kendisine dedim ki; “Galip Abi, bana attığın -affedersiniz- bu kazığı unutmayacağım, ama Bilge’nin nikâhının şahidi ben olacağım, Cumhurbaşkanı aday olsa da ben şahit olacağım” dedim ve nitekim Bilge’nin, kızı Bilge’nin nikâh şahitliğini ben yapmıştım. Galip Abinin siyasi hayatta, şu anda da yaşayan insanları çok yakından tanıyan bir tarafı vardı. Çünkü Galip Abi aynı zamanda siyasi yaşamış bir insandı. Fikir mücadelesi veren bir kimse olarak, köşe yazarlığı yapan bir kimse olarak, inanılmaz bir kültür birikimine sahip bir insan olarak, ülkeyi yönetecek olan insanları çok yakından tanırdı. Bütün özellikleriyle tanırdı. 12 Eylül sonrası siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verildiği dönemlerdeydi. Süleyman Demirel’i de, her yönüyle, Sayın Cumhurbaşkanını çok yakından tanırdı. Süleyman Demirel’le MHP’nin dışarıda olan mensupları arasında siyasi partileşme olurken, “müşterek hareket edilebilir mi?” hususunu araştırmak üzere rahmetli Türkeş Bey, bizim Süleyman Beyle görüşmemizi istemişti. Ben de kendisinden randevu alacaktım. Davanın devamı sırasında da Sayın Süleyman Demirel’le çok yakın bir ilişki içindeydim. Ne zaman telefon edecek olsam, derhal bekler ve bütün yanında olan insanları çıkartmak suretiyle bana uzun zamanlar ayırır ve yardımcı olmaya çalışırdı, kendi ölçüleri içinde. Ben konuşacakken tam Galip Abi dedi ki “Şeref telefonu bana ver” dedi. “Sen bunu bilmezsin, bunun üslubundan ben anlarım” dedi. Aralarında geçen konuşmayı, Süleyman Beyin ben duymuyorum, ancak Galip Abi’nin şöyle söylediğini gördüm. “Tabi Süleyman Bey, biz de burada fevkalade bir izdiham yaşıyoruz. Bizim de kapımız şu anda insanlarla dolu, elbette ki sizin kalabalığınıza da saygı duyarım, madem öyle bizim şu anda karşı karşıya gelmemiz söz konusu değil, öyleyse bizim büromuzda Kemal diye bir arkadaşımız var, sizin oradan Yiğit Beyle masaya otursunlar, ilk müzakereleri onlar yapsınlar, devamını biz yapalım” gibi bir garip konuşma geçti. Onun üzerine oradan, Süleyman Beyin sesini duyuyorum; “Galip’ciğim bekliyorum, hemen gelin” tarzında bir tavır değişikliğini gördüm, “Tamam, biz geliyoruz” dedi. Ve Galip Abi’yle atladık taksiye Süleyman Beyin evine gittik. Süleyman Beyin evine, sonra giderken takside konuştuk, “Ne anlattı da Galip Abi Süleyman Bey ki böyle söyledin?”,”Ben telefon açtığım zaman, bütün sokak insan dolu ve bütün insanlar benle konuşmak istiyorlar Galip’ciğim, Yiğit Köker’le siz bir ön görüşmeyi yapın dedi. Ben de Kemal’in, bizim büroda çalışan Kemal’in Yiğit Beyle görüşmesini söyleyince, kendisinin bana söylediğini benim kabul etmediğimi, gerçeği bildiğimi anladı ve hemen bizim gelmemizi istedi. Ben bunun yapılacağını bildiğim için telefonu senin elinden aldım. Ben Süleyman Demirel’i şu kadar zamandır tanırım.” Hakikaten gittiğimiz zaman evinin önünde hiç kimse yoktu ve bizi Süleyman Demirel yukarıya, odasına, evine aldı, evinde üçümüz beraber “niçin birlikte siyasi parti kurmanın gerekliliğini” konuştuk. Sonra Sadettin Bilgiç’e gittik, işin devamı var, o ayrı bir fasıl.
Galip Abinin hayatı incelendiği zaman, şu gerçek çok bariz bir şekilde ortaya çıkar; Türk Milliyetçiliği fikri etrafında yetişmiş olan Galip Erdemden sonraki kuşakların üzerinde, Galip Erdemin inanılmaz etkileri ve emekleri vardır. Meselâ, şu anda parlamentoda, gözümün önüne getirdiğimde, öyle zannediyorum ki, en aşağı 200 parlamenter vardır. Onlara gidip, yaklaşacak ve Galip Erdemi soracak olsanız; herkesin Galip Erdeme karşı müthiş bir sempatisi ve kendisiyle ilgili hatıraları ve emekleri ve kendi üzerindeki etkilerini dinlersiniz. Türkiye’de köşe yazarlığı yapmış, siyaset yapmış, fikir hareketleri içinde bulunmuş birçok insan vardır, ama öyle zannediyorum ki, bu kadar geniş kitlelere, böylesine müessir olmuş, hem de kendi köşesinde kendisini saklamış bir insana rastlamak kolay kolay mümkün değildir. Onu da ancak şöyle ifade etmek mümkün. Galip Abi Türk Milletine kendisini adamış bir insandı, bu adamışlık bir sözden ibaret değildi. Hayatının bütün zevklerini, bütün arzularını kapatmış ve sadece inanmış olduğu fikre fiilen, bizzat veya emek verdiği insanlar vasıtasıyla hizmet etmekten ibaret bir hayat, ve bu hayat ömrünün son birkaç yılına kadar aynen böyle devam etmiştir.Bu sadece parlamenterlerle ilgili bir mevzi emek değil, emek verdiği insanlardan parlamentoya gelen insanları kastederek söyledim. Bürokratlarından, kendi bölgelerindeki mahalli liderlerine kadar yazarlarından, üniversitelerde hocalık yapan insanlara kadar, Galip Abinin emek verdiği, kaliteli çok büyük bir kitle vardır ve hepsinin de Galip Erdem, “Galip Abi”sidir. Bu ölçüler içinde Galip Abiyle ilgili pek çok anekdot anlatılabilir; ben Galip Abinin son dönemini anlatmak istiyorum. Hatta ona geçmeden önce bir hususu belirtmek istiyorum:Galip Abi on iki saat okuyan, gece sabaha kadar okuyan, gündüz de uyuyan bir insandı. Mütemadiyen dolan bir insandı Galip Abi. Bu yönüyle Galip Abinin kültür düzeyini ifade etmek mümkün değildi. O açıdan da Galip Abinin, hayatının bize yansıyan bölümüyle, bize yansımayan bir bölümü vardı. Orası adeta 40′ncı odaydı ve kırkıncı odayı Galip Abi bize hiç açmadı. Ne kadar açmaya uğraşmışsak uğraşalım, Galip Abinin o gizli odasına biz giremedik. Zaman zaman bizim girdiğimizi hissettirecek şekilde küçük anekdotlarla, hayatının his dünyasından, kişisel yönlerinden çok küçük kırıntılarla bahsetmişse de hiçbir zaman Galip Abinin biz o gizli dünyasına giremedik. O dünyayı kendisiyle beraber aldı gitti.Eğer roman yazmış olsaydı, yazmış olduğu romanın satırları arasında, belki Galip Abinin gizli dünyasına girerdik, fakat o kendisine, hislerini anlatan yazıları yasaklamış olduğu için de yine biz o dünyaya gireme(z)dik. Galip Abi böylesine bütün zevklerden, bütün arzulardan, bütün insani isteklerden tecrit edilmiş bir hayatı, bir fikir uğruna, o fikre hizmet edeceği insanlara emek vererek geçirmiş bir insan portresiydi. Ve ben bu insanın ömrünün son demlerinde, böylesine adadığı, kendisini adadığı kimselerde aradığını bulamamanın değil de emeklerinin kıymetinin bilinmediğinin hüznünü yaşadığını gördüm. Bunu kelimelerle ifade etmedi, bunu açıkça söylemedi, açtığımız zaman üzerini kapattı. Ama bizim kendisiyle 35 sene yaşanmış bir hayatımız vardı ve o yaşanmış hayatın yapısından, tanıdığımız Galip Erdem yapısından, ben bunu çıkardım. Bir benzetme yapmak gerekirse;tıpkı bir radyonun düğmesini kapattıktan sonra nasıl susarsa, Galip Abi de son bir iki yıl içinde kendi düğmesini kapatmıştı. Ne kadar konuşursanız konuşun, ne kadar sitem ederseniz edin, Galip Erdem suskun dönemini bir daha değiştirmedi. O suskun hayatı ile birlikte ebedi aleme göç etti. Hatırladıkça bunu burnumun direği sızlar benim. Biz Galip Erdemin kıymetini bilemedik. Belki de onun yazılarını yazabileceği zeminin oluşmasında da bizlerin de kendimize düşen payları vardır. Galip Abi inanan bir insandı. Beş vakit namazını kılan bir insan değildi. Son zamanlarda Nuri Beyle beraber görüşmelerimizde de bana aktarmıştı. Galip Abi Cuma namazlarına başlamak ve namazlarını kılmak doğrultusunda bir karar içindeydi. Fakat hastalıklar buna imkân vermedi. Orucunu tutardı, son zamanlarda sağlığı elvermediği için orucunu tutamaz duruma gelmişti. Ama dini konularda Galip Abi derinlemesine bilgiye sahipti ve onun o saf yüreği, o tertemiz hali, inanmış bir insanın bir modeliydi. Beş vakit namazını kılamıyordu ama bir müslümana yakışan bütün güzellikleri Galip Abi şahsında tecessüm ettiriyordu. Benim penceremden Galip Abinin kısa bir program için nakledeceğim hususlar bundan ibarettir. Teşekkür ederim. Serafettin YILMAZ