Edebiyât, “edeb”in ilmidir. Dolayısıyla da “edîb”, edebli insandır. “Edeb”i olmayanın âdâbı olur mu?. Türk kültür hayâtının içine düşürüldüğü gayyâ kuyusunda, hangi edebiyâtdan bahsedilebilir? Ne kadar edebsiz varsa, hepsi kalem sâhibi olma iddiasında. Ortalık, suya hasret abdesthâne manzarası içinde. Göz, kulak ve burun dayanacak gibi değil.
Eskiden, sâdece kâğıt üzerindeki işâretlerle aktarılan yazılı metinlere dayanan ve bu yüzden “okuma” adını alan bilgi, mâlûmat edinme ameliyesi vardı. Şimdi öyle mi ya? Hemen hemen bütün uzuvlarımızla farklı bir kültür faaliyeti gerçekleştiriyoruz. Kâğıdın, kalemin, kütüphânenin çok ciddî ve insanı ayartan rakîbleri var.
Aslında, günlük yaşayışımızda bize takdîm edilen kolaylıkların, estetik yönden hızlı bir yükselişe sebep olması lâzım. Aynı şekilde, yükselmesi beklenen bu estetik seviyeden, edebî dünyâmızın da nasîbini alması îcâb eder. Normal zihin antrenmanı, bu netîceye varıyor.
Ne var ki,Türkiye’de tam tersine bir gelişme yaşanmakta. Hayâtımız teknoloji nîmetleriyle kolaylaştıkça; edebiyâtımız, “edeb” yönünden dibe vuruyor. Bu arada, üzerinde ısrarla durulması gereken bir husus da, ahlâkî endişeleri bir kenâra bırakan ve sâdece “üslûb” noktasına bakarak ahkâm çıkaran bakış açısıdır. Buna göre, adı lâzım olmayan bir yığın – yalnız – yazar; Sodom, Gomore ve Pompei’nin son günlerindeki sapıklıklara rahmet okutturacak pespâye varak-pâreleriyle “üslûb” sâhibi oluyorlar.
Türk milleti, tâ “Orhun Kitâbeleri”ni diktiği dönemden bu yana, ne çektiyse ahlâkî zaafa uğramaktan, uğratılmaktan çekti. Edebsizliğe prim vermek, bunu yapanlara alkış tutmak, sırf içerdeki beyinsizlerin mârifetiyle baş göstermiyor. Hastalığın mikrobu “ithâl”. Bu mikroba karşı, bedenimizden önce, rûhumuzu aşılamamız lâzım.