Veto kararı ilk gün basın ve TV’lerde genellikle derin devletin BDP’ye yönelik komplosu şeklinde yorumlandı. PKK’nın silahlı gücünü kullanarak, halka korku salarak bölgeye egemen olmak isteyen örgüt, vakit geçirmeden eline geçen bu fırsatı kullanmak üzere harekete geçti. Siyasî sözcüleri YSK kararının “savaş ilanı” olduğunu söyleyerek düzenledikleri eylemlerin amacını ilan etmiş oldular. Emniyet güçlerine karşı taşlı, molotoflu saldırılar daha da yoğunlaştı, Diyarbakır Belediyesi’nin iş makinalarını bile devreye soktular. Bu şehirde seyir halindeki otobüse atılan yanıcı madde, otobüsü tutuştururken ağır yaralanan şoförü helikopterle hastaneye kaldırıldı. İstanbul’da ise göstericiler Unkapanı’ndan geçerken bir kreşe fırlattıkları tiner ve mazot dolu patlayıcıyla içerideki kırk çocuğu ölümle burun buruna bıraktılar. Gösterilerdeki hedeflerden bir diğeri Türk bayrağı asılı kamu binaları, okullar ve Atatürk heykeliydi. Yüksekova, Şemdinli, Hakkari, Nusaybin ve Bismil başta olmak üzere bölgedeki pek çok şehir ve kasabada Bengi Yıldız’ın yahut Pervin Buldan’ın sözünü ettikleri savaş hali gibi bir durum vardı.
Bu şamata sürerken veto kararına yol açan saikler ortaya çıktı; örgüt ve yandaşlarının “derin komplo” iddialarının gerçek dışı olduğu anlaşıldı. Karar siyasî mülahazalarla değil, hukuka dayalı olarak verilmişti. Ne var ki TCK’nın eski ve yeni şekliyle üç yıl önce çıkan İnfaz Kanunu’nun konuya ilişkin hükümler arasındaki farklılıklar bu karar ortaya çıkıncaya kadar kimsenin dikkatini çekmemişti. YSK rutin bir işlem yaparak bağımsız adayların sicilini araştırmış, haklarında mahkûmiyet kararı bulunanların dosyalarında “memnu hakların iade edildiğine” ilişkin mahkeme kararının bulunmadığı gerekçesiyle aday olamayacaklarına hükmetmişti. TCK’nın son halinde cezanın infazıyla birlikte memnu hakların da iade edilmiş sayılacağına ilişkin bir ifadenin yer almış olması, mahkemeden bu tarz bir belgenin istenmesini gereksiz kılmıyor mu hususu tartışılabilir. Ancak bu YSK’nın komplo kurduğu anlamına kesinlikle gelmez. Aslında örgütün böyle bir kararın çıkma ihtimali olduğunu günlerce önce fark ettiği, fakat gerekli hukuki alt yapıyı oluşturmak yerine, bir “güç denemesi” yapmaya karar verdiği anlaşılıyor. Sivil itaatsizlik sloganıyla Devlet’e ve yasalara meydan okumaya çalışanlar, adaylıklara ilişkin mevzuatı vesile yaparak, gürültü patırtı çıkararak, “savaşırız, dağa çıkarız haa !” tehditleri savurarak seçimler arifesinde psikolojik bir kazanım sağlamak, yasaları işlemez hale getirmek, Devlet düzenini biraz daha esnetmek istediler. Sonuçta basın ve siyasetteki destekleyicileriyle bu konuda başarı sağlamış oldular.
Yapılan tehditler, seçime girmeme şantajı oldukça etkili oldu. Yasa hükümleri ya işletilmedi yahut askıya alındı, BDP’lilerin arzusu çerçevesinde yorumlandı.
Sebahat Tuncel milletvekiliyken iki yıllık ceza alıyor; cezası kesinleşiyor. Normal prosedür işlemiş olsa, ilgili mahkeme kararı derhal TBMM’ne intikal ettirecek ve polise tokat atmaya teşebbüs ederek şöhret yapan Tuncel’in milletvekilliği düşecek. Mahkeme nedense görevi olan bu işlemi yapmıyor. Sebahat Tuncel böylece bir dönem görevlendirildiği şeklinde çalışmalarını sürdürüyor. YSK’nın tespitiyle aday olamayacağı anlaşıldığı sırada garip bir yasal işlem gerçekleşiyor. Sebahat Tuncel’in cezası aday olmasına engel teşkil etmeyecek şekilde yarı yarıya azaltılıyor, karar kurula alel acele duyuruluyor.
Gülten Kışanak ise bürokratik bir derbederliğin sonucu, evlenmeden önce aldığı ceza sicilinde görülmediğinden, geçen dönem milletvekili olabiliyor. Bu defa durum fark edilip işlem yapılınca, “geçen dönem göz yumuldu, neden şimdi aynısı yapılmıyor” diye kıyamet koparılıyor. YSK hukuku uyguladığı için bilinen kalemler tarafından topa tutuluyor.
Aslıda BDP’nin milletvekili sayısının bir eksik veya bir fazla olması önümüzdeki dönem TBMM’nde sergileyecekleri tabloyu değiştirmeyecektir. Cumhuriyet tarihinin bu ağır problemine BDP’nin Meclis’te bulunmasıyla oluşacak siyasî diyalog ortamında çözüm bulunacağını zannedenler derin bir yanılgı içindeler. Çünkü BDP’nin bağımsız bir irade ve inisiyatifinin bulunmadığı ortadadır. Öcalan ipleri elinde tutmaya devam ediyor. PKK terör örgütünün yanı sıra, BDP, KCK, DTK gibi kuruluşlar aynı emir komuta sisteminde yer alıyorlar, aynı iradeye tabi yapılanmaları vücuda getiriyorlar.
Örgüt bu seçimlerde yeni bir adım daha attı. 2007 seçimlerinde Ufuk Uras’ın aday yapılmasıyla oluşturulan “cephe, bu defa çok daha geniş tutuldu. Kürtçü olmakla beraber PKK bünyesinde yer almayan bazı İslâmcı ve muhafazakar isimlerle, Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş geleneğinden DHKP-C çizgisinden gelen isimler kazanma ihtimali olan yerlerden aday gösterilerek geniş bir cephe oluşturuldu. Sütununda aylardan beri örgütün eylemlerini öven, girişimlerini savunan S.Süreyya Önder milletvekili sıfatını kazanması durumunda ne yönde hareket edeceğini geçen hafta Bakırköy’de düzenlenen Marksist-Leninist müzik şöleninde açıkça ortaya koydu. DHKP-C’li militanların 70’li yıllarda popüler olan mısralarıyla kendi kesimine ilk mesajını sunmuş oldu.
Toplumsal tabandan yoksun olan ve siyasî bir varlığı bulunmayan Çayan’cı ve Gezmiş’cilerin, PKK’nın belirli şehir merkezlerindeki yığınağına dayanarak Meclis’e girecek olmasını liberal çevreler demokratik bir sonuç olarak görüyorlar, bütün güçleriyle alkışlıyorlar. Örgüt ise bu “devşirme” destekçilerden son derece mutlu görünüyor. Çünkü geçen dönemlerde devşirdikleri Akın Birdal’ın, Ufuk Uras’ın yaptıkları sadıkane hizmetlerin yeni gelenler tarafından sürdürüleceğini biliyor. Bunların basındaki yoldaşlarından daha güçlü şekilde yararlanmanın hesabını yapıyor.
Örgütün önümüzdeki seçim sürecini bölgedeki etkinliğini daha da arttıracak şekilde kullanmaya çalışacağı açıkça görülüyor. İktidar partisi başta olmak üzere diğer partilerin çalışmaları zorbalıkla engellenecek, sandıkların tamamıyla kendi kontrollerinde olması için baskı ve şiddet kullanılacaktır. Güvenlik güçlerine karşı sürdürülmekte olan eylemler, yılgınlık ve bıkkınlık oluşturmaya yönelik hesaplı girişimlerdir.
Örgüt ve yandaşları, sempatizanları özellikle son günlerde sağladıkları psikolojik ortamın etkisiyle toplumda giderek yoğunlaşan tepkileri, bu pervasız ve saldırgan tutumlarına karşı biriken öfkeyi görmek istemiyorlar. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu olaylara ilişkin sözleri ciddi bir uyarı olarak algılanmalıdır: “Türk milletinin sinir uçlarıyla oynayan hainlere ve bunların hamilerine bu alçak tahriklerin bedelinin çok ağır olacağını ve görecekleri karşılığın altında ezilip yok olacaklarını hatırlatmak isteriz.”