Düşünün… Güneye doğru süzülen bir Anka kuşunun sırtındasınız. Üsküdar’dan başlayan muhayyel yolculuğunuz boyunca altınızdan şehirler akıyor: Şam, Halep, Kerkük, Bağdat, Kahire, İskenderiye, Tunus, Bingazi… Çok değil, üç yıl öncesinden cümleler var yedeğinizde. “Tarihe yeniden dönen coğrafyamız…”, “Bu topraklarda şafaklar, artık özgürlüğün üzerine söküyor…”, “Yeryüzünde geleceğin, esaret zincirlerini meydan meydan kıran şehirlerden daha parlak ışıldadığı hiç bir yer yok…” Oysa, karşınızdaki sahneler, zihninizde zonklayan kelimelerin vadettiklerinden o denli farklı ki!
Ziya Paşa melâlinden fazlası çörekleniyor ruhunuza. Çünkü şahitlik ettiğiniz şey, yalnızca yüz yıl mahpus kalmış rüyaların yarıda kesilişi değil. Büyük bir kabusa da uyanıyorsunuz. Zümrüt yeşili bahçeler beklerken, gözünüzü açtığınız yer bir buz dağı. Alevden sorular sarıyor dört bir yanınızı. Bu fırtına ne zaman diner? Hangisi geçici, bahar mı kış mı? Endişe bulutları üzerinize hücum ederken efsun da bozuluyor… Anka’nın kanatları yanıveriyor…
Tarihe yön veren diyalektiğin keşfi peşinde ömür tüketenlerin aradığı şeylerden biri, umuda ihtiyaç duyduğumuz her büyük kırılma ânında Anka kuşunu küllerinden doğmaya davet edip sonra ellerimizle tekrar ateşe atışımız olabilir mi? 90’lardaki coşkulu heyecanları izleyen derin hüsranlar, daha dün gibi hafızalarımızda. “Yeni Dünya Düzeni”nin parametrelerini belirleme kudretine sahip olan akıl, “çatışmaya” küresel dengelerin sürdürülmesine hizmet edecek strateji nazarıyla bakınca yaşadığımız çağın dinamiklerini barış paradigmasının içinde ehlileştirme fırsatı yitirilmişti.
Huntington’un teziyle ünlenen tartışmanın önemli alt başlığı, kanlı boğuşmaların medeniyetler “arasında” mı, yoksa medeniyetlerin “içinde” mi gerçekleşeceği sorusuydu. İlkinin ürettiği kendilik/ötekilik ilişkisi, Batı ittifakını Sovyet sonrası dönemde dağılmaktan koruyacak yenilenmiş güvenlik mimarisinin inşâsına katkıda bulundu. Atlantiğin iki yakasında da İslam imgesini kolaylıkla korku/nefret duygularını tetikleyen bir öteki halinde diriltecek tarihsel şemalar mevcuttu. Üstelik bu önyargı kalıplarının, ortak tehdit algısı yaratmaktaki benzersiz duygusal gücüne kıyasla harekete geçirdikleri “reel” tehdit potansiyeli hayli sınırlıydı. Bosna, Karabağ, Çeçenistan, Irak, Somali, el-Kaide, 11 Eylül, Afganistan, Avrupa’daki bombalamalar… Çatışma bölgelerinin talihsiz sakinlerine ve onların dramını çaresizlikle izleyen duygudaş topluluklara medeniyet aidiyetlerini ve taraflarını hatırlatankanlı liste uzayıp gidiyor.
Bu albümün her bakımdan yüksek maliyetinin, küresel politik ekonomideki tahminlerden hızlı gerçekleşen deniz değişimiyle birleştiği noktada ise dünya sisteminin hakim tepelerine doğru ilerleyen yeni stratejik akılla tanıştık.
Savaşların ve ekonomik krizin kıtlaştırdığı kaynakları geleceğin mücadele zeminine, Asya’ya yöneltme niyeti geniş Ortadoğu’da muharip rollerden çekilme kararıyla desteklendi. “Yeni” akıl, doğrudan kontrolü değil bölgesel fay hatlarına transfer ettiği çatışma aracılığıyla muhalif enerjiyi dönüştürmeyi ve entegre etmeyi istedi. Ancak, kendi bünyesindeki tutarsızlıklar sebebiyle ilk tökezleyişinde eski oyundan aktörlerin etkisini arttıran baskılarına bigane kalamayacağını gördü ve onlarla masaya oturdu. Her gün ayrı bir yönüyle yüzleştiğimiz medeniyet içi çatışma ikliminin dünya sistemiyle ilgili boyutunda, galibi hala belirsiz bu rekabetin rolü var.
Sistemik akıl, elbette kadir-i mutlak değil. Parçalı yapısı, paydaşı olduğu gruplar arasındaki uyumsuzluklar, meşruiyet sorunları gibi bir dizi değişken tarafından baskılanıyor. Bunların en önemlisinin, şimdiye dek küresel iktidar mekanizmaları tarafından kolayca şekillendirilen coğrafyalardakendi akıllarını inşa etmek isteyen aktörlerin sayı ve niteliklerindeki artış olduğunu düşünüyorum. İçerde gücün hangi esaslara göre paylaşılacağı, geniş bir yelpazeyi iktidara paydaş kılacakadımların nasıl atılacağı sorularının tatminkar cevaplar bulamayışı ise sınırlı kaynaklara dayalı yeni aktivizmin en zayıf tarafı. İşte bu zaaf, Ortadoğu’ya nüfuz kudretinin azaldığı düşünülen aktörlerin önüne yeniden ve görece düşük maliyetli etkinlik alanları açmış vaziyette.
Dünya sisteminin periferik coğrafyalarıyla merkez arasındaki ilişkilere aracılık yapan kesimler, yerli olanla görünür mesafesikültür tarafındançizilmiş hiyerarşik toplumsal çemberler içinde konumlanmışlardı. Bu gruplar, çevrenin merkeze referansla dönüştürülmesi misyonunun kazandırdığı meşruiyetin karşısına demokratik meşruiyeti yerleştiren siyasi stratejilere yenildiler. Ancak iktidarın yeni sahipleri de değerlerini ve dünya görüşlerini mağluplara kabul ettirmelerini sağlayarak zaferlerini kalıcı kılacak bir hegemonik kudrete erişemediler. Bölünmüşlük hali,”millet”in dışarı ve içeri arasına koyduğu hudutları aşındırdı. Birbiriyle uzlaşma ümidini yitirmiş parçaların yabancılaşması “dışardakibenzerlerle” dayanışma ve ittifak arayışlarını hızlandırdı.Hayat tarzı, mezhep ve etnisite gibi kimlik kategorileri yenilenmiş bir rekabet ortamında aktivite kazandılar. Ulusal sınırları aşan sadakat sistemleri ve ağlar, ulusal ve bölgesel siyasetin daha güçlü özneleri haline geldiler.
‘Medeniyet içi’ çatışma
Bu yeni aktörler ve eski güç merkezleri arasındaki rekabetin kıyıcılığı, “medeniyet” ortak paranteziyle reelpolitiği karşı karşıya konumlandıran gerilimin ne denli güçlü olduğunugösteriyor. İç savaşlar ve keskin kutuplaşmalar, kuşatıcı olması beklenen değerleri erozyona uğratıyor. Ellere bulaşan komşu kanı yüzünden, geçtiğimiz yüz yıl boyunca çok sayıda örgütlenmeye/devlete ruh veren inanç ve düşünce sistemleri itibarsızlaşıyor. İslamcılığın geleceği tartışmasına bu açıdan da bakmalıyız. Örneğin, fikirlerin ve grupların dünyasında zihniyetlerini inşaya çalışan genç kuşakların Suriye fotoğrafının etkisini üzerlerinden kolayca atabileceklerini düşünenler yanılıyorlar. Medeniyetler “arası” çatışmanın ağıtları Bosna’da yakıldı ve bir kuşağa Batılı ötekiyi hedef göstererek kimlik kazandırdı. Medeniyet “içi” çatışmanın yasını ise Suriye’de düşman komşular tutacak…
Anka’yı saran alevleri söndürmek mümkün mü? Yoksa, önümüzdeki yılları ümit kuşunun bilinmeyen bir gelecekte tekrar kanat çırpması için dua ederek mi geçireceğiz? Daha açık soralım; Ortadoğu’nun hakim manzarası haline gelen iç savaşlar ve bölgesel aktörler arasındaki çatışmaların yakın vadede sona erdiklerini görebilecek miyiz? Geçici bir kriz anında mı, uzun sürecek bir kaos ikliminin ilk aşamasında mıyız?
Anka kuşunun kanatlarını âb-ı hayatla ıslatarak bu karanlık ufku pırıl pırıl bir gökyüzüyle değiştirecek yeni yağmurların kapımızda olduğunu söylemek isterdim. Ama karşımızdaki manzara, malesef hayli zortelafi edilebilecek bir tahribatla yüz yüze olduğumuzu gösteriyor. Eskinin, eski haliyle dönüşü artık imkansız. Tarih, kabaran devrim dalgalarının, bayraklarını sallayan aktörler iktidara taşınamasalar bile eskiyi dönüştürdüklerini söylüyor. Bununla birlikte, yeninin doğamayışı sebebiyle bölgeyi bütünleştirerek dünya sisteminin dişe dokunur sıklet merkezleri arasına sokabilecek dinamizmden hızla uzaklaştığımız da bir gerçek. Aksine enerjimizi yeni edindiğimiz düşmanlarla mücadeleye, dikkatimizi de küresel oyuncuların artacak müdahalelerine daha fazla vermemiz gerekecek bir döneme giriyoruz. Tünelin ucunun görülmesi, başlıca bölgesel aktörleri yenilenmiş fikirler ve çıkarlar etrafında toparlayabilecek elverişli bir konjonktürün doğuşuna ve yakın geçmişten ders çıkaran kadroların gerçekçi yol haritalarını adımlamayı ısrarla sürdürmelerine bağlı. Her Anka yeniden doğar, yeter ki küllerini saklayanlar olsun…