Olayın tekniğine biraz bakayım dedim. Psikiyatride buna, anterograde amnezi deniyormuş. Kısa vadeli hafıza yerinde. Fakat, kısa vadeli anıların ertesi gün de hatırlanmasını sağlamak için beynin bir “vakfetme” işlemi gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu yapılamadığı, veya vakfedilen hatıraların geri çağrılması mümkün olmadığında, her buluşma böyle “ilk buluşma” olmaya mahkûm.
* * *
Çocukluğumun ve gençliğimiz İzmir’inde 9 Eylül, tam anlamıyla millî bir bayramdı. Bundan neyi kastediyorum? Diğer bayramlarda genellikle öğrenciler organize edilerek yürütülür, asker geçer, günün “mânâ ve ehemmiyeti”ne dair nutuklar atılırdı. Resmi geçidi seyredenler de, biz katılanlar da eğlenirdik. O kadar.
Fakat 9 Eylül bambaşkaydı. Hatırladığım kadarıyla öğrenciler yürümezdi; esnaf yürürdü. Zaten resmî tatil de değildi. Fakat günler öncesinden çevre köy ve kasabalar şehre akar, oteller dolardı. Gece Basmane Meydanı’nda bir köşede kıvrılıp uyumak olağandı. Geçit törenine tek resmî katkı, süvarilerimizden gelirdi. Mızraklarının üstünde uçuşan al flamalar, arnavut kaldırımına vuran nalların saçtığı kıvılcımlar aklımdadır… Fakat çocuk ruhumu asıl etkileyen, seyircilerin, kadın- erkek hemen bütün seyircilerin, süvariler geçerken ıslanan gözleriydi. Çünkü onlar, onlar değilse anneleri, babaları, işte bu süvarinin 9 Eylül sabahı kendilerini katliamdan kurtardığını, üç yıl, üç ay, üç hafta, üç gün süren aşağılanma ve işgale son verdiğini hatırlıyordu. (15 Mayıs 1919- 9 Eylül 1922).
7- 8 Eylül geceleri, Müslüman İzmir, Gavur İzmir’den gelecek katliamı bekliyordu. Babaannemden 9 Eylül’ü çok dinledim. Kadınlar ve çocuklar, İkiçeşmelik’te, mahallede, nispeten en korunaklı evde toplanmıştı. Erkekler yoktu. Ya kurtarıcı ordudaydılar, ya da silahlı direnişin bir parçası. Bu ikinciler, o birkaç gün ve gece bölünmüş şehrin iç sınırlarında, elde tüfek nöbetteydi. Kadınlar, 9 Eylül günü karşı tepelerden “karınca gibi” askerin geldiğini gördüler. Babaannem ağlamaya başlamış. “Geliyorlar, bizi de kesecekler.” Halbuki gelen, Yüzbaşı Tatar Şerafettin Bey komutasındaki o süvarilerdir. İşkodralı Fahrettin Paşa’nın, Selânikli Mustafa Kemal Paşa’nın süvarileri… Kadınlar süvarilere kovayla su uzatmışlardı, atları içsin diye. Fakat onlar öyle susuzdu, öyle bir hızla ve durup dinlenmeden at sürmüşlerdi ki, ikram edenlerin şaşkın bakışları arasında kovalardan önce kendileri içmişti… Piyadenin günler değil, saatler sonra süvariye yetişmesi de bir başka hikayedir.
Şimdi çok değil, kırk yıl ileri sarıyoruz. İzmir Belediyesi, Şerafettin Bey Caddesi’nin ismini değiştiriyor. Doğduğum Cadde, “Ali Kocatepe Caddesi” oluyor. Çocukluk arkadaşım Ali’nin başımın üstünde yeri var. Fakat Şerafettin Bey! O ve onlar olmasaydı ne Ali olurdu ne ben.[1]
İşte bu tarih şuursuzluğudur. Toplumun amnezisidir.
* * *
“Halk” ile “millet” arasındaki fark, tarih şuurudur. Halk, insan ömrüyle, hattâ nesil ömrüyle, taş çatlasa 20 yılla sınırıdır. Tarih şuurudur ki halka, müşterek mirası, birliği, asırlar içinde akan bir büyük nehrin bir parçası olduğunu hissettirir. Yalnız geçmişle bugünü birleştirmez. Yarınların düşünülmesini, planlanmasını sağlayan da tarih şuurudur. Halk asırlar öncesinden gelip asırlar, asırlar sonrasına akmaz. Zaman boyutu millettir. Bir toplumdan halk adına büyük fedakârlık isteyemezsiniz. Millet adına isteyebilirsiniz. Millet hem dedelerdir, hem torunlardır. Millet hem geçmiş ve hem de gelecektir.
* * *
Çağdaş devletin, ortak yüksek dilden sonra milletine ilk vermesi gereken donanım tarih şuurudur.
Tarih şuurunun verilmesi, anlatması çok basit, gerçekleştirilmesi—Türkiye tecrübesinde açıkça gördüğümüz gibi—pek de kolay olmayan bir iş. Hayret verici gerçek de şu: Tarih şuurunun önündeki en büyük engel, tarihi günlük politik siparişlere göre düzenleyebileceklerini sanan bürokratlardır. Onların bilgisiz, bilinçsiz müdahaleleri millî birliğin, millî devletin önündeki büyük engellerden biridir.
Tarih şuurunun ne olduğuna güzel bir misal, emekli valimiz Rıza Akdemir’in bir sohbetinde algılamıştım. Rıza Bey, İttihat ve Terakki’ye, meşrutiyet dönemlerine meraklı amatör bir tarihçidir. Merakının derecesini keyifle anlatırken, bir ara gözleri daldı, “O insanlar buralarda dolaşırlar böyle…“ deyiverdi. Yüksek ortak kültürün tarih bileşenine sahipseniz “etrafınızda o insanlar öyle dolaşırlar”. Sonra gördüm ki, o insanlar, Yılmaz Öztuna’nın da, İlber Ortaylı’nın da etrafında dolaşmaktadır.
Patton filminde, General Patton, çekilen Alman Birliği’nin kaçarken terk ettiği bir askeri aracın üstüne konmuş sedyeye ve yaralıya bakar: “Kaybediyorlar.” der. “Moskova’dan çekilirken de sedyeleri topların arkasına bağlamıştık.” Sözünü ettiği, Napolyon’un Moskova’dan çekilmesidir.
Tarih şuuru, bizim vermeye çalıştığımız gibi siyasî tarih değildir. Kötü anlatılmış kusursuz süpermenlerle, kara giysili kötü adamaların hikâyesi de değildir. Sadece başarılardan, zaferlerden ibaret değildir. Zaferlerdir ama aynı zamanda yenilgilerdir. Başarılardır ama aynı zamanda felâketlerdir. Yalnız şan şeref değil ızdıraptır, acıdır. Tarih şuuru bürokrasi değildir; insandır.
Fikir ve ülkü adamı Nihal Atsız, birinci sınıf bir tarihçiydi de. Şu satırlarla benim derdimi, benden iyi anlatmaktadır:
“Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla güdülen gayelerden birisi de, gençlere, millet ve yurt sevgisi aşılamaktır. Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerektir. Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olmayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiç bir erdem doğmaz. Çocuklar, kendi edebiyatlarını, tarihlerini okurken düşünürler, muhakeme yaparlar, sevinirler, kızarlar, beğenirler, tenkid ederler; fakat sonunda bütün zaferler ve bozgunları ile, iyi ve kara günleri ile Türk tarihi, Türk kültürü, Türklük sevgisi gönüllerinde yer eder. Hattâ bazan bütün o okunan cilt cilt kitaplardan, akıllarda hiç bir şey kalmaz da gönüllerde bir millî sevgi ve inanç kalır ki, istenilen de, esasen odur.”[2]
Maalesef hiç birimiz böyle bir tarihi okumadık. Onun için amnezi içindeyiz. Kişiliğimizden emin değiliz; “Biz kimiz?” sorusuna cevap vermekte güçlük çekiyoruz.
* * *
Türkler, daha üç-beş nesil önce, yurtlarının yarısını kaybettiler. Adına “Rumeli” diyorlardı. Tıpkı Anadolu’ya da bir zamanlar “Diyar-ı Rum” dedikleri gibi. Yani Roma… Az önce küçüğünden büyüğüne, İzmir’i kurtaran komutanlarımızın menşelerini bu yüzden saydım: Tatar Şerafettin Yüzbaşım, İşkodralı Fahrettin Paşam ve Selanikli Mustafa Kemal Paşam! Emperyalist dönemin düvel-i muazzaması, bugünün terminolojisiyle süper devletleri, buralarda vahşi bir etnik temizlik uyguladı. İnsanlarımız ya katledildi, yahut sürüldü. Nüfus yapısı kökten değiştirildi. Bunu normal karşılayan bir mantık, Anadolu’dan sürülüp Dış Moğolistan’a gitmemiz gerektiğini de normal karşılayacaktır. Veya Amerikalıların Amerika kıtasında katledilip, sürülüp İngiltere’ye göç ettirilmesini de. İki fark var; biz Rumeli’de Amerikalıların Amerika’da oturduğundan kat ve kat daha fazla kalmıştık. Belki ikinci ve daha önemlisi: Ora halkını katletmemiştik.
Bu satırlar “gidip Rumeli’yi geri alalım” daveti değildir. Fakat nereden geldiğimizi, ne olduğumuzu, neler geçirdiğimizi anlamamız gerektiği çağrısıdır. Amneziye isyandır.
Üsküplü Yahya Kemal, 1921 yılında şöyle yazıyor:
“Kalbi olanların dili yok; dili olanların kalbi yok Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu; bu devir bir taraftan ağrılarıyle, sızılarıyle, acılarıyle, ölümleriyle, mâtemleriyle, hasretleriyle, bir taraftan da atılışlariyle, isyanlariyle, ümidleriyle, emelleriyle, hârikalarıyle o kadar feyyaz bir devirdir. Büyük millet şerefli zamanlarındaki lisanını Yunus Emre ve Süleyman Çelebi gibi, Fuzulî, Bakî gibi, Nef’î ve Nedîm gibi, saz şairleri gibi öz oğullarına emanet etmişti… O şâirler öldüler. Milletten emanet aldıkları lisânı keşke berâber götürselerdi, götürmediler; kâtiplere terkettiler.”
İşte bizim çocuklarımıza okuttuğumuz tarih de bu kâtiplerce kaleme alınmıştı. Lehistan’ın bize bilmem kaç kara kuruş vergi verdiğini ezberlerdik de ne Lehistan’ın neresi olduğundan, ne da kara kuruşun değerinden haberimiz vardı. Atatürk “Samsun’a ayak basardı”. Ne işin zorluğunu hissederdik, ne işgalin acısını, ne millî ve milletler arası siyasî ortamı. Atatürk diye bir süpermen vardı ve eninde sonunda bizimkiler maçı kazanacaklardı. Bu tarih, yirminci asırda Allah’ın Türklüğe en büyük hediyelerinden Mustafa Kemal’i bile devalüe ediyordu.
“Vatan, millet, Sakarya” diye seslendirilen Türklüğü aşağılayıcı tekerleme bu tarih şuursuzluğundan doğdu. Size, Sakarya Meydan Muharebesi hakkında bazı gençlerin Ekşi Sözlük’e yazdığı birkaç satırı aktarayım:
“komplo teorisi üretmeye meraklı bir milletin bireyi ve eski bi sakaryalı olarak böyle bi savaşın sadece efsaneden ibaret olduğunu, böyle iyi olayın tarihi tiyatro kurulup kahramanlık destanlarına bir yenisi eklemekten ibaret olduğunu söyleyebilirim.
(notr, 23.09.2001 23:28)
“o siralar enver paşa’nin rusya’da duruma mudahele etmek ve meclisin ba$ina gecmek icin bekledigi soylentileri vardi . eger bu sava$in sonucu bizim aleyhimize olsaydi, ataturk’un buyuk puan kaybedecek olmasindan dolayi bu eylemleri gercekle$tirecegi rivayet ediliyordu .
(set, 13.05.2001 12:37)”[3]
Biliyorum, Ekşi Sözlük yarı şaka, yarı ciddî bir yerdir. Ama amnezinin derecesi şaka kısmında da ciddî kısmında da âşikar. Çocukluklarında, “Birinci Dünya Harbi’ni kazandık ama müttefiklerimiz kaybettiği için biz de mağlup sayıldık” gibi saçmalıkları tarih diye okumuş nesillerden ne bekleyebilirdik ki? Bu satırları yazan gençlere kızmak yerine şu çığlığı anlamalıyız: “Size inanmıyoruz! Samimî değilsiniz!”
Yeni Zelandalılar, kendilerinin millet olduğu şuuruna Çanakkale Savaşı ile vardıklarını söylerler. Eğer bu doğruysa, Çanakkale de, Millî Mücadele’nin her bir muharebesi de birkaç milleti şuurlandırmaya yeter. Böyle bir tarihten şuursuzluk çıkarmak ancak Yahya Kemal’in “kâtipler”iyle başarılabilinirdi ve ne yazık ki büyük çapta başarıldı.
* * *
Yahya Kemal devam ediyor:
“Bu satırları yazdığım masanın üstünde üç kitap duruyor… biri de Muhâcirîn Müdüriyyet‑i Umumiyyesi’nin son günlerde neşr ettiği siyah kaplı bir kitap… Elime alıp okudukça, gözlerim ateş karşısındaki gibi hârelendi. Kaç defa elimden bıraktım… nihayet sonuna kadar, bir acı ilacı içer gibi okudum. Bu siyah kitabın lisanı bu nama lâyık bile değil, çetele gibi âdî bir tarif vasıtası, lâkin içindeki bu âdî vasıtayla, derme çatma bir kılıkta tasvir edilmiş bir âlem var ki bütün bir devrin şiirini, nesrini, musikisini, resmini canlandırabilir. Hem de zannedersem bu siyah ciltte bu milletin yalnız bir kısım ağrıları var…”[4]
Yahya Kemal’in okuduğu küçük kara kitap, bir devlet dairesindeki kâtiplerin Balkan bozgununun insan envanterini yaptıkları resmî bir belgedir. O envanterin şaire etkisi bir yazıya sığmaz. Bir başka makalesinde devam eder:
“…bu kitabın sahifeleri gibi nice sahifeler okudum ki bilhassa acılarının tadına doyamadım… Dostoyevski namında bir Rus’un, bu siyah kitap kadar siyah bir kitabını okudumdu; içinde vücutları ve kalpleri ağrıyanlar, benim kanımdan, dînimden, dilimden değildiler, bir zaman o Rus’un kitabında görüp de sevdiğim ve acıdığım o insanlara kendi milletimden daha yakınım…”
Sonuç cümlesi de şöyledir: “Zâikamızı başka bir âlemin şâirleri terbiye ettiler.”[5]
Yahya Kemal’in söyledikleri, İspanyollar’ın yok ettiği İnkalar’ın dilinde 1600’lerde yazılmış şu satırlarla paralellik taşıyor: “Yerli denilen bu insanların cedleri daha önce yazıyı bilselerdi, bugüne kadar yaşadıkları hayat, silinip gitmeyecekti. Bugün Vira Cochalar’ın (İspanyollar’ın) güçlü geçmişleri nasıl biliniyorsa, onlarınki de görünür olacaktı.”[6] Yazıyı bilmemekle, bilip de anlatamamak arasındaki fark o kadar da büyük değil.
* * *
Tarihi bir türlü insanlaştırmama, dolayısıyla hissettirememe bir tarafta dururken, bir başka sapma, tarih düşmanlığıdır.
Dil bahsinde üzerinde durduğum, “Ben bu milleti çok seviyorum ama dilini, tarihini… değiştirmek lâzım” anlayışı, adı üzerinde, tarihe de yönelmişti. Hâlâ yönelmektedir. Osmanlı’yı aşağılamak göreviyle devletten para alan insanların bulunduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım.
Yukarıda, Atsız’dan aldığım satırlar ne kadar doğrudur. Osmanlı da, Selçuklu da, ondan öncesi ve çok öncesi de bizimdir. Bizdir. İyisiyle, kötüsüyle… Dünyanın diğer milletleriyle karşılaştırdığımızda tarihimizin iyisi çok daha fazla, kötüsü çok daha azdır.Atsız aynı yazıda, Ali Canip Yöntem’in, o yıllarda liselerin dokuzuncu sınıfında okutulan “Edebiyat” kitabındaki bir cümleyi nakleder: “… O aralık Abdülmecit tahta geçmişti. Bu, her Osmanlı padişahı gibi gaafil ve biçare bir adamdı”. Sonra yazı boyunca tek tek Osmanlı Padişahlarını ele alır. Böyle bir cümlenin, bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman okul kitabında yer alması hayal bile edilemez.
Böyle bir “millî eğitim”den yetişen kadroların yarattıkları acı olaylar vardır. Birisine şahit olmuştum. 1970’li yıllarda, Bağdat Sefaretimizde istihbaratla görevli bir elemanımızın, merkeze gönderdiği raporda bir Türkmen’den bahsediliyordu. İstihbaratçımız, bu kişinin “Turancı eğilimleri” olduğunu, dolayısıyla pek itibar edilmemesi gerektiği kanaatini ifade ediyordu. Amnezi! Tam da yazının başına koyduğum “Ben kimim? Burası neresi? Saat kaç?” sorularının sorulacağı patolojik bir vaka![7]
* * *
Osmanlı, Cumhuriyet’in antitezi ve anti layik! Selçuklu sarayda Farsça konuştuğu için pek makbul değil. Göktürk’e gidersek ortaya kurtlar falan çıkar. Onun için tarihimizde reform yapıp, proto-Türkleri keşfetmeye çalışanlarımız da var. Öyle ya, bunları boşayınca bize başka bir tarih yakıştırmak lâzım. Taşa yazıldıkları için sert açı yapmaya mecbur bütün yazıları Türk yazısı saymak, kelimelerdeki harflerin yerlerini değiştirerek bütün dünyada Türk keşfetmek gibi “bilimsel” vasıtalarla bu proto- Türkleri her gün kovalıyoruz ama bir türlü şöyle sağlamca ele geçiremiyoruz. Anlamadığım şey, eski ve yeni bütün milletler aslen Türk olunca, Türkler de aslen onlar olmuyor mu? Adem Baba aslen Türk ise, aynı zamanda Fransız, Hintli ve Arap değil midir? Bu mudur milleti yaratan tarih şuuru!
“Kâtipler”in tarih düşmanlığını da insanlık tarihi ilk kez görmüyor. Milletsiz devlet yaratma teşebbüsü daha önce de Çin’de, Ch’in hanedanı zamanında (M.Ö. 221) var: “Ch’in devlet adamlarının tek bir değer ölçüsü vardı: Devletin gücünü ve etkisini azamiye çıkarmak. Bunun önünde duran her şey yok edilmeliydi…. Ch’in otoriteleri miras alınan kültürün yeni devlet üslubuna karşı diye değerlendirdikleri her cephesini ezip yok etmeyi görev bildi. Teorisyenlerinden biri, bunu şöyle açıklıyordu, ‘Zeki bir hükümdarın ülkesinde kitaplarda veya bambu şeritlerde edebiyat olmaz; kanun tek doktrindir; eski kralların vecizeleri yoktur. İnsanlar için tek model memurlardır..’ Buna uygun olarak önde gelen bir Ch’in devlet adamı, şu pratik tavsiyede bulundu, ‘bugünü eleştirmek için geçmişi kullananlar, akrabalarıyla birlikte öldürülecektir’. Başka bir deyişle, geçmiş, ne bir otoriteye ne de bir değere sahipti ve aksini iddia edenler yıkıcıydı. Devlet, kitapları yakmaya ve iddia edildiğine göre fikir adamlarını diri diri gömmeğe koyuldu. Sonuçta, imparatorluk öncesi Çin mirasından günümüze pek az şey kaldı.”[8]
Kültür ihtilalini Mao’nun icat etmediği görülüyor. İroniktir ki, kültürünü gömme teşebbüsü yine kendisine ait bir kültüre dayanmaktadır. Ch’in hanedanının ancak 15 yıl yaşayabildiğini ilâve edelim.
Türk siyasî ve sosyal yapısını anlamaya çalışanlar, Çin, İran gibi diğer merkezî ve devlet öncelikli yapıları dikkatle incelemelidirler.
* * *
Peki ne olacak? Bunlar önemli mi?
Hem de nasıl önemli.
A. B. D. Başkanı Carter’in güvenlik danışmanı, dış politika ve strateji uzmanı Zbigniew Brzezinski’nin “The Grand Chessboard” (büyük satranç tahtası) kitabı, şimdiden bir klasiktir. Bu kitapta Brzezinksi hoca, dünyanın önemli milletlerini tek tek inceler. Pek tabiî, her millet için baktığı nitelikler arasında askerî güç (özellikle bu gücün menzili), ekonomik güç v. s. vardır. Fakat her millet için de “kendini nasıl gördüğü” en önemli ölçütlerden biridir. Her biri için, “büyük devlet geleneği var mıdır?” diye sorar… Dikkat ediniz; Brzezinksi’nin kitabı bir tarih veya tarihî edebiyat kitabı değil, aktüel bir strateji ve dış politika kitabıdır.
Yakın zamanda Alev Alatlı, tarih şuuru yoksunluğunun uluslararası dengelerdeki ağırlığını, Ernest Renan’ın Türkler hakkındaki bir değerlendirmesiyle bize tekrar hatırlattı. Alatlı, Orhan Pamuk’a Açık Mektup başlıklı dört makalelik serisinin birincisinde şöyle diyor:
“Avrupalı olmayan halkların özelliklerinden birisi de alternatif tarihlerini oluşturabilecek sivil belgelere, güncelere, edebiyata sahip olmamalarıdır. Oysa, 1910’larda Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin düşmanca tutumuyla ünlenen Ernest Renan’ın kelimeleriyle: ‘Bir devleti kurtaran kuvvet manevi bir uyanıştır. Bu milli ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle bir şey yoktur. Türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır.’ Türkler, Araplar, Kürtler ya da İranlılar, bölge halkları için geçerli olan bu olgunun sonucu, deneyimlerinin, uğradıkları haksızlıkların, trajedilerin, emel ve ideallerinin yaşanan gerçeklerle doğrudan bağlantısı olmayan, sorumluluğunu taşımayan kalemler tarafından takdim edilmesidir. Bu kalemler, Batı’nın Türkler ve Müslümanlara karşı yüzlerce yıllık önyargılarından kaynaklanan kültürel şablonlarından kurtulamazlarken, aynı kaynaklardan beslenen yerli aydınlarımızın bizi güçlükle katlanılabilen bir belâ konumuna indirgeme eğilimlerine büyük bir hevesle katkıda bulunmalarına içerliyor, teessüf ediyorum”[9]
Yine yakın zamanda hem de bir asker, tarih şuurunun en yüksek düzeyde bulunmasını beklediğimiz o mesleğin bir mensubu, Filistin veya Yemen için, “Orada ne işimiz vardı?” diye soruyordu. Renan’ın ve Yahya Kemal’in tarif ettiği kalpsizlik, şuursuzluk içinde, “Üsküp’te, İşkodra’da, Selânik”te ne işimiz vardı?” diye de sorabiliriz. Maazallah Millî Mücadele’yi başaramasaydık, eğer hâlâ bizdeyse, Sivas veya Konya’da oturup, “İzmir’de ne işimiz vardı?” diye de sorabilirdik.
Halbuki, çağdaş millî devletlerin çocuklarının tarih “zaikası”na her gün şahit olmak mümkün. Eğer onları izleyebilecek kapasiteye sahipseniz…. A. B. D. Başkanı George W. Bush, Irak Harbi hazırlığı sırasında dinlenirken ne okuyordu biliyor musunuz? Birinci Dünya Harbi sırasında, bize karşı Mısır’da hazırlanan Avustralya ve Yeni Zelanda (ANZAC) birliklerinde görev yapan İskoç papaz, Oswald Chambers’in o dönemdeki vaazlarını.[10]
Kariyerini, Araplar’ı bize karşı kışkırtarak yapan T. E. Lawrence’in Birinci Dünya Harbi’nde bizim güney cephemizi anlatan “Bilgeliğin Yedi Sütunu” kitabı bir strateji, istihbarat ve yıkıcı operasyon klâsiğidir. Diplomatından askerine bu kitabı okumamış bir batılı düşünemiyorum. “Bu, Türklerin askeri gücüne değil, zihinlerine ve kalplerine karşı verilen bir savaştır” en çok tekrarlanan cümlelerinden biridir. Fakat Türklerin zihinleri ve kalpleri ne o zaman ne de şimdi bu savaştan haberdardı; ne de Lawrence’in bu sözlerinden.
* * *
Tarih şuuru bahsinde, ne olduğundan ziyade, gerektiği gibi olmadığından yakındığımın farkındayım. Fakat, tıpkı dildeki gibi, geleceğimizi, bu alanda da karanlık görmüyorum.
İçinde insanımızın bulunduğu tarih şimdi yazılmakla kalmıyor, okuyucunun büyük ilgisini de çekiyor. Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler”ine gösterilen ilgi bu aydınlığın en güzel örneklerinden biri.
Yılmaz Öztuna, İlber Ortaylı gibi ciddî tarih imzalarının en çok satan listelerinde yer alması da öyle…
Gazetelerin Murat Bardakçı gibi tarih yazan kalemlere köşe, hattâ sayfa ayırması da…
Son bir-kaç yılda gençlerin ön-ayak olduğu bir sivil hareket (Ercan Erol’un Nusrat Çalışma Grubu), Çanakkale Deniz Zaferi’nin önde gelen kahramanı Nusret Mayın Gemisi’ni jilet olmaktan kurtardı.
Türkiye’nin 1890 yılında büyük devlet şuuruyla Japonya’ya gönderdiği ve dönüş yolunda batan ve sinesinde 550 şehidi barındıran Ertuğrul Fırkateyni’nin çıkarılması için Tufan Turanlı ve Giray Velioğlu öncülüğünde yürüyen sivil teşebbüs, bir başka örnek.
Seyahat acentaları, büyük taarruz gezileri düzenliyor ve binlerce kişi, Ağustos sıcağında Ahırdağı’nı, Belentepe’yi, Dumlupınar’ı, ziyaret ediyor.
Yahya Kemal’le bitireyim:
“Mütareke esnasında, gaaliba Akşam’da, Sarıkamış’ta bulunmuş bir zâbitimiz, o faciayı çok meraklı ve sürükleyen bir anlatışla, gördüğü, bildiği ve anladığı gibi, her gün çıkan bir tefrikada naklediyordu…. bu tefrikanın bir an evvel tâtil edilmesini münasip görüyorlardı. Gaaliba da öyle oldu, yahut da hikâye tadında bırakıldı; tefrika bitti. Bu hâdise beni o zaman çok düşündürdü: Düşündüm ki Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da, Rusya’da, her yerde Cihan Harbi’ni askerler kadar siviller, orduda nefer olarak bulunmuş edibler binlerce ve binlerce kitapla tasvir ettiler.
“Bu bizde niyçün mümkün olamıyor? Sarıkamış’tan harb içinde bahsetmenin sırası değildi, Mütareke esnasında sırası değildi, ah, şimdi de sırası olmasa gerektir, Enver Paşa’nın zamanında ağzını açamayıp da şimdi söylemek merdliğe yakışmaz. Lâkin…”[11]
Birkaç satırda hem belirtiyi, hem hastalığı teşhis ediyor Yahya Kemal. Görüyoruz ki bu anlayışa göre tarih milletin değil, siyasetin ve her nefesi izlemek isteyen devletin işidir. Tarih gerekiyorsa Tandoğan yazacaktır… Bize ne oluyor?
Ve sözünü ettiğim ışık: Geçen yıldan beri binlerce insan Sarıkamış yürüyüşüne kalkıyor; şehitlerin ruhunu şad ediyor. Demek ki Yahya Kemal’in serzenişinden seksen yıl sonra, artık vakti gelmiştir.
Türk milleti, amneziden kurtulmaktadır artık.
_____________________________________________________
[1] Seçim kampanyası sırasında bu isim değişikliğini yapan başkan, mahalledeki bir kahvede, yaşlılar tarifından hesaba çekildi. Savunması, “Bilmiyordum” oldu. Değişikliği değil, Şerafettin Bey’in kimliğini bilmiyormuş. Özrü kabahatinden büyük sözü böyle olaylar için icad edilmiş olmalı. Hiç olmazsa belediye başkanlarımızın okur yazarlığına dikkat etmeliyiz.
[2] Nihal Atsız, “Türk Tarihinde Meseleler”, Afşın Yayınları, Ankara, 1966. Sayfa: 84.
[3] http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=sakarya+meydan+muharebesi&nr=y&pt=sakarya+savasi
[4] “Kalble Dil”, Dergâh, 16 Mayıs 1337 (1921). “Edebiyata Dair”, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 2. Baskı (1984)’ten aldım.
[5] “Acıların Tadı”, Dergâh, 1 Haziran 1337 (1921).Aynı yerden aldım. “Zaika”, kaybedip yerine bir başkasını da koyamadığımız kelimelerimizdendir. İngilizce’deki “tad” değil de “zevk seviyesi” anlamında kulanılan “taste” en iyi karşılığı galiba. Sözlükler, “tad, tadım” diye yaklaşmaya çalışıyor. “Zaikası eski musikimizden tad alacak seviyedeydi” cümlesinden anlaşılacağı gibi “tad” değil… Yahya Kemal’in “Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden” mısraı, hoşlanmadığı bu hislerinin şairce bir yalanlaması olsa gerek. Onun zaikası, Islav kederinden de zevk alacak düzeydedir.
[6] “A Brief History of the Human Race” Michael Cook, W. W. Norton & Company, New York: 2003, sayfa 97.
[7] Irak Türklerine, Misak-ı Millî sınırlarımızın içindeki bu milletdaşlarımıza, İngilizler’in usta bir kurnazlıkla yakıştırdığı “Türkmen” etiketini bizim de çekinmeden kullanmamız, bir başka amnezi örneğidir. Acaba, sınırlarımızın dışında kalsaydı Urfalı veya Aydınlı’ya ne diyecektik? Türkî mi?
[8] Michael Cook, a. g.e., sayfa 185- 186.
[9] Zaman Gazetesi, 7 Mart 2006, Yorumlar.
[10] Kevin Philips, “American Theocracy: The Peril and Politics of Radical Religion, Oil, and Borrowed Money in the 21stCentury”, Viking Adult (2006)
[11] Yahya Kemal, a. g. e., “Edebiyatımız niçin cansızdır?”.