Rekin Ertem, aşkları kitaplara geçmiş bazı edebiyatçıların serüvenlerini “Seni Sevdim Roza” adlı eserinde toplamış. Bir de “Mustafa Kemal Atatürk’ün Kadınları ve Fikriye”sini de bunlara ilave etmiştir.
Önsöz yerine diye Batı’dan ve Doğu’dan aşka dair güzel sözler derlenmiş. Eflatun’un “Aşk ağır bir beyin hastalığıdır.” cümlesi karşı cinsten olan insanların birbirlerine olan ilgisini ifade eder. Mevlânâ ise İlahi aşkı şöyle tarif eder: “Aşksız olma ki ölü olmayasın. Aşka öl ki diri kalasın.”
Mustafa Kemal’in yirmi yaşında Harp Okulu öğrencisiyken tuttuğu günlüğün sayfalarında şunlar yazılıdır: “Selanik’ten geleli üç ay kadar oldu. Gelişimin ilk günlerinde hayatın düzenine ayak uydurdum zannında idim. Manen, maddeten esiri olduğum ıstırabımı def etmiş gibi görünüyordum. Lakin, heyhat! Bugün bilmem kaç yüzüncü defa olmak üzere yine kalbimin bütün şikayet iniltilerini işitmekle ağlıyorum, her vakit gibi, bu dakika dahi.” Bu satırların altına da şu şarkı sözlerini ilave etmiş: “Bir günah ettimse canan suz-ı nak oldum yeter / sağ iken helak oldum, sonra oldum harap yeter / pay-ı ağyara sevdim, sanki hak oldum yeter / bir günah ettimse canan, suz-ı nak oldum yeter.” Mustafa Kemal bir aksiyon adamıdır; bir romancı, şair misali bir kişinin etrafında dönüp durmaz. Rekin Ertem’in anlattığına göre, onun hayatında pek çok aşk var; Müjgan, Selanikli Hatice, Sofya’da görev yaptığı zaman Dimitrina Koveçeva, Fikriye, Latife… Tabii bunların içinde Fikriye’nin acıklı hikâyesi insanın içine dokunuyor.
Yahya Kemal, on dokuz yaşındayken bize ait ne varsa nefret ederek Fransa’ya gitmiş, 1912 yılında Müslümanlaşmış ve Türkleşmiş bir halde geri dönmüştür. “Bir gün veda edip o diyarın hayatına / Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına” dediğinde İstanbul’da “benim evim” diyeceği bir yer bulamaz. Zaten bütün büyük sanatkârlar hayattan muhacirdir. Parasız pulsuz olarak İstanbul’da yaşamaktadır. Ressam olan Çelik Hanım’la tanışır. Hayatta üç şeyden mahrum bulunduğunu yine Yahya Kemal’den okuyoruz; “Birincisi evlenip yuva kurmak, ikincisi bir ev sahibi olmak, üçüncüsü bir kenarda kimseye muhtaç olmayacak kadar para sahibi olmak.” Belki bunlara sahip olsaydı, şu güzelim “Vuslat” şiirini yazamazdı: “Ey talih! Ölümden de beterdir bu karanlık / Ey aşk! O gönüller sana mal oldular artık / Ey vuslat! O aşıkları efsununa ram et / Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!”
Peyami Safa’nın hayatı gerçekten çilelidir. Küçük yaşta babası ölür; artık o İsmail Safa’nın yetimidir. Kemik veremine yakalanır; uzun hastalıklardan sonra az da olsa sağlığına kavuşur. Küçük yaşta okulunu ailesinin geçimi için terk eder. Sonra Nebahat Hanım’la nişanlanır; nişanlısının evinde kaldığı günlerde okumak üzere Nebahat’in kitaplarından bir tane alır; onun adına yazılmış bir reçeteyi görür. Peyami Safa’nın yüksek bir tıp bilgisi vardır; hapların sakinleştirici olduğunu anlar. Bir genç kızın kalbini kesinlikle hayal kırıklığına uğratmak istemez; evlenirler, Merve adında bir çocukları olur. Nebahat Hanım hastalanır, onu iyileştirmek için her çareye başvurur. Türk doktorlardan şifa bulamayınca Nebahat Hanım’ı Avrupa’ya götürmek ister. Eşinin tedavisi için gerekli olan parayı ancak kitaplarının telif haklarını yayıncısı Garbis Fikri’ye satarak bulur. Eşinin hastalıklarıyla uğraşırken oğlu Merve’nin Erzincan’da askerlik vazifesini yaparken vefat ettiği haberini alır. Oğlu Şişli Camii’nden alınıp Edirnekapı Şehitliği’ne götürülürken merhum Reşat Ekrem Koçu yakınlarına şunu söyler: “Çocuklar, mezarlığa sadece Merve’yi değil, Peyami’yi de götürüyoruz.” Oğlundan sonra Peyami Safa fazla yaşamadı; ortada görülen Peyami’nin bedeniydi. Son yazısı “Ordu ve Politika” başlıklıydı; 27 Mayıs darbesinden sonra rahmetli Menderes’i öven makaleler yazdığı için darbeciler onu mimlemişlerdi. Mezarının başında bir nümayiş çıkmaması için sıkıyönetim sert tedbirler almıştı. Ama Nizamettin Nazif, asker çemberini yararak çıktı ve konuştu: “Bugün Peyami’nin son yolculuğunda söylenecek sözler vardır. Bunu kimse engelleyemez. O, farklı bir insandı, o bir millet adamı idi. Vatansever, entelektüel idi. Boyumdan yüksek kitapları vardı. Bizi bırakıp giderken kendini bizim gibilerden mahrum bırakmaktadır. O koca Peyami’dir, onun yanında kelimeler acizdir.”
“Seni Sevdim Roza” kitabını yazarken Rekin Ertem, Sezai Karakoç ağabeyimizin aşkından da elbette söz etmeliydi. Çünkü onun aşkı mutlaka çok derindir. Hayatta kaç kişi onu kahkaha atarken görmüştür. Milletimizin ıstırapı, İslam medeniyetinin düştüğü durum yüzüne bir maske gibi geçmiştir. Ama o da bir insandır; yüreği birini görünce titrer; fakat o titreme kesinlikle sıradan bir insanınkine benzemez. Onun aşkı bir devin aşkına benzer; zira onun yüreği bir hindistancevizini andırır; dışındaki kabuğu kırıp içine girmek gerekir. Hangi hanım şu ölümsüz şiirin kendisine yazılmasını istemez; “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa / Henüz dinlemedin benden türküler / Benim aşkım sığmaz öyle her saza / Her güzel şarkıyı bir kurşun söyler / Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.”