Tırnaklı harflerin tırnakları nasıl çıktı? Sayfa niçin “bağlanır”? Kitap, gazete yazısı niçin “dizilir”? Nihayet, 30 yaşın altındaysanız, teksir kâğıdındaki “teksir” nedir?

Bu sonuncuyu öğrencilerimden öğrendim. Teksir makinesini, teksir işlemini hiç görmemişlerdi ama kırtasiyeciler hâlâ ucuz kâğıda “teksir kâğıdı” diyorlardı. Teksir, yani “çoğaltma”, kuru, hızlı ve ucuz fotokopi yokken, yani 1980’den önce kullandığımız metin çoğaltma yöntemiydi. Yazı, ince bir mum tabakası ile kaplı şablona daktiloyla yazılırdı. Daktilo, mumlu tabakayı deler, yazılmış kısımlar mürekkep geçirir hale gelirdi. Sonra şablonu teksir makinesine takardık. Makinenin kolunu her çevirişimizde bir teksir kâğıdı silindirin üzerine alınır, şablonun mürekkep sızdıran kısımlarından metin kâğıda geçer ve kâğıt, öbür uçtan çıkardı.

Tırnaksız, “san-serif” harflere, hani Arial, Univers gibi şık hurufata “modern” de denir. Times Roman gibi klasik görünümlülere tırnaklı veya serif diyoruz. Biliyorsunuz Gutenberg, Çin’den yaklaşık beş asır sonra matbaayı yeniden keşfetti. Gutenberg matbaasının en büyük yeniliği hareketli harfler, yani yazının daha önceden tek tek hazırlanmış harflerin yan yana getirilerek yazılmasıydı. Elinize, satırınızın uzunluğuna göre ayarlanmış bir “kumpas” alırdınız. Sonra önünüzdeki kasadan harfleri tek tek kumpasa “dizerdiniz”. Dizdiğiniz harflerin alttan ve üstten iyi hizalanmasını sağlamak için de harflerin altta ve üstte “tırnak”ları olması gerekirdi. Sayfanın tamamı dizilip bitirildiğinde dağılmasın diye sicimle bağlardınız.

Sayfa düzeni çoktan bitti

Kitabın tamamı dizilip bağlanmadan kaç sayfa tutacağını, hangi yazının hangi sayfada yer alacağını bilemezdiniz. Bu yüzden eski kitapların “İçindekiler” bölümleri başta değil sondadır.

Matbaadan önceki harfler, meselâ Romalılar’ın, Elenler’in antik şehirlerde mabetlerde, duvarlarda, el yazmalarında rastladığımız yazılarda harfler tırnaksızdır. O teknolojide tırnağa ihtiyaç yoktu, düşünülmemişti. Baskı teknolojisi tırnak gerektirmeyecek noktaya geldikten sonra tırnaksız harfler yeniden keşfedildi ve bu en eski tarza bu defa modern dendi! Bu modernistlerin hiç doğru işi yok mu?

İntertipi, linotipi falan anlatmayacağım. Bu yazı matbaacılık tarihi yazısı değildir. Bu yazı eski teknolojilere nostalji, yeni teknolojilere hoş geldin yazısıdır. Büyük çapta da kâğıda erken bir veda yazısıdır. Belki fazla erken. Zaman gösterecek…

Sayfa, Gutenberg’e kadar yazının yazıldığı tek kâğıt şekli değildi. Kâğıdın veya derinin rulo şeklinde de kullanıldığını da görüyoruz. Fakat ruloya baskı yapamazdınız ki. Rulo terk edildi. Bastığınız metin bir sayfaya sığmıyorsa yaprağı çevirip diğer yüzüne de baskı yapabilirdiniz. Bir başka yol, baskıdan sonra kâğıdı ikiye katlamaktı. Böylelikle dört sayfaya çıkılıyor ve böyle baskılara “folyo” deniyordu. Her yüzünde sekiz sayfa taşıyan, katlandığında toplamı on altı sayfaya çıkan “forma”lar nispeten yeni tarzlardır. Formalar katlanıp üst üste konulup kitap halinde ciltlendikten sonra sırtın dışında kalan üç tarafı matbaa bıçağıyla kesmek zahmetli ve ek bir iş olduğundan her zaman yapılmazdı. Bu, okuyucuya bırakılırdı. Yaşı kemale erenler, bazı kitap ve dergileri katlama yerlerinden kesip açtığımızı hatırlayacaklardır.

Bükülebilen ekranlar

Kâğıttan önce kil tablete kazır; taşa, tahtaya yontardık. Deriye de yazardık. Bunlardan papirüse, parşömene geçmek muhakkak ki dev bir adımdı. Buraya kadar anlattıklarımızın tamamı, yazının kâğıt üstüne yazıldığı veya basıldığı dönemlerin kavramları. Sayfalar, sayfalar ve kitap, dergi, gazete… Binlerce yıl böyle yazdık, böyle okuduk. Ne demiş Marshall McLuhan: “Ortam mesajdır!”. Veya ortam yerine “medya” demek isterseniz, “medya mesajdır”; ortam mesajın kendisidir.

Şimdi yazı için başka bir ortam var. Ekran! Artık ekrana yazıp ekrandan okuyoruz. Acaba neler değişti de henüz farkında değiliz? Acaba ihtiyaç kalmamışken harflerimiz hâlâ tırnaklı mı? Sayfa da bağlanma da kalmamışken sicim mi arıyoruz?

Ekran hayatımıza hissettirmeden girdi. Önce televizyonla. Sonra bilgisayarla. Sonra yanımızda ekran taşımaya başladık. Telefonunuz ekransızsa, bir sonraki modeli ekranlı olacaktır. Erken uyumlulardansanız tabletiniz vardır. Bilgisayar ekranından okumak kâğıttan okumak kadar rahat değildi. Fakat e-mürekkep, amoled gibi yeni ekran teknolojileri bu konfor farkını ortadan kaldırıyor. Kâğıt gibi bükülebilen ekranlardan bahsedilmeye başlandı. Geriye sadece alışkanlığımız kalıyor. Kâğıdın kokusu, kitabın elinize teması diyorlar… Fakat ekrana, SMS’e, tuş tıklatmaya kitaptan, kâğıttan daha alışkın bir nesil geliyor. Bugün dünyanın birkaç yerinde çocuklar okul kitapları yerine tablet kullanıyor. Yarın bizde de kullanacaklar. Daha kolay, daha ekonomik olacak.

Farkında mısınız? Ekran varsa sayfaya ihtiyaç yoktur! Elektronik kitap dosya cinslerinden ePub, şimdi okuyucuya soruyor, “Sayfa mı istersiniz, sayfasız sürekli metin mi? Sayfa numaralarını da kaldırayım mı?”. Sayfanın yalnız boyu değil, eni de ekrana göre ayarlanıyor. Peki, niçin hâlâ inatla “sayfa” diyorum/ diyoruz?

Yıllar önce bir reklamda, kokoreççi ile kestaneci Banu Alkan’a, “Neden kendinize bir site yapmıyorsunuz?” diye soruyordu. O da, “Ben müteahhit miyim?” gibi bir cevap veriyordu. İxir’i hatırlıyor musunuz? Hani “yazıldığı gibi okunur”… Bugün o reklâmın esprisi kalmadı. Kokoreççi ile kestanecinin internet’te dolaşması artık olağan. Banu Hanım’ın sitenin ne olduğunu bilmemesi de mümkün değil. Web “site”leri ne kadar “site” ise, web sayfaları da ancak o kadar sayfadır. Elektronik kitapların “sayfaları” da…

İki türlü yayın vardı. Kitap ve süreli yayınlar.

Süreli yayınlardan başlayayım. Frenkçesiyle “periyodik”, belli periyotlarla çıkan; bizde de “vakitli” anlamında “mevkute”!

Niçin vakitli? Başka türlü nasıl olur? Yazı “dizilecek”. Satır satır kurşun dökülecek. Sayfa bağlanacak. Ofsette kurşun yok… O halde film çekilecek, kalıp yapılacak. Web çalışacak. Bu web, internet’in ağı değil, ağ ofseti denilen bir baskı tekniğinin web’i. Gazeteler balyalanacak, kamyonlara yüklenecek, bayilere ulaştırılacak. Baskıdan birkaç saat sonra önemli bir şey mi olmuş. Eh onu da yarın yayınlarız. Kıyamet falan kopmuşsa eskiden ikinci baskı yapılırdı. Şimdi yapılmıyor. Çünkü bu ihtiyaç başka “medya”larla, meselâ televizyon veya internet ile gideriliyor.

Yıllar yıllar önce İzmir’e İstanbul gazetelerinin kamyonla ve bir gün sonra geldiğini, ihtilal (1960) falan gibi önemli şeyler olduğunda insanların kamyonu beklediğini, kamyondan yere atılan balyaların hemen açılıp balyadan gazete satışı yapıldığını hatırlarım.

Mevkuteler günlük gazetelerden ibaret değildir. Haftalık, on beş günlük, aylık, iki aylık, altı aylık dergiler, yıllıklar var. Bunların hepsi, yani “süreli yayın” basılı yayının içeriğinin belli bir zamanda tamamlanıp, hepsinin birden matbaaya gönderildiği günlerin kavramları. Ortamın kâğıt olduğu günlerin kavramları.

Periodik de değişiyor

Bir ayağı “periyodik” kavramına, diğer ayağı internet’e basan dostlarım internet’te dergi veya gazete çıkarmaya başladı. Kâğıt gazetelerin internet sitelerinden başka sırf internet’te çıkan gazeteler de var. Bunların hepsi, kısa zamanda şunu gördü ve öğrendi: Ortam fizikî değilse süreli, periyodik, mevkute kavramlarının bir anlamı yoktur. Ne diyordu haber sitesi? “Gazete olsaydık günde yirmi dört baskı yapardık!”. Onların yaptığı “baskı” da değildi. Yayınlamaydı. Her haber, her yazı, bittiği an yayınlanır. Diğerlerini beklemesine gerek yoktur. Yayınlama protokolü bugün artık web’den ibaret değil. Tabletler, e-kitap okuyucuları, akıllı telefonlar, app denilen uygulamalar günlük, haftalık, aylık mevkutelere abone oluyorlar. Bu aletleri kullanan okuyucu da mevkutelerin vakitlerinin, periyodiklerin periyotlarının ortadan kalkışına şahit oluyor.

Bazıları abone ücreti talep etmiyor. Tıpkı kâğıt üzerine basılan akrabaları gibi reklâmla geçiniyorlar. Zaten gazetecilikte gazete bazen satıldığı fiyatın üstünde bir maliyete sahiptir. Ne kadar çok basarsa o kadar masrafa girer. Fakat ne var ki, satmayan gazeteye de reklam vermezler. İşte ekran bu açmazı çözer. Gazeteyi sıfır maliyetle çoğaltır.

Ya kitaplar? Herhalde kimse “bilmem kaçıncı baskı” diyemeyecek. Belki “sürüm ~edisyon” diyeceğiz. Fakat muhakkak ki bugünkünden çok daha ucuz olacak ve daha fazla okunacak. Maliyet sadece telif ve yayıncının editörlük, grafik, pazarlama gibi hizmetlerinin bedelidir. Kâğıdın, matbaanın, postanın, kamyonun değil. Amazon yazarlara self-servis yayın imkânı sunuyor. Yazdığınız kitabı Amazon’un sitesine yüklüyor ve satışa çıkarıyorsunuz. Amazon’un rolü ne? Sunduğu pazar, yazılım ve tahsilât mekanizması. Amazon’da değilseniz insanların kitabınızı keşfetmesi pek kolay değil. Öderken kendilerini güvende hissetmeleri de zor.

Periyodiklerin ofisleri, gazetelerin matbaaları ne olacak?

İnternet çağı ve çocukları

İnternet yayıncılığı hakkındaki bir televizyon programında, İstanbul basınından bir kişi, “adam gibi bir internet gazetesi, öyle köyde kasabada değil, İstanbul’da yayınlanıyor” diyordu… Halbuki gazetenin, derginin, yayınevinin İstanbul’da değil, hiçbir yerde olmasına gerek yok. Muhabirleriniz zaten her yerdedir. Yazarlarınız da öyle. Aslında grafikçiden sayfa sekreterine, bilgisayar teknisyeninden editörlere kadar kimsenin yüz yüze, diz dize oturması gerekmez. Bir arada bulunmanın ne alet edevatla ilgili bir sebebi ne de iş akışıyla ilgili bir gerekliliği vardır. Artık kadrolarınız bir binaya veya bir şehre sıkışmak zorunda değildir. Bu büyük bir zenginliktir. Ülkenin ve dünyanın neresinde olurlarda olsunlar bütün değerleri yayınınız etrafında toparlayabilirsiniz.

Fikir teatilerinin, toplantıların, vücut dili mesajlarının ilettikleri, öğrettiklerini elektronik ortamla sağlamak daha zordur. Henüz görüntülü konuşma teknolojisi bu farkı kapatacak kıvama gelmedi. Belki sırf bu eksiği gidermek için “süreli” toplantılar düzenlenebilir. ABD’de çalışanlarını kendi evlerinde istihdam eden şirketlerde, sosyal temas yokluğu problem olmuştu. Bunu çözmek için haftada bir, parti verir gibi bir araya gelme gereği hissedilmişti.

Matbaalar? Büyük gazetelerin hem merkezlerinde, hem büyük şehirlerde matbaaları var. Fakat bu günlerde web ofset makinesi imal eden şirketlerden hisse senedi almanızı tavsiye etmem.

Kitap yayınevleri ve gazetelerin dışındaki süreli yayınlar matbaalardan zaten ayrılmışlardı. Bir zamanlar kitap, hatta dergi yayınına matbaa kurarak başlanılacağı sanılırdı. Canınız peynir ister diye inek beslemek gibi bir şey…

Teknoloji, yayıncılığı kendine ait olmayan yüklerden kurtarıyor. Asıl işine odaklanma hürriyeti bahşediyor. Yayıncının işi yayının kendisidir, editörlüktür. Sunuştur. Estetiktir. Mürekkep, makine, kamyon, nakliyat değildir.

is***********@gm***.com

http://haber.stargazete.com/acikgorus/once-kagit-vardi-simdi-ekran/haber-708524