Aradan uzun zaman geçtikten sonra ancak annesinden haber alır. 1947 yılında, Arif Nihat, eşi Servet Hanım’ı, kızı Fırat’ı yanına alıp Akka’ya gider. Bu sahneyi Servet Hanım, saygıdeğer Yavuz Bülent Bakiler’e anlatmış; onun nefis kaleminden okuyalım: “Biraz sonra çiçekler kadar temiz ve nur yüzlü bir kadın sürünerek geldi. Arif’in annesini böyle bulacağını hiç düşünmemiştik. Zavallı kadın Akka’da felç olmuştu. Arif dondu kaldı; annesi sessiz sedasız, ama uzun uzun ağladı. Ne Arif annesine sitemde bulundu, ne de ana Arif’e kendisini mazur göstermeye çalıştı.” Bu olaydan da anlıyoruz ki Arif Nihat dönemin felaketli ortamına ilave olarak şahsi ne dramlar yaşamış. Ama o, “Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü” diyerek ’Bayrak’ şiirini, “Ağlayın, parmakları nur/ Sularından kınalı kızlarım” mısralarıyla başlayan ’Ağıt’ını, ’Fetih Marşı’nı, ’Selim’leri yazdı. Çünkü onun için vatan ve millet önemliydi; kendisinin kum tanesi gibi kaybolup gitmesi mesele değildi; zira o derviş mizaçlıydı.
Arap ayrılıkçılığının önüne geçmek amacıyla Necit çöllerinde dolaşırlarken Mehmed Akif, müttefiklerin Çanakkale’ye hücum etmelerinin devamlı korkusunu yaşar; orada bir de diğerlerine sezdirmeden; “Eşref Bey, hücum ederlerse ne yaparız?” diye sorar. O da aynı korkuyu duymasına rağmen; “Üstadım, İtalyanlar gibi onları da denize dökeriz.” cevabıyla Akif’e moral vermek ister. Akif; “Ama Eşref Bey, bunlar İtalyanlardan çok kuvvetli.” diyerek itiraz eder. Nihayet bir vahaya gelirler. Şerif El Tunusi, Mümtaz Bey, Akif burada dinlenmek isterler. El Muazzam istasyonunda diğerlerini beklemek üzere Eşref Bey, yanına Zenci Musa’yı alıp hareket eder. Bu istasyonda İstanbul’la temas kuran Eşref Bey, Çanakkale Savaşı’nın ilk rauntlarını kazandığımızı öğrenince, hemen Musa’yı müjdeyi vermek üzere vahaya gönderir. O abidevi şiirini vahada yazmaya başlayan Akif, Çanakkale’yi hiç görmedi. Ahmet Haşim ise savaş zamanında Çanakkale’de askerdi. Ne gariptir ki Çanakkale ile ilgili tek mısra yazmadı. Bağdat gecelerine, güllere, kamışlara dair ne içli şiirleri var: “Vurdukça bu nehrin ona aksi/ Kaçtım o bakıştan, o dudaktan/ Baktım ona sessizce uzaktan/ Vurdukça bu aşkın ona aksi.” Bu kadar ince bir ruh yüz binlerce insanın ölümüne nasıl bigane kalır? Bunu anlamak mümkün değil; fakat işin içine mizaç karışınca insan durumu anlamakta güçlük çekmez.