Televizyonda program yapan bir Alman profesörü, Filistin Kurtuluş Teşkilatı’nın Almanya’daki temsilcisini konuk almıştı. Açılışı yapan Alman profesörü, tarihî Alman-Arap dostluğundan uzun söz ettikten sonra, Arapların aslında kültürlü ve çok yetenekli bir millet olduklarını, fakat bir talihsizliğe uğrayıp Osmanlı’nın hegemonyasında kaldıklarını, Türklerin sömürüsünün sonucunda müşkül duruma düştüklerini söyledi. Sıra Filistin temsilcisine gelince şöyle dedi: “Tarihte Almanlarla Arapların dostluklarına dair bir bilgim yok. Sadece Harun Reşit’in, Şarlman’a bir çalar saat gönderdiğini biliyorum. Osmanlı Sürre alaylarıyla yiyecek gönderiyor, biz yiyorduk; çünkü çölün acımasız hayatında varlığımızı sürdürmeye çalışıyorduk. Gün geldi bize ‘Osmanlı sizi sömürüyor.’ dediniz. Biz de ‘Neyimizi sömürüyor?’ diye düşünemedik. Sözünüze inandık; en sıkıntılı döneminde bazı Araplar onu sırtından hançerlediler. O, gitti; siz Avrupalılar geldiniz. Meğer kumun altında petrol varmış. Sizinle sömürgenin ne olduğunu öğrendik; fakat iş işten geçti.” Bunun üzerine Alman profesör, “Ben tarihçi değilim, konumuza gelelim.” diyerek sözü değiştirdi. Tabii Filistin delegesi Arap aydınlarını kesinlikle temsil etmiyordu; herhalde kendi gayretiyle araştırıp farklı bir düşünceye gelmişti. Okullarında öyle bir Osmanlı-Türk düşmanlığı okutuluyordu ki o bilgileri bir tarafa itip düşünerek, araştırarak doğruyu bulmak her babayiğidin harcı değildi.

İnsan ne de olsa vicdan taşıyor. Osmanlı’ya yapılan bu haksızlık Arap devletlerinin dışişleri bakanlarını rahatsız etmeye başlamış. Okullarda Osmanlı’ya karşı biraz yumuşak eğitim ve öğretim vermenin lüzumunu duymuşlar. Kitapların hazırlanmasını da Prof. Dr. Muhammed Harb’e vermişler.

Harb, ciddi bir ilim adamıdır; onun için sempatiler, antipatiler önemli değildi; hakikat önemliydi. Arap kaynaklarından Osmanlı-Arap ilişkilerinin gerçek durumunu günışığına çıkarmanın güçlüğünü görmüş; çünkü Osmanlı’yı karalama esasına dayanan peşin hükümle kaleme alınmışlardı. ‘Türkiye’deki eserlerde hakikati bulabilirim’ ümidiyle buraya gelmişti. Mutlu bir rastlantıyla aynı otelde kalıyorduk. Akşamları sohbet ediyorduk. Harb’in ne kadar sıkıntılı günler geçirdiğini görüyordum. Bir gün şöyle yakındı: “Buraya Osmanlı ile ilgili tarafsız kaynak bulmak ümidiyle gelmiştim. Buradaki tarih kitapları bizimkilerden daha çok Osmanlı’ya karşı önyargıyla kaleme alınmış. Adeta kötüleme yarışına girişilmiş.” O zamanlarda rahmetli Ziya Nur Aksun’un “Osmanlı Tarihi” yayımlanmamıştı; fakat Filibeli Ahmet Hilmi’nin “İslam Tarihi”ne dipnotları yazarak basıma hazırlamıştı. O mükemmel dipnotlarından haberdar olan tarihçilerimizin sayısı bir elin parmaklarını geçmez; ama Harb onları okumuştu. Onlardan istifade edebilmek için izin almak ihtiyacını duyduğundan dolayı Ziya Nur Aksun ağabeyimizi ziyaret etmiştik.

Akşam geç saatlere kadar müşterek dertlerimizden söz ederdik. Sohbetimizin ana konusu Osmanlı idi; o, dünyanın devlet anlayışını etkilemişti; bu gerçeği ifade etmek Avrupalıların işine gelmezdi; Müslümanların ise ondan haberi yoktu.

Afganlıların Ruslarla savaştıkları sırada Harb, bir sempozyum vesilesiyle Pakistan’da imiş. Mücahitlerin Osmanlı’yı merak ettiklerini, onu rica minnet sınırın öte tarafına geçirtip, Osmanlı hakkında konferans verdirdiklerini anlatınca çok etkilenmiştim. Ardından da “Ah! Arap çocuklarına Osmanlı’yı anlatabilsek her şey düzelecek.” diye hayıflanmıştı. Gayri iradi gülümsemiştim: “Harb, biz Türk çocuklarına anlatamadık; umud ederim ki siz Arap çocuklarına anlatmakta başarılı olursunuz.”

http://www.zaman.com.tr/tarihciligimizin-sefaleti/2011248.html