Dil devriminin girdabına kapılmıştık bir kere; onu kendi haline bırakmamakta kararlı idik. Dilin tabii akışını bile içimize sindiremiyor, onunla durmaksızın didişiyorduk. Dünyanın basınç merkezleri dahi sabit kalmaz, değişir. Dün bu Avrupa iken bugün Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu durum dilimizi içinden çıkılmaz hale getirmeye yetmiştir. İlk gençlik yıllarımızda yazıhane diyorduk, sonra büro, şimdi de ofis oldu.
Altmışlı yılların başında ünlü iktisatçı Neumark, İstanbul Üniversitesi’nde konferans vermişti. Konferanstan sonra genç bir asistanın sorusuna verdiği cevap adeta bir tokat niteliğindeydi: “Ülkenizden on yıl önce ayrıldım. Maalesef güzel diliniz on yılda bir değişiyor. Sorunuzu anlayamadım. Benim anlayabileceğim bir Türkçeyle sorarsanız cevap verebileceğimi ümid ediyorum.” Bizler dairesinde yaşadığımız için fark etmiyor olabiliriz fakat dilimiz çok kısa sürelerde çok büyük değişikliklere maruz kalıyor. Ciddi bir ilim yahut sanat eseri yıllarca çalışmayı gerektirir. Yıllar boyunca gece ve gündüz titizlikle çalışan bir kişi sürekli değişen bir dilde olgun bir eser ortaya koymakta zorlanmaz mı? Bu bir facia değilse nedir?
Dün Fransızca rağbette idi; ucuzluk pazarına “bonmarşe” diyorduk, bugün İngilizce revaçta; hastaneye “hospital” diyoruz. Doktor bir dostuma niçin bu kelimeyi tercih ediyorsunuz diye sorduğumda verdiği cevap beni derinden yaraladı: “İmajımızı güçlendirip, daha çok ve zengin müşteriler çekmek için.” Demek ki kompleksimiz paraya tahvil edilmek isteniyordu.
Ekranlarda gördüğümüz, bazıları bize dünya üçüncülüğü yaşatan takımda olan futbol yorumcularını seviyoruz. Kişilik sahibi, mesleklerinde temayüz etmiş insanlar… Ne çare ki hücum ve müdafaa gibi kelimelerimize bir tekme vurup atıyor, yerine ‘offense’, ‘defense’ gibi kelimeleri sakil bir telaffuzla kullanıyorlar. Bu kelimeleri kullanacak kadar yabancı dil bilmelerini en tahsilsiz vatandaşımız bile tabii karşıladığına göre böyle bir malumatfuruşluğa kesinlikle ihtiyaç yoktur.
Dostumuz Özer Revanoğlu kütüphaneye ziyaretime geldiğinde Kırgızistan’da kalırken tanıştığı bir gençle karşılaştı. Konuşurlarken Kırgızların şemsiyeye “kolçadır”, müzeye “mirasyeri”, hemşireye “yardeş” dediklerini belirttiler. Dil insanın ürettiği canlı bir vakıadır. Bir köye uçak düşse altı ay sonra o köye giden uzmanlar çocukların uçağın bütün uzuvlarını anlatan ve Türkçemize yakışan isimler taktığını görebilirler. Koskoca bir Türk dünyası var; Anadolu da her şeye rağmen dil bakımından canlı bir havzadır. Türk dili uzmanları buraları tarayıp karşılaştıkları kelime ve kavramları dilimizin tabii akışına uygun şekilde kullanıcıların istifadesine teklif etseler ciddi bir hizmet yapmış olurlar. Bu, Türk dünyasıyla bütünleşmemizde, mazimizle buluşmamızda önemli bir rol oynayacaktır. Ah kelimeler!.. Sizlerin ne kadar canlı, ne kadar muktedir olduğunuzu anladığımız gün medeniyetimiz için ne çok şey değişecek.