Kahramanmaraş’ta tek başına bir şiir iklimi yaratan ve bütün zorluklara rağmen yıllarca çıkarmayı başardığı Dolunay dergisiyle edebiyatımıza seçkin şair ve yazarlar kazandıran öncü bir kültür adamı, şiirlerinden birindeki ifadesiyle “Söz atının eğerini altın gümüşle savatlamış” bir şairdir o, “kalbi cins bir attır, gönlüyse sarhoş bir süvari”… Şiiri onun gibi ve onun kadar yaşayan şair azdır; dünyaya şiirin penceresinden bakar. Onun nazarında, şiir yoksa dünya da yoktur dersem, mübalağa etmiş olur muyum, bilmiyorum. Bütün şiirlerinde Anadolu’nun sesi, rengi, kokusu ve tadı vardır. Hangi şiirini okursanız okuyunuz, daha ilk mısraında Anadolu’dan esen ve zaman zaman çok haşinleşen bir rüzgâr hissedersiniz.

Bahaettin Karakoç, neredeyse bütün fertleri şair olan bir ailedendir. Küçükçekmece Belediyesi’nden şeref beratı aldığı sırada iki yaş küçüğü olan şair Abdurrahim Karakoç, Ankara’da Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahanesi’nde kendisini kaçınılmaz sona götüren bir hastalıkla boğuşuyordu. 7 Haziran’da kaybettiğimiz aziz şair, şiirde ağabeyinden farklı bir yol tutturmuştu; halk şiirinden besleniyor, bu şiirin kadim formlarını kullanıyordu. Evet, bir halk şairiydi; ama bu “halk şairi” tabirini literatürdeki anlamında kullanmıyorum. Halk şiirinin formlarına ve bin yıllık ses tecrübesine bağlı, ancak bu şiire yeni zenginlikler getiren, teknik olarak son derece sağlam, ironi yüklü, imaj bakımından fazla zengin değilse de, yer yer hikmeti yakalayan etkili ve çok özel bir şiir yazıyor ve hiç şüphesiz, farklılığının arkasında entelektüel kişiliği yatıyordu.

Abdurrahim Karakoç, zengin bir şiir kültürüne sahip, memleket meselelerine herhangi bir halk şairine nazaran daha vâkıf bir şair olduğu için bu şiiri kendi içinde yenileyerek zengin bir ifade vasıtası hâline getirmişti. Bir ses yakalamıştı ve bu ses, doğrudan Anadolu halkının kalbine ulaşıyordu. Daha ilk şiirleriyle kazandığı popülarite başka türlü açıklanamaz.

Türkiye’de edebiyat ve diğer bütün sanatlar, nicedir, bu topraklarla neredeyse bütün bağlarını koparan aydınların küçük küçük kabileler halinde, hem birbirini, hem halkı yok sayarak oynadıkları bir çeşit oyun haline gelmiştir. Bu oyuna katılmayanlar ya küçümsenmekte yahut büsbütün yok sayılmaktadır. Ne kadar kabile varsa, o kadar “kanon” var. Hâlbuki sanat ve edebiyat ortamının zenginliği, çeşitlilik, çok seslilik ve bunlar arasındaki geçişkenlikle mümkündür. Belli başlı kaynaklara bakınız; Abdurrahim Karakoç adında bir şair sanki hiç yaşamamıştır! Bana sorarsanız, kılcal damarlarına kadar nüfuz ettikleri toplumu asıl etkileyenler onun gibi şairlerdir. Neredeyse yarım asırdır şiir söyleyeceksiniz, birçok şiiriniz dilden dile gezecek, ezberlenecek, türkü olup söylenecek, “Mektup yazdım Hasan’a ha Hasan’a ha sana” gibi deyişleriniz âdeta darbımesel haline gelecek, yine de yok sayılacaksınız!

Abdurrahim Karakoç aynı zamanda güçlü bir hiciv şairiydi; ama hicivlerinde, taşlamalarında Şair Eşref, Neyzen Tevfik ve bazı halk şairlerinin hicviyelerindeki kaba saba küfürlere rastlanmazdı. Zekice hicveder ve zekâ eseri bir eleştirinin en galiz küfürlerden bile daha etkili olduğunu bilirdi. “Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyen, şiirinde bütün şahsîliğine rağmen kendi iç dünyasını gizlemeyi başarmış şairler cinsindendi ve şairliğini büyük ölçüde dâvâsına adamıştı. “Mihriban” gibi şiirlerinin sayısı çok olsaydı, eminim, Abdurrahim Karakoç’un etkisi, dâvâ şiirleriyle yarattığından daha büyük, daha derin ve sürekli olacaktı. Bu şiirin, dünya görüşü farklı bir sanatçı olan Musa Eroğlu tarafından bestelenmiş olması, aslında Türkiye’de kalplerin aynı duygularla çarptığını göstermesi bakımından dikkat çekici bir hadisedir.

“Mihriban” şiiri, kim ne derse desin, Abdurrahim Karakoç’un asıl kumaşının derin aşk şairliğine çok daha yatkın olduğunu gösterir. Elbette “dâvâ”ya yönelik gür sesli kavga şiirleri ve hicivleri de halkın onun dilinden kendini ifade edişi, isyanı, öfkesi, arzuları, talepleridir. Fakat,

Yar deyince kalem elden düşüyor

Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor

Lambada titreyen alev üşüyor

Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban

….

Elim değse akan sular tutuşur

İçim dışım yanar oldu gel gayrı

gibi mısralarındaki derin duyuş ve sadeliğin arkasında gizlenen, değme şairi kıskandıracak büyük ustalığın dâvâ şiirlerinde zarar gördüğünü ifade etmeden geçemeyeceğim.

Aziz şaire Cenab-ı Hak’tan rahmet, Bahaettin Karakoç ağabeyimize de daha nice şiirler yazması için sıhhat ve afiyet niyaz ediyorum.