Doç. Dr. M. Akif Okur
Hüzün coğrafyası… Doğu Türkistan’ın çileli serüvenini galiba en anlamlı biçimde bu ifade özetliyor. İnsanlığa türlü güzellikler bahşetmiş muhteşem bir tarihle, halihazırdaki takatsizlik arasındaki gerilimi “hüzün”den daha iyi ne tasvir edebilir? Uygur Türkleri’nin bu aşinâ hüznüne, mesafelere rağmen ruh evimizin içinden hissedebileceğimiz kadar yakınız. Hüzün coğrafyasının sakinleriyle küçük tanışıklıklar, kısa sohbetler bu duygudaşlığı fark etmemiz için yeterli. Doğu Türkistan ve Anadolu, yeryüzünün bir noktasında batıp, başka ucunda rengini ve tadını hemen hiç değiştirmeden yüzeye çıkan ırmaklara benziyor. Soluğunuzu tutup mesafeleri atlayarak aynı kültürel gök kubbe altında nefes almayı sürdürebilirsiniz. Bu hüzünlü hikâye o denli bizden, o kadar bizimle…
Sadece tarihin tozlu sayfalarından miras bir akrabalık münasebetinden söz etmiyorum. Daha yakın dönemlerde de, İstanbul’a bağlılıklarını iletip Osmanlı hükümdarı adına hutbe okutan Yakup Bey’den, Türkiye yolunda Pamirleri aşmış umut kervanına dek uzanan bir ilişkiler zinciri aramızdaki köprüleri sağlam tutmuş. İstanbul medreseleriyle, Doğu Türkistan’dakiler arasındaki müfredat ortaklıklarını gördüğünüzde entelektüel düzeydeki etkileşimin boyutları karşısında şaşkınlığınızı gizleyemezsiniz. Kaşgar’da mütevazi bir ev kütüphanesinin rafından size gülümseyen Dersaadet basımı Kısas-ı Enbiya, muhayyilenizi kanatlandırır. Türkistan yollarını arşınlayan kervanlara karışır, kitap sandıkları arasında kendinizi unutuverirsiniz.
Doğu Türkistan’ın değeri
Son kurdukları devlet, 1949’da Çin tarafından yıkılan Uygur Türkleri, şiddeti değişmekle birlikte varlığını hep koruyan baskılara direnerek bu günlere geldiler. 28 Temmuz’da, Çin devletinin resmi rakamlarına göre yaklaşık 100 kişinin hayatına mal olan hadiseler, yeni bir tırmanma döneminden geçildiğinin göstergesi. Peki niçin? Çin’in bu kanlı manzarayla ne yapmaya çalıştığını kavrayabilmek, Pekin’in Doğu Türkistan’a yaklaşımını belirleyen vizyondaki değişimleri izlemekle mümkün. 1990’lar ve 2000’lerin başı, bu bakımdan önemli dönüm noktalarından birini teşkil ediyor. Söz konusu dönemde Çin, küreselleşen dünya ekonomisi içindeki konumunu tahkim ederken yeni Rusya ve bağımsız Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerini de rayına oturtmaya çalışıyordu. Ekonomik büyüme, Doğu Türkistan’daki enerji ve ham madde kaynaklarının önemini arttırmıştı. Ayrıca bu bölge, Çin’in Orta Asya ve Rusya’dan alacağı petrol ve gazın taşınacağı yol üzerindeydi. Çin, ürünlerini kara yoluyla Avrupa’ya sevk ederken de aynı güzergahı kullanmak durumundaydı. ABD-Çin arasındaki muhtemel çatışma senaryolarında Çin’in denizden abluka altına alınması seçeneğine yapılan vurgu, enerji tedariki ve mamul malların dünya pazarlarına kara yoluyla sevkinin kazandığı stratejik değeri açıkça ortaya çıkarıyor. Çin’in en arzu etmediği şey ise jeopolitik ve ekonomik değeri artan Doğu Türkistan’ın Batı Türkistan’daki bağımsızlık rüzgarlarından etkilenmesiydi. Nitekim, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün temellerinde bu kaygının izleri kolayca seçilebilmektedir.
2001’den itibaren yürürlüğe konulan yeni programlar, Doğu Türkistan’ı Çin tarafından belirlenen ekonomik hedeflere ulaşılabilmesi için gerekli alt yapıya kavuştururken demografik dengenin de değiştirilmesini öngörüyordu. Bölgeye iskan edilen Han Çinlilerinin sayısındaki artış ile Uygur Türkleri üzerindeki güçlü asimilasyon baskısı, huzursuzlukları ve çatışmaları beraberinde getirdi. 2009’da yaklaşık iki yüz kişinin öldürüldüğü Urumçi hadiselerinin acıklı anıları, hafızalarda hâlâ taze.
Son yaşananlar bizi, 2012 Kasımında Xi Jinping’in iş başına gelişinin de önemli bir kırılma ânı olduğunu düşünmeye zorluyor. Bir taraftan Çin’in değişik yerlerinde gerçekleşen, bağımsız kaynaklardan sağlıklı bilgi akışına imkan verilmediği için gerçek yüzünü tüm boyutlarıyla kavrayamadığımız, saldırı ve terör hadiselerinde artış yaşanıyor. Resmi haber metinlerinde “terörist” olarak nitelenen saldırganların ellerindeki en nitelikli silahın bıçak oluşu gibi birçok önemli gösterge, resmi söylemin inandırıcılığını ortadan kaldırıyor. Söz konusu saldırılar bahane edilerek baskının arttırılması ve yeni asimilasyon politikaları ise öfkeyi büyütüyor. Ramazan ayında, özellikle öğrencilerin ve devlet memurlarının oruçlarını bozmaya zorlanmaları çok ciddi huzursuzluklar yarattı. Hızını alamayan Pekin’in, Doğu Türkistan’da tek çocuk politikasına geçme çabaları, başörtüsü ve sakal yasakları yeni tasarlanan asimilasyon stratejisinin pervasızlık düzeyini gösteriyor. İlham Tohti gibi, sivil haklar için mücadele eden entelektüellerin ağır cezalarla yüz yüze gelmeleri, Pekin rejiminin gözü karalığı hakkında fikir sahibi olmamızı kolaylaştırıyor.
Ancak izlenen bu politikaların Çin’in çıkar ve hedeflerine hizmet etmek bir yana, ciddi zararlar verdiğini söylememiz de mümkün. Baskı politikaları, beraberinde daha çok ayrışma ve çatışma getiriyor. İletişim ve etkileşimin kolaylaşıp yoğunlaştığı günümüzde zora dayalı asimilasyonun başarılı olma ihtimali çok zayıf. Üstelik, Pakistan/Afganistan sınırlarının Kaşgar’a yalnızca 300 km uzakta olduğunu unutmamamız lazım. Baskılar sebebiyle radikalleşen bazı unsurlar, tam da Çin’i korkutan tarzda örgütlerle kolayca temasa geçebilirler. Doğu Türkistan’ı sarsacak bir isyanın Çin iç siyasetindeki dengeleri değiştirebilme gücünü de gözden uzak tutmamak lazım. The Economist’in Doğu Türkistan’la ilgili son analizinde kullandığı “Çin’in Çeçenistanı” ifadesi, üzerinde düşünülmeye değer. çağrışımlara sahip. Çin, küresel siyaset sahnesindeki rakiplerine kendi elleriyle yumuşak karnını gösteriyor. Son dönemde Uygur diasporasının ABD başta olmak üzere Batı dünyası ve Japonya’da gördüğü ilgi, dünya medyasının Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerine geniş biçimde yer vermeye başlaması Pekin’in uykularını kaçıran önemli gelişmeler.
Çin’in göremediği şey!
Oysa Çin, Uygur Türklerinin kimlik ve kültürlerine saygılı, asimilasyonu değil herkese kazandıracak işbirliği zeminlerini önceleyen politikaları tercih etmiş olsaydı bundan hayli kazançlı çıkabilirdi. Etrafı büyük güçler ve büyük güç adayları tarafından çevrilmiş bulunan Çin’in dünyaya en kolay açılabileceği coğrafyada Türk ve Müslüman ülkeler yer alıyor. Pekin’in izleyeceği özgürlükçü Uygur politikaları hem bu devletler nezdindeki imajına olumlu katkıda bulunabilir, hem de Uygur Türklerinin yaygın diaspora ağlarını Çin’e de kazandıracak ticari/siyasi faaliyetler için seferber edebilirdi.
Ancak aksine, Çin’in “Kültür Devrimi” günlerini aratacak uygulamaların ard arda devreye sokulmaya çalışıldığı bir konjonktürle yüz yüzeyiz. Bu ise, yeni katliamlar, acılar ve gözyaşı sağnaklarının bizi beklediği anlamına geliyor. Bu tarihi kavşakta Türkiye’ye bağlanmış umutları soldurmamak için yapılması gereken çok şey var. Öncelikle, Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerinin açıkça kınanması ve dünyaya duyurulması gerekiyor. Türkiye’nin Çin’le ilişkilerinde önem verdiği ekonomik ve askeri işbirliği, iki tarafa da yarar sağlayan temellere oturduğu müddetçe söz konusu eleştirilerden ciddi düzeyde etkilenmeyecektir. Ortadoğu’da var olmak isteyen Çin’e bunun için politikalarıyla yeni Filistinler yaratmaması gerektiğini ikna edici biçimde anlatabilecek tek ülke de Türkiye’dir. Üstelik, Türkiye’nin Doğu Türkistan meselesini yüksek profille sahiplenmesi, orta ve uzun vadede hem Çin’e hem de Uygur Türklerine çok şey kazandırabilir. ABD, Avrupa ya da Japonya’nın değil de Türkiye’nin Doğu Türkistan diasporasının sıklet merkezi haline gelmesi, Çin’in bölgeye bakışının “güvenliksizleştirilmesini” kolaylaştırabilir. Çünkü, diğer aktörlerin aksine Türkiye, Çin’in jeopolitik rakibi ya da hasmı değil. Bu sebeple, Türkiye’nin dile getireceği insani taleplerin karşılanması bir zaaf olarak yorumlanmayacaktır. Talepleri karşılanan Uygurlar da dışarıdan yönlendirmelere daha kapalı hale geleceklerdir. Başarıyla kurulabildiği takdirde bu denklem, Uygur Türklerine daha çok özgürlük, Çin’e ise daha fazla güvenlik sağlayabilir. Ancak, hissemize daha çok üzüntü, acı ve gözyaşı düşmesini istemiyorsak elimizi çabuk tutmalıyız.