Tarihçilerimizin pek çoğu sanki yabancıların değirmenine su taşımakla görevlidirler; milli olduklarını iddia edenler bile genellikle sadece askeri ve siyasi başarılarımızdan söz ederler.
Halbuki dönemin ilimlerinde üst seviyede bulunmayan milletlerin askeri ve siyasi başarıları mümkün değildir. Toplumlarda birleşik kaplar kanununun geçerli olduğundan habersiz gençlerimizin şöyle sorularıyla karşılaşıyoruz: “Biz aptal mıyız? Niçin dünya literatürüne geçen bilim adamı yetiştiremedik?” Tabii gençlerimiz Batılıların hoşgörü, tarafsızlık perdesi altında korkunç bağnaz olduklarını bilmiyorlar. Literatürü onlar düzenliyor, istediklerini listeye alıyorlar. Bilim adamlarımız da Batılıların yazdıklarını tekrar ettiklerinden gençlerimiz ceddimizin ilim ve irfanda yaptıklarını nereden bilsinler?
Örnek olarak yirminci yüzyılda adeta moda haline gelen çevreciliği ele alalım. Bildiğim kadarıyla dünyada ilk çevreci Hızır Bey’dir. Aslen Sivrihisarlı olan Hızır Bey’in babaannesinin Nasreddin Hoca’nın kızı olduğu çeşitli kaynaklarda zikredilmektedir. Eğitim ve öğretimini bitirdikten sonra Bursa’daki medreseye müderris olarak tayin edilmekle devlet hizmetine başlar. Edirne’de görev yaptığı sırada II. Mehmed’in huzurunda bir Arap bilginiyle tartışmak zorunda kalır; üstünlük sağlayan Hızır Bey’in bilgisi sultanı büyüler; büyük Hünkar cübbesini çıkarıp Hızır Bey’e giydirir.
II. Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra Hızır Bey’i bu yeni şehre kadı tayin eder. O dönemin Osmanlı’sında kadı, günümüzdeki gibi yalnız adliyede anlaşmazlıkları çözümlemez; emrindeki teşkilatla şehrin çeşitli hizmetlerini görmekle yetkilidir. Böylece Hızır Bey şehrin meseleleriyle ilgilenmeye başlar; adliye, belediye, emniyet ve imar konularında önemli işler yapar. Rivayet edilir ki kadılık görevine başlayan Hızır Bey’in hazırlattığı iki yönetmelikten biri Haliç’e dairdir. Bir tabiat harikası olan Haliç’in zamanla dolmaması için at, inek, öküz gibi tırnaklı hayvanların çevredeki tepelerde otlatılmasını yasaklar. Diğer yönetmelik ise Boğaz’da balık avlanmasını düzenler; bunda Boğaz’da balıkların çeşidi tespit edilinceye kadar avlanmanın yasak olduğunu ilan eder.
Bilim tarihinde mikrobu hastalık sebebi olarak XIX. yüzyılda Fransız Pasteur’ün keşfettiği belirtilmektedir. II. Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra kurduğu ilk vakıflardan biri, sokaklardaki tükürüklere kireç dökme vakfıydı. Demek ki Osmanlı alimleri mikrobu, mikrobun tükürükte yaşadığını, kirecin de onu öldürdüğünü biliyorlardı. Mikrobu keşfeden Akşemseddin Hazretleri idi. Tıp fakültelerimizde bu konunun bilinmemesi bir felakettir; bilinip de gündeme getirilmemesi daha büyük bir felakettir; çünkü o zaman bir hesabın ürünü olarak karşımıza çıkar. Bu konu sadece Akşemseddin’in hakkını Pasteur’den geri alması demek değildir. Milletleri ayağa kaldıran, kendilerine duydukları özgüvendir. Gerçeği öğrenen evladımız toprağa farklı basar; “Ceddimiz bunları yaptı; ben de yaparım” diyerek kütüphanelerde, laboratuvarlarda daha bir iştiyakla çalışır.
Bilim tarihi açısından İslam, Türk dünyası ve bilhassa Osmanlı ele alınmalıdır. İmam Gazali’deki konulara, hatta cümlelere Descartes’te rastlıyoruz. Nasıl bir iştir ki Muhyiddin-i Arabi’nin örnekleriyle Pascal ve Malebranche’da karşılaşıyoruz. Bilhassa Mimar Sinan, Piri Reis’in üzerinde durulmaktadır. Mimar Sinan’ın ve öğrencilerinin yaptıkları eserler niçin dünyada çok farklı? Mutlaka bilinmeyeni bilmiş olmalılar ki, yapılmayanı yapmışlardır. Piri Reis’in çizdiği haritayı bir Batılı çizmiş olsaydı, okullarımızda üzerinde nasıl bir hassasiyetiyle durulurdu?
Üç yüz yıl kadar önce bir Fransız, “Türkler niçin sokağa tükürmüyorlar?” diye bir kitap yazmıştı. Herhalde bugün yazsaydı niçin tükürdüğümüzü anlatmak için kaleme sarılırdı. Neyimizi kaybedip bu durumlara düştük; buradan nasıl çıkarız? Bunlar ciddi araştırma konularıdır. Batı’nın söylediklerini papağan gibi tekrar etmek en fazla ilmi, bilgiye dönüştürmektir; bu marifet değildir. Onun ötesinde bir şeyler yapmak gerekli.
Batı’nın medeni olduğu, bizim ise medeniyet adına hiçbir şey yapmadığımız inancı, bizi milletimizden, özelliklerimizden koparır. Binlerce yıllık tarihinde insanlığın hizmetine sunacak bir şey üretmeyen millet yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur noktasına gençlerimizi götürmesi tabii değil mi? Tarihimizi bilmekle yalnızca bilgi elde etmeyiz; aynı zamanda yaşamak imkânına kavuşuruz. Kısacası, o bizim hayata açılan kapımızdır.