Gerilim Siyaseti ve Kent Gençliğinin Siyasal Kültürü: Dün ve Gelecek

Hilmi DEMİR

Gerilim Siyaseti ya da Geçmişte Duran Saat
Gezi eylemleri hızını yavaşlatsa da İstanbul başta olmak üzere birçok ilde hâlâ polisle göstericiler arasındaki çatışmalar devam ediyor. Ortadoğu’da çok ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşanırken, toplumsal bir protestonun yirmi günü aşkın geniş çaplı bir sosyal krize dönüşmesi, Türkiye’nin dünyadaki imajı konusunda ciddi bir kuşkunun oluşmasına neden oldu. Daha bir ay öncesine kadar Türkiye başbakanının ABD’de ne kadar önemli bir protokolle karşılandığını, Ortadoğu’da nasıl bir model ülke olduğumuzu tartışıyorken bu gün AB’nin kınadığı bir ülke olmayı başarabildik. Benzer kent ve gençlik hareketlerinin dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinde olduğunu söyleyenlerin muhtemelen unuttuğu şey, hiçbir gelişmiş ülkenin bu kadar kısa zamanda bu kadar büyük savrulmalar yaşamadığıdır.
Paris banliyöleri 2005’de büyük bir isyanla tutuştu, bu isyan birkaç kez tekrar etti, Londra’nın kuzeyinde benzer isyanlar baş gösterdi, 2011’de ABD’nin finansal kalbi Wall Street’te Wall Street’i İşgal (Occupy Wall Street) adıyla bilinen halk eylemleri ve toplumsal hareket günlerce sürdü. Fakat bunların hiç birinde eylemler toplumsal yapıda büyük kamplaşmalarla sonuçlanmadı. Gezi Parkı’nda ne olduğunu anlamaya ilişkin yapılan analizler de bile yalnızca toplumun değil aynı zamanda entelektüel düşüncenin bile nasıl ikiye ayrıldığını gözlemleyebilirsiniz. Baronlar, Taşeronlar, Zevzekler, Çapulcular bir tarafta Faşistler, Diktatörler, Hitler bir tarafta olmak üzere aklınıza gelebilecek her türlü aşağılama, tahkir ve hakaret içeren sıfatlarla süslenmiş analizler ya da konuşmalar okuyabilirsiniz. Böyle bir ortamda akl-ı selimle düşünmeniz, durumu analiz etmeniz ve gerçekten sosyal medyada örgütlenen gençlerin ne istediğini anlamanıza imkân yoktur. Hadi anlamayı başardınız söylediklerinizin aklını kaybetmiş, dimağını ağız dolusu galiz küfürlerle doldurmuş ve taraf olmayı her türlü eleştirinin önüne koymuş sözde aydın ya da gazeteci karşısında makes bulmasını bekleyemezsiniz. Türk siyasal kültüründe sosyal bir krizin değil aslında tam bir akıl tutulmasının yaşandığını ileriki nesiller, mülkün nasihati kimden aldığına bakarak da tespit edebileceklerini söylesem hata yapmış sayılmam sanırım; hâsıl-ı kelam Koçi Bey’in risalelerinden Hülya Avşar’ın temaşalı parfüm kokan nasihatlerine geçileli bu ülkede siyaset çözüm üretmekten çoktan uzaklaşmıştır. Oysaki şiddeti, vandalizmi onaylamadan ne oluyor diye sormak, ne istiyor bu gençler diye anlamaya çalışmak mümkün olmalıdır.
Buna karşın uzun zamandır güçlü bir demokrasiye geçişin sancılarını çeken Türkiye, 1980 öncesi yılların ideolojik yüklerinden arınmaya çalışırken aslında her türlü farklılığı siyasal bir çatışma alanı olarak yeniden üretiyor. Laik-anti laik çatışması üzerinden siyaseti kuran ve dönüştüren aktörler tam uzlaştı derken şimdi yeniden siyasetin dili biz ve onlar, evdeki %50 dışarıdaki %50 üzerinden yeniden karşı kutuplara savruluyor. Aslında bu kutuplaşmanın hiçbir zaman tarafı olmayan ya da olmaması gereken sokaktaki gençler de siyasetin aktörlerinin sınırlarını çizdiği bu çatışmacı dili sahiplenmekte zorlanıyorlar. Sokakta aşırı sol ve Marksist grupların 80 öncesi kokan jargon ve sloganlarını görmezden gelemeyiz, ama Gezi Parkı’nı tamamen bu aşırı grupların üzerinden okumak da çok doğru gözükmemektedir. Bunu her şeyden önce Emniyet Teşkilatının bu konuda hazırladığı söylenen ve bir kısmı basında yer alan raporuna bakarak anlamak mümkündür. Zira bu rapor Gezi’nin çıkışı itibarıyla hiçbir şekilde organize bir eylem olmadığını, daha sonra illegal örgütlerin giderek artan biçimde devreye girdiklerini ve Gezi eylemlerinde yabancı unsurların aktif rolünün tespit edilmediğini ayrıca şiddet eğilimli taraftar grupların uzun süredir takip edildiğini ortaya koymaktadır.[1]
Gezi gibi büyük çoğunluğu genç kitlenin oluşturduğu sosyal hareketler ve kolektif şiddet eylemleri, bu gün ilk defa karşılaştığımız bir olay gibi gözükse de son olmayacağı yukarıdaki raporda belirtilmektedir. Bu nedenle Gezi Parkı’nı anlamanın yolu Özal’la birlikte Türkiye’de uzun yıllardır süren değişimi, bu değişimin dağıttığı ve çözdüğü toplumsal bağları, yeniden kurulan sosyal ağları, yapıları ve bu yapılarda kimlik kazanan yeni gruplaşmaları anlamakla mümkündür. Siyaset bunu anlamaya başaramazsa, siyasetin kategorik, kutuplaştırıcı ve aslında hala 80 öncesi reflekslerle konuşan tözcü dili uzun süre hızla oy vermeye başlayacak olan bu gençleri politize etmede başarılı olamayacaktır. Gezi Parkı’nın kökleri dışarıda olan bir sosyal krize ya da iktidarı yıpratmanın önemli bir aracı olarak siyasal bir muhalefete dayandığı iddiaları bir yana, uzun vadede Türk siyasal kültürünü kökten değiştirecek bir harekete yol açacağının şimdiden görülmesi gerekir. Hem iktidar hem de muhalefet hareketleri maalesef Türkiye’deki sosyal değişimi kavramakta zorlanmaktadırlar.

Kent Gençliği ve Yeni Siyasal Kültür ya da Gelecek Zaman
Gezi Parkı’yla beraber Türkiye’de meydanların hızla dolduğu ve boşaldığı anlara şahitlik ediyoruz. İster protesto için ister iktidarı desteklemek için ister ise Türkçe olimpiyatları için olsun meydanların çok büyük bir kitle ile dolduğu devasa büyük toplantılar dikkatlerden kaçmamaktadır. Sosyolojik olarak bu büyük kalabalıklardaki gençlerin çoğu sözde farklı kamplara itilseler de aslında hepsinin birçok ortak özelliği bulunmaktadır. Aslında bu gün hem iktidara oy veren hem de Gezi Parkı’nın gençlerinin büyük çoğunluğu için siyasetin diline hâkim olan büyük anlatıların birçoğu hiçbir anlam ifade etmemektedir. Ne laik anti laik çatışması ne sivil-asker vesayeti ne de Menderes figürü bu gün seçmen kitlesinde önemli bir yekûn tutan gençler için anlamlı gelmemektedir. Hatta benim yaşıtlarım için dahi artık bu kategoriler üzerinden dünyayı okumak, çağın artık çok gerisinde kalmış bir siyaset olmaya başlamıştır bile. Bu gün siyaset yapan aktörler bir süre daha bu kategorik kutuplaşmalarla kitleleri politize edip oy devşirmeyi başarsalar bile uzun süre bu sürecin devam etmesinin mümkün olmayacağı, özellikle Gezi Parkı eylemlerinde anlaşılmaktadır.
Türkiye Özal’la birlikte çok ciddi bir dönüşüm yaşamaya başladı. Bu dönüşümün en büyük etkisi kuşkusuz kent kültüründe yaşandı. Liberal ekonomi politikaları ya da ülkenin zenginleşmesi olarak kabul edilse bile, hızla kentleşen çevreden şehre akan bir şehirleşme bu gün de hala hız kesmeden devam etmektedir. Kent çevrelerine tutunmaya çalışan bu topluklar AKP iktidarı ile birlikte merkeze daha da yaklaşmış, zenginlikten pay alarak yeni bir kent sınıfının doğmasına neden olmuştur. XXI. yüzyıl, kentlerin yüzyılı olmaya adaydır. Dünyada, 2008 yılında, kentlerde yaşayanların sayısı köylerde yaşayanların sayısını geçti. Bugün artık dünya milli gelirinin yüzde 80’i kentlerde üretiliyor. Hâlbuki daha 1960’ların başında kentlerde yaşayanların oranı yüzde 30 civarındaydı. 1900’lerin başında ise kentlerde yaşayanların toplam nüfusa oranı yüzde 10’lar düzeyindeydi. Kentler hızla büyüdü. Kentleşme ilerledikçe ekonominin yoğunluğu da arttı. Bu da kendi içinde daha fazla okumuş eğitimli sınıfın kentte yoğunlaşmasını sağlamadı.
Büyüyen kent ve bunun oluşturduğu değişim kentte çok farklı yeni problemlerin doğmasına da neden oluyor. Gelecek kuşakların gereksinimlerinin karşılanabileceği gelişme sürecinin sağlanması, doğal kaynakların korunması, ekolojik değerlerin korunması, can ve mal güvenliği gibi bir çok sorun, kent yaşamının kaçınılmaz meselesi olmaya başlıyor. Unutulmamalıdır ki, Kentleşme sadece bir nüfus değişimi veya kentlerin nüfusunun artması değil aynı zamanda sosyal ve ekonomik bir dönüşümdür.
Türkiye’de kent politikaları uzun yıllardır bu işin çevresel, sosyal ve kültürel yönlerini ihmal etmiş gözüküyor. Aşırı betonlaşma, hantal şehirleşme, kaba mimari, ortak kamusal alanlara açılmayan gettolaşma ve kapalı site yaşam alanları bu kent kültürünün oluşturulmasında ne kadar özensiz davranıldığının birkaç işaretidir sadece. Türkiye etnik ve dini kimlikler üzerinden siyaset kurarken bir taraftan da aslında tüm kimliklerin altını boşaltan, onları hızla tüketen bir kent kültürüne doğru evirilmektedir. Yeni kentler sanayileşmenin değil enformasyon devrimi sonrası ultra kentlerin kurulduğu bir dünyadır artık. Bu dünyada insanlar sosyalleşmeyi aile, cemaat ortamında değil daha çok sosyal ağlar ya da AVM’ler üzerinden kurmaktadır. Alışveriş Yatırımcıları Derneği tarafından hazırlanan “Türkiye AVM Potansiyel Raporu”na göre, Türkiye’de 48 ilde 299 aktif alışveriş merkezi (AVM) bulunuyor. Bu AVM’lerin büyük çoğunluğu ise 2010’dan sonra yapılmıştır. Türkiye’de kentlerin hızla büyümesi dünyada soğuk savaşın bittiği yıllara denk gelir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesi, planlı ekonomik sistemlerin terk edilerek liberal demokratik değerlerin yerleşik hale gelmesi bu dönemin genel karakteristiğidir. Siyasal yapının ve devletin rolünün değiştiği bu dönemde hem dünya da hem de Türkiye’de yeni-muhafazakâr akım güçlenirken, toplumsal mücadele kalıpları da değişmekte ve yenilenmekteydi.
İdeolojik kimliklerin kırılganlaştığı, sınırların kaldırıldığı bir dünyada kentler ve AVM kültürü yeni toplumsal kimliklerin oluşmasını sağladı. Bu toplumsal yapıda en önemlisi de hızlı ultra-kentleşme ile birlikte hayatımıza giren cep telefonları ve sosyal ağlar oldu. Sosyal ağ siteleri, kullanıcıların birbirleriyle bağlantı ve iletişim kurmalarına imkân veren, kişisel içeriğin paylaşılması kadar kişisel bir ağ kurmalarını sağlayan online topluluklardır. Sosyal ağlar toplumsallaşma, kimlik kazanma ve iletişim süreçlerini kökten değiştirmiştir. Türkiye’nin büyük bir şevkle daldığı bu dünya aslında kentin bir arada tutamadığı, eğitim sisteminin ortak bir alan yaratamadığı bir dünya da gençlere tamamen kendi kuralları çerçevesinde yeni kimlikler kazandırdı. Castells’in The Rise of the Network Society adlı eserinde vurguladığı gibi “ağlar bizim toplumlarımızın yeni sosyal morfolojisini oluşturur ve ağ mantığının yayılması, üretim, tecrübe, güç ve kültür süreçlerinde yer alan işlem ve çıktıları kökten değiştirmektedir.”[2]
Sosyal ortamlardaki hiç kimse ötekinin gerçekte kim olduğunu, onların kadın mı yoksa erkek mi olduklarını, neye inanıp inanmadıklarını tam olarak bilmemektedir. Sosyal ağları yaşam biçimi haline getirmiş insanların “gerçekliği” hangisidir? “Normal” hayatta edindikleri sosyallik mi gerçektir? Yoksa sanal hayattaki sosyallikleri mi gerçektir? Burada her iki kısım da gerçekliğini yitirmiştir. Sanal uzam, eski gerçekliğin yok olmasına neden olmuştur. Gerçeklik algımızı kökten değiştirmiş ve kimlikleri geçişken, yapay hale getirmiş tüm sınırları yıkmıştır. Türkiye’de uzun yıllardır uygulanan ekonomik ve kent politikaları, bireyselliği besleyerek sosyal kurumların ve ilişkilerin zayıflamasına neden olmuştur. Kentte cemaatlere sığınan bireyler bile, bu yalnızlıktan kaçamamaktadır. Sürekli ellerinde cep telefonu ve sosyal ağlara bağlanan bireyleri cemaat kimlikleri bir arada tutamamakta, bireyler kendilerine yeni sosyal ağ kimlikleri bulmaktadırlar. Sonuç olarak denebilir ki, modern toplum koşullarında yaşanan bu gelişmelerle birlikte; artan sosyal hareketliliğe bağlı olarak şekillenen akışkan kimlik, toplumsal ilişkilerdeki ve bağlılıklardaki yüzeysellik gibi gelişmeler, geleneksel aidiyetleri, ideolojik kimlikleri parçalamakta yüzeyde bireyleri daha çok birbirine çekmektedir. Bu da farklı inanç ve yaşam tarzına sahip bireylerin hiç beklenmedik biçimde bir araya gelmesine imkân sağlamaktadır. Artık yeni Türkiye’de inançlardan daha çok yaşam tarzı-life style dokunulmaz olmaya başlamıştır. Böylece “Yaşam biçimi, ortaya çıkan kültürel biçimlerin meşruiyetine, geleneksel olanın savunulmasına ya da yeni vatandaşlık hakları setlerinin korunmasına ilişkin çatışmaların dayanağı haline gelir”.[3]
Özellikle 2000’li yıllardan sonra Türkiye’de devletin ve kurumların yerine bireysel ve özel alanın kapsamında yer alan konular siyasetin gündemini daha fazla belirlemeye başladı. Böylece sadece ekonomik veya siyasi hakların değil kültürel, etnik, dini ve cinsiyete dayalı farklılık ya da taleplerin de dile getirilmesi gündeme geldi. Bu süreçle birlikte, toplumsal mücadeleye katılan kesimler genişledi ve örgütlenme yapıları değişti. Bireysel haklardan etnik kimlik haklarına kadar geniş bir alan yeni toplumsal hareketlerin tabanını oluşturdu. Böylece daha çok orta sınıf diyeceğimiz bir kitle yeni toplumsal harekette başat rol oynamaya başladı. Buna göre eğitimli ve ekonomik güvene sahip orta sınıf radikalleri, iş piyasasının kenarında kalmış eski orta sınıf unsurları ve işsizler, üniversite öğrencileri, ev kadınları gibi gruplarla eklemlenerek yeni hareketin yapısal karakteristiğini oluşturmaya başladılar. Yeni hareketler, köken itibariyle parti veya sendikaların yürüttüğü müzakere faaliyetlerinden ziyade, kısa süreli bir araya gelişler ve merkezi kontrolün etkisinde olmayan kişisel taleplerin dile getirildiği gruplardan oluşmaktaydı.[4] Diğer bir deyişle, yeni toplumsal hareketler, emek mücadelesinin ya da kurtuluş hareketlerinin totalleştirici/bütünleştirici bakış açısını reddederek tek bir çelişki yerine farklı çelişkileri/çatışmaları öne sürdü.[5] Bu bağlamda, yeni toplumsal hareket yaklaşımlarında gençlik isyanı, temel hak talepleri, ekolojik değerler, kadınların ataerkilliğe karşı mücadeleleri gibi farklı vurgular ön plana çıkmaktadır.
Sonuç olarak Yeni toplumsal hareketler doğrudan eylem ve demokratik değerlerin genişletilmesi yoluyla siyasal özneyi sadece bir seçmen olarak değil karar alma süreçlerinin her aşamasında rol alan, iletişim kanallarını yoğun olarak kullanarak kamuoyu yaratan ve diğer siyasi aktörlerle birlikte hareket edebilen aktif bir dönüştürücü haline getirmiştir. Böylece toplumsal özne, sadece bir kimliğin taşıyıcısı değil yakın ve uzak diğer kimliklerle ilişkili olan ve onlarla eklemlenen bir tekillik haline gelmektedir. Tekillik olgusu, yeni toplumsal hareketlerin içindeki parçaların sabit nitelikte özneler değil, değişip dönüşebilen ve bu şekilde yerleştiği sistemi de değiştirebilen özelliklerinin olmasıyla önemlidir. Bu bağlamda “kendi dışındaki birçokluğa işaret eder”; “kendi içindeki çok boyutluluğa işaret eder”.[6] Siyasal alan da artık yalnızca siyasal aktörlerin ya da partilerin alanı değildir. İktidar siyasetin belirleyicisi olmaktan git gide çıkmaktadır. Ranciere’in belirttiği gibi, sadece siyaset iktidarın uygulanması değildir. Siyasal özneyi düşünebilir kılan, siyasal ilişkidir.[7] Yeni toplumsal hareketler, kurumsal siyasetin karşısında yaşamsal olanın her alanını sorunsallaştırırken, tam da bu eksende çatışmacı bir ilişki çerçevesi sunar. Bu çerçevede yeni toplumsal hareketler, sabit ve istikrarlı bedenlere sahip olmayan öznelerin kendilerine özgü alanlarını ilişkiye sokacak bir zemin olarak ele alınabilir. Yeni toplumsal hareketlerin bu çatışmacı zeminlerin aracılığıyla yeni bir siyaset algısı ürettiği göz ardı edilmemelidir.

Tarihi yazan artık geleneksel toplumlarda olduğu gibi yalnızca kazananlar değildir, Türkiye 80’lerden bu yana hızla değişmekte ve özellikle kent kültürü yeni toplumsal yapılar içinde farklı ağlarla yeniden inşa edilmektedir. Türkiye’yi değiştirenler elde ettikleri sonuç karşısında şaşırsalar da gelecek artık yeni bir siyasal kültürün ve dilin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Ulus devletlerin bittiğini ilan etmek, ideolojiden arındırılmış bir anayasa hazırlamak kulağa çok hoş gelebilir kuşkusuz. Fakat unutulmamalıdır ki, birey ile toplum, ulus ile devlet, birbirinden ayrışıyor, kendilerine yeni varlık alanları buluyorken kimlik, kültür, emek, sermaye her şey akışkanlaşıyor, seyyalleşiyor bu dünyada. Seyyal kimliklerin dünyasında her zaman sizin çaldığınız mayanın tutmasını bekleyemezsiniz. Bu gün olduğu gibi hiç ummadığınız anda kendi elinizle yetiştirdiğiniz bir kuşak, gelecek Türkiye’de yeni bir siyasal dilin oluşmasını zorlayabilir. Türkiye bu ay içinde üç farklı büyük kitle hareketiyle karşı karşıya kaldı: Gezi Parkı protestoları, AKP mitingleri ve Türkçe Olimpiyatları. Bu üç büyük kitlenin farklı olduğunu düşünseniz bile onları ortak yapan en önemli unsur, bu büyük kitlelerdeki 80 sonrası neslin büyük bir çoğunluğa ulaşıyor olması ve bu neslin artık yeni bir Türkiye talep etmesidir. Gerçekten size bu neslin söyledikleri şarkılar, mırıldandıkları melodiler, ellerinde ki cep telefonları, tabletler ve bağlandıkları sosyal ağlar aynı gelmiyor mu?

[1] Bkz. http://www.haber7.com/guncel/haber/1039762-emniyetin-gezi-eylemleri-raporu-aciklandi. (Erişim; 18.06.2013).

[2] Manuel Castells, The Rise of the Network Society, Blackwell Publishing, 2010, s. 500.

[3] Donatella Della Porta; Mario Diani, Social Movements An Introduction, Oxford, 1999, s. 41.

[4] Claus Offe, “New Social Movements: Challenging the Boundaries of Institutional Politics”, Social Research, (1985) 52: 4.

[5] Ronaldo Munck, Globalization and Contestation, London, 2007, s. 25.

[6] Michael Hardt, Antonio Negri, Ortak Zenginlik, çev: Eflâ-Barış Yıldırım, İstanbul, 2011, s. 332.

[7] Jacquies Anciere, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, 2007, s. 139.