Neyse. Manzaramıza dönelim…

Her yer kararmıştır. Perişanlık, çaresizlik, kıyamet vardır. Yerle bir olmuş bir köyde, tek başına bir ihtiyara doğru ilerlemektedir lider. İstiklal Savaşı’nın muzaffer komutanı. Alnı sert çizgilerle düşünceli, suratı yetiştiği Osmanlı terbiyesiyle vakur, gözleri çelik mavisi parıltılarla yanmaktadır.. Ve yıkıntıların arasından kararlı adımlarla ilerlemektedir. Ona, Atatürk’e bakarken acaba kim iddia edebilir… Kim diyebilir ki o sert ama içli adam, memleketinin her karış toprağını aziz, her ferdinin ahvalini muhterem addetmiyordur? Suriye çölünün kumlarını yutmuş, Kuzey Afrika’yı terk etmemek için gözü pek arkadaşlarıyla birlikte canını dişine takmış, bunu toprağına ve memleketine karşı bir namus borcu bilmiş o adam için kim iddia edebilir.. Kim diyebilir ki kerpicin üstünden düşen bir kerpicin sesini kalbinde duymaz ve incinen bir köylü onun canını yakmaz?

***

Manzarayı seyretmeye devam edelim…

Artık olmayan evinin önünde ne yapacağını bilemez halde bekleyen o Erzurumlu köylüye yaklaşır. Bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorar. Köylü, bin yıllık göreneği bozmaz. Yok der. Ve ekler: “Biz yedi düveli yenmişiz paşam!” Paşa, on adım ilerlemiştir. Sese, geri döner. Cevap vermez. Köylünün içindeki devasa inançtan, maneviyattan taş düşmemiştir. Onu hiç sarsamamış, yerinden kımıldatamamıştır bile deprem. Yutkunur Paşa. Susar. Çünkü bu irade ve inancın karşısındaki en derin, en edepli cevaptır dilsizlik. Gözyaşlarını tutar. Yürür..

***

Yıllar geçer…

Erzurumlu köylü evini yeniden yapar. Çatlamış, eski meşin parçalarını andıran esmer elleriyle, mübarek ve aziz ve muhterem ve saygıdeğer elleriyle.. Evinin dağılmış kerpiçlerini toparlar yeniden. Paşa, oralara uğramayacaktır artık. Ahrete irtihal etmiştir.

Çekilmeyen ikinci bölüm

Yıl 2010. O Erzurumlu köylü, yüzyıllardır yaşadığı yerde, kerpiç evinde, yüzyıllardır yaşadığı gibi yaşamaya devam etmektedir. Fakat o müşfik, anlayışlı, mert Paşa yoktur artık. O günler çoktan geride kalmıştır. Köylü, çapalanmış tarlayı andıran o güzel yorgun ve nasırlı elleriyle sabanına ve Büyük ruhuna tutunmuş, yaşamaya devam etmektedir. Sabanı yana bırakıp ibriği su içmek için tam kaldırdığı sırada bir hayal görür…

***

Göz göze geldiği adamı tanır. Paşa yeniden karşısındadır. Gözlerini soru dolu bakışlarla köylüye sabitlemiştir. Neden sonra; “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sormuştur. Erzurumlu köylü sabanı bir yana bırakır. Eski kepeneğini toprağın üstüne yayar. Otururlar. Köylü; “İsteğim yoktur Paşam, ama senden sonra olanları heç sorma..” Paşa, “Anlat bakalım” anlamında başını salladı. Erzurumlu köylü anlattıkça ağladı, ağladıkça açıldı ve anlattı…

Anafartalar’daki o kıyamet gününün hatıralarını yad etti önce uzun uzun. Saldırıdan önceki toplu namazdan bahsetti. Paşa, köylünün lafı nereye getireceğini şimdiden anlamıştı bile. Zeki mavi gözleri, belli belirsiz bir gurur kırıklığı ve incinmişlikle bulanmıştı. Köylü devam etti. 1986 yılında torununun Hakkari Çukurca’daki şehadetinden bahsetti. Onun küçük kızının okumak için gittiği İstanbul’da, “Moderen” hocaları ve “Okumuş böyük adamlar” tarafından uğradığı hakaretlerden bahsetti. Paşa, kulağı köylüde, testiyi kaldırmış, Palandöken taraflarından gelmiş buz gibi suyu doya doya içiyordu. Köylü; “Peki Paşam, biz bu yedi düvelin keferesiynen ne maksatla dövüştüydük de…?” deyip susmuştu.

***

Erzurumlu köylü, senaryoda olmasına rağmen, kerpiç evin akıbetinden hala bahsetmemişti. Anadolu yetinmesini, kuvvetini, maneviyatını ve iradesini toprak testiden midesine değil, sanki kalbine sindirmekteydi Paşa. Ama köylünün son cümlesi onu durdurmuştu. Burada duralamıştı Paşa. Tam burada, gırtlağında keyifle kımıldanan adem elması, öylece kalakalmıştı.

***

Ekran kararırken yukarı doğru akan cümle, işte o anın cümlesiydi ve senaryoda makaslanmıştı: “O yıllardan sonra asla kaybetmedik… Bir kişi hariç!”