HOCAOĞLU: Teşekkür ederim Emin Bey 1948’de Bayburt’ta doğdum. 1959 yılına kadar da Bayburt dışına çıkmadım. 58-59 yılının ikinci döneminde Ankara’ya gittim. Annemle babamla beraber ilk okulu orda bitirdim. Diplomamı ordan almıştım. İlk defa Bayburt’un dışına çıkmıştım ve ilk defa büyük bir şehre gitmiştim. Beş yüz bin nüfusu vardı ve benim üzerimde büyük tesir bırakmıştı. İlk defa trene orda binmiştim, hâlâ bende kömür kokusu o kara trenlerin bilinç altında kalmış çok hoş hâtırası vardır. Hayatım memleketimde geçti bu dönem içerisinde ve hayatımın en mutlu ve bahtiyarlık dönemi 1962’de Bayburt’u terk edinceye kadar olan yıllardır. 1962’de Bayburt’ta lise olmadığı için İstanbul’a gelmeye karar verdik. Çıkış o çıkış. Bir daha aralıklarla memleketime gittim. Kasım 1976’da dört yıllık evliydim. O zaman 15 gün kaldım birde bundan 25 sene sonra 2.5 saatliğine memleketime uğrayabildim. 47 yıldır Bayburt’un dışında ikamet ediyorum ama inanır mısınız hani derler ya “Hâtıralar eskidikçe daha canlanır” diye. Ben de her geçen gün daha canlı hale gelmeye başladı. Bayburt’un sokakları yazları gittiğimiz köydeki sayfiye evimizi ağaçları dağları dereleri aklıma getirmediğim bir gün dahi olmadı. Bir zaman sonra bunlar hâtıra olmaktan çıkar. Sanki adımımı atacağım memleketimdeyim gibi hissederim. Herhalde vatan sevgisi bunun gibi bir şey.
DAMDAM: Hocam ilk okumalarınızda neler var. İlk okumaya başladığınızda hangi kitapları okudunuz? Sizin dünyanıza nasıl hitap ettiler?
HOCAOĞLU: Emin Bey ilk defa beş yaşında okumaya başladım. Çok yaramaz olduğum için beni mahalle mektebine göndermişlerdi. İlk defa Kur’an öğrenmeye başladım. İlk ezberlediğim sure de hiç unutmuyorum “Vettini vezzeytunidir.” Boynumda Elif ba cüzü asılıydı başımda takke. Sokakta bizi durdururlar, okuturlardı, “aferin” derlerdi. Ve hediye verirlerdi. Sonra ilk mektebe gittiğimde okuma yazmayı öğrenmiş olarak gitmiştim. Çocukluğumda okumaya aşırı bir ilgim vardı. İlk romanımı ilkokul üçüncü sınıfta okumuştum. Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü. Bunun devamını bundan dört yıl sonra Ankara’ya gittiğimde okumuştum. Bayburt’ta yoktu. Yalnız kitabın sonunda yazıyordu: “Üzülmeyin bozkurtlar dirilecek.” Bozkurtlar öldüğü zaman ağlamıştım. Eniştemle Ulus’a gittik. Orada şimdiki gibi büyük binalar yoktu. Daha mütevazı tek katlı dükkânlar falan vardı. Orada bir kitapçı dükkânına girdik ben hemen sordum: “Bozkurtlar Diriliyor var mı?” “Var.” dedi, hemen çıkarttı. Eve gelirken otobüsün arkasında hemen üstündeki lâstiği çıkarttım. Ambalaj kâğıdını açtım ve yolda okumaya başladım. Bu kadar okuma aşkının olması okuyan bir ailemin olmasındandı. Babam bir öğretmendi ama ilk eğitimini medrese eğitimi olan babasından almıştı. İki dili vardı Fransızca ve Arapça biliyordu. Fransızcası daha iyiydi. Roman gördüğü zaman roman okurdu. İki bin civarında kitabımız vardı memlekette. Dedemden kalma kitaplar vardı. Dedem medrese hocasıydı ve T.C. devletinin 1920 senesinde çıkarmış olduğu kanunla kendisine “Prof.” payesi verilmişti. 50 lira da maaş verilmiş ama rahmetli “İlim parayla olmaz.” diyerek parayı iade etmek istemiş Kaymakamlık kabul etmeyince o da maaşı her aldığında tasadduk etmiş, sadaka olarak vermiş. Bayburt’un işgali sırasında dedem “Kitaplar kâfir ordusunun eline geçmesin.” diye gece vakti deriye falan sararak köyün girişindeki mezarlığın girişine gömmüş. Daha sonra gece olduğu için nereye gömdüğünü bulamamışlar. İşte bu şekilde kütüphanesinin büyük kısmını kaybetmiş. Geri kalanın bir kısmını hediye etmiş. Bende ise dedemden kalma bir iki raf kitap vardır. Bir kaç kelâm kitabı var, fıkıh kitabı var bir tane kamus var. Böyle bir ailenin çocuğuyum. Herkes akşam kahveye giderdi benim babam evde kitap okurdu. Daha sonra kitap yazardı. Babam ilk kitabını 1958-59 yıllarında kaleme aldı. İlk ve orta okullara din kitabı yazdı. Ermeni meselesinde kaynak kabul edilen kitapların başında Ermenilerin yapmış olduğu soykırımı anlatan kitabı gelir. Böyle bir aileden gelmek tabiî ki farklı oluyor. Muhteşem bir aile ortamında büyüdüm. Sevgili babaanneciğimin bir numaralı gözdesi bendim. O vefat ettiğinde ben sekiz buçuk yaşındaydım. On bir çocuğundan tek hayatta kalan benim babamdı. Yüreği kavrulmuş bir anne. Oğlunun da dokuz çocuğundan beşi vefat etmiş. Ben en sonuncusuydum. Düşünebiliyor musunuz artık benim üzerime nasıl titreyeceğini. Tabiî bende bir çocuk olarak bu sevgiyi sonuna kadar istismar etmekte hiçbir mahzur görmezdim. Babam için annesi ve halası (babamın halası) o evin iki kraliçesiydi. Onların söyledikleri hiçbir itirazla karşılaşmazdı. Benim istediğim olmadığı zaman direk babaanneme giderdim, benim istediğim mutlaka, illâki yapılırdı. Böyle bir ortamda evde namaz kılmayan kimse yok, oruç tutmayan kimse yok abartılı olmayan halis bir Türk Müslümanlığı vardı. Şimdiki gibi baş örtüsüne sıkışmış şeklen var ama içi çürümüş bir Müslümanlık değil. Saf temiz bir Müslümanlık. Ve inanılmaz bir vatan sevgisi. Bu kavramları bilmiyor adamlar, ancak yaşıyorlar. Biz Bayburt’ta otururduk ama yazları köye giderdik. Oradaki evimiz çok daha güzeldi. Zamanına göre çok ileri görüşle yapılmıştı. Çok büyük salonu vardı. Salonda iki büyük tablo dururdu. İki adam. Bana bunları “dedemiz” diye tanıtırlardı. Ben de bunları “dedelerim” diye severdim. Birisinin başı açık saçları dökülmüş diğerinin başında güzel bir sarık. Sağ tarafından aşağıya sarkmış siyah sakallarından çok dinç olduğu belli olan kartal bakışlı haşin bir adam. Daha sonra öğrendim ki birincisi benim Ali dedem biraz önce bahsettiğim… Diğeri Fatih Sultan Mehmet Han (Allah her ikisinin de mekânını cennet eylesin) ve bundan dolayı Fatih Sultan Mehmet’e bir kan bağı varmış gibi hususi bir alaka duyarım. Bu bendeki saf ve temiz milliyetçiliğin de kaynağını da oluşturur. Milliyetçilik ne demek bilmezlerdi ama hakiki milliyetçilerdi. Bu şekilde yüksek ideallerle dolu bir aile içerisinde yetiştim. Ben daha ilk okuldaydım ama orta mektep tarihini okurdum. Tarihe çok düşkündüm. Orta okula gittiğimde ise lise tarihini okurdum. Orta okulda babamın lise tarihini okuyordum ki altı yüz sayfa falandır. Üniversitelerde okutulduğunu falan sanmıyorum. 13 yaşında bir köyde misafir kaldım okuduğum birkaç romanı hatırlıyorum. Bunlardan biri Reşat Nuri Güntekin’in Bir Kadın Düşmanı’ydı. 13 yaşındaydım. Lise yıllarına geldiğim zaman üç yüz civarında kitap okudum. O zamanlar arkadaşlarla yüzmeye falan giderdik, benim koltuğum altında mutlaka kitap olurdu. Tabiî bunlar antipati de doğurdu. Toplum kitap okuyana saygı duyar ama biraz da antipati besler. Fuzuli olarak görür. Bizde hâlâ ol şifahi kültür devam eder. Biz telefon numaralarını bir tarafa yazmak yerine ezberlemeyi tercih ederiz. Hatta bu özelliğimiz bugün de hâlâ devam eder. İlimlere merak saldığımız zaman cezalandırılıyoruz. Okumak hayatımın hemen hemen her tarafını kapladı. Ama bilgi edinmenin hiç birşey olduğu sonucuna vardım. Okumak bize başkalarının fikirlerini vurgularını yorumlarını öğretir. Tabiî bu yetmiyor. Schopenhauer’un dediği gibi “Çok okuyanlar fikir üretecek zaman bulamazlar.” Çok kitap okuyanlar gördüm. Çok şey biliyor ama bildiklerinin arasında bağlantı yok, ansiklopedik bilgiler. Kendisine ait fikir oluşturmuyor. Fikir oluşturabilmek için seçmece okumak ve düşünmek için zaman ayırmak gerekir. Bir okumak, iki araştırma yapmak. Sadece düşünmek de yetmez, sadece düşünmeyle olmayacağını Deskartes bile tıp ilmiyle ilgilenmeye başlayınca anlamıştı. O zaman bir okumak, iki araştırmak, üç bunları sentezleyip bir fikir ortaya koymak için düşünmek… Bilginin kaynağı bu üçüdür.
DAMDAM: Hocam bize ilk yazılarınızdan bahseder misiniz.
HOCAOĞLU: Her Türk genci gibi ben de genç bir şairdim. O hepimizin geçtiği bir merhale. Cemil Meriç’le tanıştım. Hemen hemen dört sene her zaman evine giderdim. Vefatına kadar. Sonra Necip Fazıl’ı tanıyınca şiirden vazgeçtim. Şiir başka bir şey. Kitap okudukça notlar almaya başladım. Ve bu notlardan bir şeyler yazmaya kara verdim. İlk teşebbüs ettiğim şey bir Türk tarihi yazmayı denemek oldu. Sonra bir yerde başka bir şey okudum. Bir Fransız yazar o da böyle bir şeye teşebbüs etmiş. Hocası “Git birkaç tane tarih kitabı oku ki aynı şeyi tekrarlamayasın.” demiş. Okuyunca, “Daha merdivenin ilk basamağını tırmanmamışım.” diye vazgeçmiş. Böyle bir şey okudum. Ben de bundan dolayı vazgeçtim. İlk yazım 1982’de çıktı. 34 yaşındaydım. O zaman iki sayfa çıkan bir gazete vardı. Millet gazetesi. Bundan sonra uzun bir ara oldu 1989 yılında yazdım. Yine bir gazeteydi. Romalıların iktisat tarihi üzerine bir değerlendirme yazısı kaleme aldım. Hayli uzun bir yazıydı daha sonra bunu çıkartmak zorunda kaldım. Daha basite indirgedim. Benim için o yazı benim ilk yazımdır. O yayınlandığı zaman ben doktora yapıyordum. Yazı hayatına geçişim okumaya nazaran biraz daha geç oldu. Ondan önce de bir arkadaşımız dergi çıkardı. Akademik bir dergiydi, bu dergide biraz yazmıştım müstear isimle yazdım ama bu yazıları. Derginin adı Dağarcık dergisiydi. Zaten iki ya da üç sayı çıkmıştı.
DAMDAM: Müstear isminiz neydi hocam?
HOCAOĞLU: Zannedersem Tuğrul Mesut’tu. İki oğlumun baş isimlerini almıştım. Daha sonra müstear isimle hiçbir şey yazmamaya karar verdim. Çok istisna durumlar hariç müstear ismin ruh bozukluğu olduğuna inanıyorum. Niye kendini gizliyorsun neysen osun.
DAMDAM: Peki hocam sizin fikir dünyanıza etki eden, sizin oluşumuza katkıda bulunmuş mütefekkirlerden bahseder misiniz? Dedeniz babanız zannedersem ilk isimler ama daha sonra sizin gelişim sürecinizde başkaları da var.
HOCAOĞLU: Dedemi hiç tanımadım. Ben doğmadan beş yıl önce vefat etmiş. Dedem ve babam bana o atmosferi yaratmamda yardım etmişlerdir. Babamı maddi ve manevi dünyamın mimarı olarak kabul etmişimdir. Ama fikir anlamında bir tesiri olduğu kanısında değilim. Benim ruh haletimi şekillendirdi. Benim kökleri bu toprağa bağlı yalnız hür tefekkür edebilen halis Türk Müslümanı olmamı sağlayacak ortamı onlar oluşturdu. Okumalara başladığım ilk isim olan Nihal Atsız benim üzerimde tesiri olan ilk kişidir. Olumlu ve olumsuz tesirleri olmuştur. Bununla birlikte Schopenhauer büyük ölçüde Nihal Atsız’ın tasfiyesi olmuştur. Nihal Atsız’ın çok kitap okuduğunu duymuştum. Hatta Yılmaz Öztuna onun Türkiye rekortmeni olduğunu söylüyor. On bine yakın kitabı okuduğunu ya da en azından tetkik ettiğini söylüyordu. Birkaç makalesini okudum, güzeldi. Yalnız bu kadar kitap okuyup bu kadar sığ fikirler üretmesine hayret ettim. Nihal Atsız’ın eskimiş fikirleri benimsediği kanaatindeyim. 1930’ların samimi fakat sığ fikirlerini benimsemiş. Victor Hugo edebiyat açısından etkisi büyüktür bana. Sefiller romanını üç defa okudum ama daha sonra diğer romanlarından aynı tadı alamadım. Fransızların Balzac, Hugo ve klasik Rus romancıları var. Nedense Türk romancılarını pek sevemedim. Bizimkilerde meddah usulü var. Daha sonra bunun sebebini anlamaya çalıştım romanın sosyolojik alt yapısının bizde olmaması kanısına vardım. Doğunun dili nesir değildir, doğunun dili nazımdır. Nesir batının dilidir. Bununla birlikte batınında şairi kuvvetli değildir. Johan George insanlığın ana dilinin şiir olduğunu söyler. O zaman doğu insanlığın ana dilini kullanıyor. Fikir hayatım açısından Marksist filozoflardan çok şey öğrendim. Bir dönem Marksist felsefe okumak istemiştim ve bir iki kitapçık okumuştum. O zaman elektrik mühendisliği okuyordum ve sosyal açıdan kütüphanesi zengin değildi. Konuşabileceğim bir arkadaşım yoktu. Hiçbir zaman bana katkı sağlayan bir arkadaş grubum olmadı. Yakın çevremde böyle bir kişi olmadı. O yüzden kendi kendimi inşa etmem gerekti. Bunu bir kibir olarak görmeyin. 1981’de Marksist felsefeyi okumaya karar verdim. Ve mühendislik hayatımı o dönemde terk ettim. Yıllarca anti Marksist hareketlerin içinde bulundum. Ama ne Marksistlerin ne de anti Marksistlerin bu felsefeyi anlayabildiğine inanmıyorum. Bizde ciddmî bir Marksist hareketin olmaması büyük bir kayıp olduğu kanaatine vardım. O dönemde milliyetçi (mukaddesatçı gerçi kendini yenileyememiş bir terim) olan kişilerin neye karşı dövüştüğünü bilmemiş, anlayamamış. Bu çok vahim acı bir şey. Propaganda broşürü niteliğindeki bilgilerle dövüşüyordu. Marksizm kötü bir şeydi ve detayları bilmek gerekmiyordu. Marksistler için de bu böyleydi. Cahildik ve neticesinde böyle bir tablo vardı. İşin ilginç tarafı ciddî kaynaklar da yoktu. Marksist yazarların eserlerinin tercüme edilmesi gerekirdi. Ama yoktu. Tercüme edilenler de orijinalden değildir, tercümeden tercümedir. Mao’nun eserlerini Çinceden değil de Fransızca ya da İngilizceden tercüme etmişlerdir. Bizdeki entelektüeller bu kadar kötüdür. Zaten Türkiye’de Marksist yoktu çünkü alt yapı yoktu. Bunlar Türklerin aleyhinde ne varsa oraya gidenlerdi. O zaman Marksizm vardı oraya gittiler. Şimdi ne var? Ermeniler var şimdi de ordalar. Gerçekten Marksist olan kişi önce Marks’ın eserlerini Türkçeye çevirir. Gerçekten entelektüel esere şerh yazar şerh yazamayan haşiye yazar, haşiye yazamayan talik yazar. Bunları da yapamayan adam oturur bunları niye yazamıyorum diye yanar. Necip Fazıl’ın dediği gibi ya bir fikir adamı fikirlerini izah edebilmelidir. Yahut da niçin izah edemediğini izah edebilmelidir. Tam bir filozof sözüdür. Bunlar yapılamamıştır. Ben de Marks’ın kendi eserlerine başvurdum. Tercümesini bulmam mümkün değildi, ben de orjinaline Almancasına ya da Rusçasına baktım. İngilizcesini bulmak mümkün değil. Buldum ama çok zor. İşte internette paylaşım sitelerinde tercüme bürolarından çevirttirerek okuyabiliyorum. Ama batıdan beni en fazla etkileyenler Marksist filozoflardır. Ayrıca yine Descartes bana büyük tesiri olan mütefekkirdir. Benim nazarımda büyük bir ufuk açtı. Türk düşünürlerden benim üzerimde tesiri olan Cemil Meriç kendisi bizzat bana şöyle söylemişti:
“Evladım ben Türkiye’de ancak bu kadar olabildim. Bir batı ülkesinde olsaydım filozof olurdum. Ama şimdi denemeci olabildim.” Kendini denemeci olarak görüyordu. Bunca merhaleden sonra artık yazı seviyesine geldiğimi düşünüyorum. Hiç kimse ben bunu tek başıma buldum diyemez. Vardır diyen ama inandırıcı olmaz. Descartes’e bakıyorsun, Gazali’den birçok yer kopya. Ben bunu öğrencilerime ders olarak okutuyorum. Gazali’nin Descartes üzerindeki derin etkisi üzerine kitaplar makaleler yazıldı. Günümüzde hiçbir insanoğlu hiçbir şeyi sıfırdan keşfedemez.
DAMDAM: Günümüz dünya konjektüründe ülkemizin muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ihtimali nedir?
HOCAOĞLU: Bunun imkânı yoktur bence. Bir şeyi yapabilmeniz için önce o şey için bir bilinç oluşması gerekmektedir. Bir şey meydana getirebilmen için tasavvur düşünce ve fikir süreci gerekir. Bir şeyi meydana getirebilmeniz için önce o şey hakkında zihninizde bir fikir oluşması gerekmektedir. Daha sonra iradenin o şeyi üstlenmesiyle bir sonuca gidilir. Hedefe ulaşılması ise fiildir. Medeniyet-i hazıranın (şimdiki ismine çağdaş diyorlar) buna ulaşılabilmesi için öncelikle bunun oluşması için bir fikir oluşması gerekir. Bu yok ki. Biz medeniyet-i hazıra deyince batının yumuşak medeniyet unsurlarının değişmesiyle oluştuğunu düşünüyoruz. Çeşitli kurumlarımızın batıyı taklit etmesini anlıyoruz. Oldu mu oldu. Bu lümpen modernleşme. Lümpen kelimesinin ne demek olduğunu biliyorsunuz. Bu modernleşme değil. Ben bu konudaki ümidimi büsbütün kaybediyorum. İşin vahim tarafı insanların yaptıkları yanlışlıkları fark edememesi yanlışlarını büsbütün büyütür. Çağdaş medeniyet ne demek… Anlamamak bizi bitiriyor.
DAMDAM: Türkiye’nin, Türk-İslâm dünyasında üstlenmesi gereken pozisyon için neler yapması gerekmektedir?
HOCAOĞLU: Çok zor bir soru. Ben bunun yerine getirilmesinin biraz güç olduğu kanaatindeyim. Madde bir. Doğru bir bina yapmak için yanlış olan binayı yıkmanız gerekir. Önce zemin etüdü yaparsınız. Eğer yerinde başka bir bina varsa onları istimlâk edeceksiniz. Ondan sonra oraya bir bina yapabilirsiniz. Buna şöyle diyoruz. Eğer sizin va’zedeceğiniz doğru öncesinde yanlış ikamet vermişse önce o yanlışı ortadan kaldırmanız gerekmektedir. Süleymaniye’yi yapabilmek için, Mimar Sinan önce oradaki binaları istimlâk ediyor. Daha sonra orada senelerce zemin etüdü yapıyor. Zemin hazırlıyor. Daha sonra camii inşa ediyor. Önce bu günlere gelene kadar medeniyete ulaşabildik mi bunu tetkik etmemiz lâzım. Edison mucit midir, bilim adamı mıdır hâlâ tartışma konusu ama çalışkan olduğu kesin. Onun bir sentetik kauçuk imal etme macerası vardır. Bunun için binlerce deney yapar. Hepsi fiyaskodur. Ama her sonucu not etmektedir. Öğrencilerinden birinin artık canına tak ediyor. “Hocam” diyor. “Binlerce deney ama sonuca ulaşamadık.” Yani artık boşa uğraşmayalım demek istiyor. Edison, “Oğlum sen hâlâ ilmin mantalitesini anlayamamışsın.?” “Nedir o hocam?” diye sormuş. “Oğlum” demiş. “Sentetik kauçuk elde edememenin beş bin yolunu keşfettik.” demiş. Bizde modern olamamanın beş bin yolunu keşfettik. İkinci madde ise Türkiye önce kimliğini hatırlamalı. “Ben kimim?” sorusuna cevap veremeyen, başkasının kimliği hakkında bir şey söylemez. Dinde bile böyledir. Önce kendine gelen dine iman etmesi gerekir. Peygamberimize gelen Cebrail’e Peygamberimiz “Nerde kaldın seni bekliyordum.” demedi. Önce ona gelen dine iman etmesi gerekti. Biliyoruz ki nefsini bilen Rabbini bilir. Ben kimim? Bugün uydurma kimlikle iş birlikçi Avrupa Birliği’ne girmeye çalışan Türkiye’den ne çıkar, hiçbir şey çıkmaz. Biz Avrupalı değiliz. Neyiz, ne değiliz bunu tespit edelim. Biz bir milletiz. Biz milletiz demek şu demek. İradesinin üstünde irade kabul etmeyen siyasî teşekkül… Avrupa Birliği’nin kuyruğuna takılırsanız iradenizin üstünde irade kabul etmiş olursunuz. Kendi iradesinin üstünde irade kabul eden toplumun adı ise yığındır, millet değil. Kesin radikal bağımsızlıktır millet olmak. Bir, biz Müslümanız ve milletiz irademizin üstünde irade kabul etmeyiz. İki, biz Müslümanlık âleminin tabii lideriyiz. Bizim yapmamız gereken temel şey medeniyet-i hazırayı gerçekten yakalamak. Batının ilmiyle mücehhez olmaktır. Batıdan ne alıp ne almamız gerektiğini bilmemiz gerekir. Oradan gelen her şeyi değil işimize gerçekten yarayan unsurları almamız gerekmektedir. Bazı şeyleri alıp değiştirmeliyiz, bazı şeyleri alıp olduğu gibi muhafaza etmeliyiz. Ve unutmamamız gereken bir not da şudur. Anadolu topraklarında tökezleyen milletler yok olmuştur. Anadolu kadar tehlikeli vefasız, üstünde yaşayanlara sadakatsiz bir coğrafya bulamazsınız kolay kolay. Burada yaşamış ve ismi bile unutulmuş milletleri ve devletleri saysam ağlarsınız. Sadece son dönemi sayıyorum Büyük Roma, Doğu Roma, Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı bu büyük devletleri yaladı yuttu. Bunların her biri Türkiye Cumhuriyeti’nden aklın alamayacağı kadar büyük idi. Bu büyük devletlerin yanında Türkiye gerçekten devede kulak.
Bundan sonraki sorulara kısa kısa cevap verelim.
DAMDAM: Sovyet Rusya’nın çöküşünden sonra Demir Perde kalkmıştır. Peki Türkiye bu çöküşten sonra Türk Dünyası ile ilişkileri yeterli düzeye ulaşmış mıdır?
HOCAOĞLU: Türkiye’nin vizyonu yetmiyor. Ufkumuz yok bir kere. Türkiye’nin algılaması yeterli değil.
DAMDAM: Dünyanın en iyi 500 üniversitesi içersinde bir Türk üniversitesinin olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz. Bunu neye bağlıyorsunuz.
HOCAOĞLU: Çok basit. Benim odamı görüyorsunuz. Ben yirmi yedi yıldır Marmara Üniversitesi’nde görev yapıyorum. Bana verilen kaynak diye bir şey söz konusu değil. Bugüne kadar bütün bilgi materyallerimi kendi paramla aldım. Masamda bir bilgisayar bile yok. Bundan iki yıl önce, iki tane ders kitabını “Bunlar senin olsun.” diye hediye etmişlerdi. Şu gördüğünüz binanın tamamı fizik bölümü olsa belki olabilir. Burası üç blok beş kattır. Sadece birisi fizik bölümüdür. Yetersiz. Bütün hepsi olsa belki bir şeyler çıkma ümidi olur. Bize verilen görev şu. Öğrenci merkezli eğitim yap, dersini ver, sınavını yap, fazla da üzme. Çocukların ekmek parasıyla da oynama. Türkiye’de bilim yapmadan önce bilimin anlam ve öneminin anlaşılması gerekiyor. Hükümet son yıllarda kanunlarla 32 üniversite kurdu. Niçin kurdu? Oy almak için kurdu. Bugün elimde imkân olsa yapacağım ilk iş bu üniversiteleri kapatmak olur.
DAMDAM: Sizce Türkiye’de bilime bakış ne durumdadır. Yeterli derecede üzerinde duruluyor mu?
HOCAOĞLU: Bunlar birbirine bağlı kavramlar. Bir taraftan bilim fetişizmi var. İlme put gibi bakanlar var. Bu bir hastalık. Bir de din haline getirenler var. Bir yönden de bilimi bir geçim kaynağı gibi görenler var. Fotokopi çeken para kazanmak için yapıyor. Bilim üzerinden geçinenlerle hiçbir farkı yok bence. Niçin bilim yapıyor, işte bizim de bir mesleğimiz olsun. Yapılan yayınların çoğu zaten imha olmak için yapılıyor. Olaya şöyle yaklaşalım. Türkiye’de (geçmişimiz de dahil) üretilmiş bütün bilimleri yok etsek dünya ilimleri ne kaybeder. Bu soruma verilecek cevap bizim temel sorunumuzu ortaya koyuyor.
DAMDAM: Gençlerimiz sizce yeteri derecede bilinçli mi ? Türk gençliği üzerine düşen vazifenin farkında mı?
HOCAOĞLU: Hayır. 1980’den sonra düşünmeyen bir nesil türedi. Bizim nesil iç savaşa neden olmuş bir nesildir. Ama o nesil yüksek idealleri olan bir nesildi. Şimdiki nesille büyük farklar var. Bu neslin bir ideali yok. Bu nesil dalgacı lümpen bir nesil. Bu neslin yüksek idealleri yok. Yani görev falan bu neslin lugatçesinde bulunan kelimeler değil. Bu neslin bir tek görevi var o da kendim. Dünyada tek bir kişi var o da ben. Türkler kanaatkardı, görgülü insanlardı. Şimdi ise görgüsüz bir gençlikle karşı karşıyayız. Bütün problem buradan çıkıyor zaten. Nedir görgüsüzlük, adab-ı muaşeret kurallarının derinden sarsılmasıdır. Kendisinden başkasını tanımayan bir neslin çıkmasına neden oluyor ve bu beni gerçekten çok üzüyor.
DAMDAM: Hocam değerli vaktinizi ayırdığınız için gerçekten çok teşekkür ederim.
HOCAOĞLU: Ben teşekkür ederim….
Emin Damdam / www.sanatalemi.net