Günümüzde yeryüzünde binlerle ifade edilen farklı dil konuşulmaktadı r. Sayının bu kadar kabarık olmasının bir sebebi, bir kaynak dilden çıktığı açıkça belli olan pek çok lehçenin ayrı diller olarak kabul edilmesidir. Yeryüzünde bu kadar çok dil konuşulmakla birlikte bugün bazı diller, kendi millî sınırlarının dışına taşmış bulunmakta ve bilim dili, teknoloji dili, kültür dili gibi kılıflarla millî dilleri tehdit etmektedir. Bu tehdit, günümüzün teknik durumundan dolayı son derece etkili olmakta ve pek çok “millî dil” ya da “ana dili” gücünü ve etkinliğini kaybetmekte ve her gün bazı diller yeryüzünden silinip gitmektedir. Ana dilin ya da millî dilin yok olması, o dili konuşan halkın da baskın dilin konuşucuları içerisinde erimesi anlamına geldiği için insanlar, dillerini koruyabilme çabasına girmekte ve bunun için çeşitli tedbirlere başvurmaktadırlar. Ana dilini kaybettiği için başka toplumlar içerisinde eriyen veya eridiği için ana dilini de kaybeden pek çok topluluğu hem insanlık tarihinde, hem de Türk tarihinde gösterebiliriz. Tarihte ana dili kaybında din ve medeniyet çevresi değişiklikleriyle, dili konuşanların doğal ortamlarından ayrılmış olmaları başlıca etkenler olarak görülmektedir.
Dilin bilimlik çalışmaları ilgilendirecek ses bilgisi, şekil bilgisi, söz dizimi, anlam bilgisi gibi çeşitli yönleri vardır ve bu çalışmalar bugün yeryüzünde pek çok dil için yapılmaktadır. Bu belirtilenler dışında dilin bir de siyasi yani o dili konuşan insanların, o dili konuşarak varlıklarını devam ettirmeleriyle, başka bir deyişle kendileri olarak yaşamalarıyla ilgili bir yönü vardır. Bu yönüyle bakıldığında bir milletin ana yurdunun, o milletin ana dili olduğunu söylemek, hele hele Türk milleti gibi yaşamış milletler için, hiç de abartı değildir.
İnsan yapıp etmeleri, dil denilen ve bütün varlıklar içerisinde yalnızca insana özgü olan bir sistem sayesinde biriktirilir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Biriktirme ve aktarma da aynı dil gibi yalnızca insana ait bir eylemdir. Hayvan ancak içgüdüleriyle yiyecek biriktirebilirken, insan bilinçli olarak maddî ve manevî biriktirmeyi bir arada yapabilmektedir. Dil aracılığıyla kuşaklar arası aktarılan bu biriktirmeler, zamanla millî kültürleri oluşturmuşlar ve toplumların, yaşadıkları tecrübelerle, ayrı milletler olmalarına yol açmışlardır. İnsanlık tarihi bize, aynı milletten olan insanların ayrı dilleri konuşmaya başlamalarıyla farklılaşmanın ve farklı kültür çevresine mensup olmanın aynı şey olduğunu gösteren örneklerle doludur. Başka milletlerin boyunduruğu altına düşmüş toplumların bağımsızlık mücadelesini açıktan yapmaktan korktukları zamanlarda, ana dillerine sarılmaları, onu bayrak yerine koyup, ondan yaşama gücü almaya çalışmaları sık görülen bir durumdur. Türk lehçelerinde ana dili için çok şiir yazılmış olmasını, Türkiye Türkçesinde buna çok rastlanmaması nı bağımsızlıkla ilişkilendirmek hiç de yanlış olmayacaktır.
Bir dil, zaman ve mekan boyutları göz ardı edilerek değerlendirilirse o dille ilgili doğru yargılara ulaşmak mümkün olmaz. Türk diline bu cepheden baktığımızda göreceğimiz manzara tek kelimeyle muhteşemdir. Bilinmeyen zamanlara uzanan bir tarihî derinlik, bütün zamanlarda insan varlığının beşiği sayılan pek çok coğrafyada Türkçe varlığı…Doğuda Çin seddinden, kuzeyde Sibirya bozkırlarına, güneyde Hint ve Arap yarımadasından, batıda Kuzey Afrika ve Finlandiya’ya kadar bir Türkçe coğrafyası… Bu muhteşem tarih ve coğrafya, bugün beyni ve ufku küçülmüş Türk aydını için taşınması çok elem verici bir yük haline gelmiştir. Bir kaç yüzyıldır yaşanan yenilmişlik ve ezilmişlik duygusu, aydınımızı bu muhteşem tarih ve coğrafyadan adeta utandırmakta ve bu kadar büyük işler başaran atalarına “niye yaptınız” diye sitem ettirmektedir. Bir kısım aydın, adeta Kurtuluş Savaşı niçin yapıldı sorgulamasını yaparken, başka bir güruh da onu küçümsemekte ve küçültmeye çalışmaktadır. Böyle bir zihne sahip olanlar elbette Türkçeden de rahatsız olacaklar ve bir kısmı ana dillerinin niçin İngilizce olmadığını, diğer bir kısmı da niçin Arapça olmadığını sorup, üzüleceklerdir. Bu duygunun da elbette tarihî kökleri ve psikolojik sebepleri vardır.
Millî kültür ve dil konusunda bir kısım Türk aydınının “arızalı” tavrına ilk işaret, Bilge Kağan’ın sesinden ve yüzlerce yıl öncesinden gelir. Bilge Kağan ölümsüz hitabesinde “Tabgaçgı begler Tabgaç atın tutupan, Türk atın ıtı.” (Çin’deki Türk beyleri, Türk adını bırakarak Çin adını aldı) buyurur. Bu cümledeki “Türk beyleri” ibaresini o dönem için “Türk aydını” olarak, “Çin adını aldı” ibaresini de “Çinlileşti” olarak anlamak gerekir. Bugün için Türkçenin ilk yazılı metinlerinde karşılaştığımız şikayet konusu bu durum, Türk tarihi boyunca bir kısım Türk aydınının değişmez tutumu olmuştur. Uygurlar dönemindeki din değiştirmeleri ile birlikte görülen alfabe değişmeleri, İslam’ın kabul edilmesiyle ortaya çıkan durum hep birbirine benzemektedir.
Din, kavram olarak insanın bütün varlığını kuşatır ve onun her düşünce ve davranışını etkileyip şekillendirir. Dinlerin bu etkileme güçlerinden diller de kendilerini koruyamazlar. Her dilin konuşucuları, dini hangi toplumdan öğrendilerse ve dinin kitabı hangi dille ise doğal olarak ondan etkilenir ve bir nevi onun etki dairesine girer. Hıristiyanlığın dili kabul edilen Latincenin, Avrupa dilleri üzerindeki hakimiyetinin kırılması, yüzyıllarca süren bir mücadeleyi gerektirmiş ve din kurumu bu noktada müthiş bir direnç göstermiştir. Türkçe de, Avrupa dilleri kadar değilse de, benzer durumu Farsça ve Arapça karşısında yaşamış ve Türk aydınının büyük çoğunluğu bu süreçte de yüz akıyla çıkamamıştır. Medrese dili büyük ölçüde Arapça olurken, edebiyat dilinde Farsça çok etkili olmuştur. Eserlerini Arapça ve Farsça yazan pek çok Türk aydını olduğu gibi Türk yazı dili de bu dillerden büyük ölçüde etkilenmiştir. Kütüphanelerimizdeki yazma eserlerin büyük kısmının Türkçe olmaması, Türk aydını için büyük bir kusurdur. Bu durum bugünün aydınları tarafından eleştirilmekte ve yabancı dillerle yazan aydınlar, millî dile karşı duyarsızlıkla suçlanmaktadırlar. Bu suçlamayı bazen çok acımasızca yapmaktan çekinmeyen ve çoğunlukla haklı olan çağdaş Türk aydını, bugün özellikle Türkiye’deki Türkçe aleyhine gittikçe de yaygınlaşan uygulamalarla ilgili olarak sessiz kalmakta ve hatta çeşitli gerekçeler ileri sürerek desteklemektedir. Bu gerekçelerin başta geleni dünyadaki gelişmelere uzak kalmamak, bu gelişmelerin içinde olmak, çağdaşlık vs… Yani bugün yeryüzündeki bilim ve teknoloji üreten toplumların dillerini öğrenerek ve hatta eğitim dilini değiştirerek bilimlik gelişmeler sağlanacağını, teknolojide çağın yakalanacağını düşünmek… Dünyadaki bilim ve teknoloji gelişmelerini yalnızca dil bilme derecesine indiren bu düşünce elbette ki her yönüyle sakattır. Bilim ve teknolojide geri kalış maceramızı; Kanuni Sultan Süleyman’ın eğitimin bozulmaya yüz tuttuğunu belirttiği ve çeşitli tedbirler alınmasını emrettiği bir fermandaki “… her fenden bir kitap ve her kitaptan birkaç fasıl veya bab okumakla…” yetinerek kısa yoldan yüksek makamlara erişmek isteyenlerin çoğaldığını ifade eden cümlelerinde aramayıp da dil bilmemekte aramak Türk aydınına has bir garabettir ve geri kalmışlığın da en büyük göstergesidir.
Her dil için ortak olan beslenme ve gelişme kaynakları vardır. Bunlar; dili konuşan ve ana dili olarak yaşatan, kuşaktan kuşağa aktaran ve Türkçenin çok yerinde bir tabirle “ocak” olarak nitelendirdiğ i aileler, her bilim dalında eğitimini yaptırarak dillerin bilim dili haline gelmesini sağlayan eğitim kurumları, din hayatının merkezi durumunda olan mabetler ve (eski önemini kaybetmiş olmakla birlikte) kışlalardır. Aile, okul ve mabet üçlüsünün dil karşısındaki tavrının farklılaşması demek, toplumun zihin bulanıklığının başlangıcı demektir. Türkiye’ye bu cepheden bakıldığında tam bir karmaşanın hüküm sürdüğü görülecektir. Çocuklar ailelerde halen Türkçe ortamına doğmaktadırlar. Pek çok aile, içinde yaşadığı bu Türkçe ortamından rahatsızlık duyduğu için çocuğunu bir an önce bir yabancı dil (özellikle İngilizce) ortamına taşıma çabasına girmekte ve maddî imkanları yeterli olan herkes bunu yapmaktadır da. Birkaç yüz yıldır devlet ve toplum olarak Batı karşısındaki “yenilmiş” duygusu içerisinde yaşamamız, yukarıda belirtilen durumun başlıca sebebi olmuş ve Türk aydını bu duyguyu çok yoğun bir şekilde yaşamış ve yaşamaktadır. Bu durumun devam etmesine karşı çıkan “öteki” aydınlar, büyük çoğunluk ve “hakim güçler” tarafından horlanmış, geri kalmışlıkla, gericilikle ve hatta ırkçılıkla suçlanmıştır. Devlet de, iktidarda hangi parti ya da hangi görüşün olduğu fark etmeden, bu “ilerici, çağdaş, bilimsel (!!!)” görüşlerin yanında olmuş ve devlet okullarında da uygulamasını yapmış, yabancı dille (İngilizceyle) eğitim yapan devlet okullarının sayısı her geçen gün arttırılmıştır. Din hayatına baktığımızda da aynı garabeti görmekteyiz. Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacip’in başlattığı dini terim ve kavramların mümkün olduğunca Türkçe karşılanması anlayışı devam ettirilememiş , bu alan tamamen denecek ölçüde Arapça ve Farsçaya bırakılmıştır. İnsanlar yakarışlarını bile anlamadıkları bir dille yapmaya, dinin emri imiş gibi, adeta zorlanmışlardır. Bu alanda mabetlerimizde yüzyıllardır parlayan bir yıldız olan “mevlid”i zikretmemiz ve bu eserin niçin bu kadar çok sevildiğini de düşünmemiz gerekir.
Son yıllardaki ekonomik ve siyasi gelişmelerin Türkiye’ye yansıması yine Türkçe aleyhine olmuş ve bilhassa 1980’lerden sonra “İslamcı” sıfatını gururla taşıyan pek çok siyasetçi ve aydın garip bir biçimde “Amerikancılık” çizgisine kaymış, “İslamcı/Amerikancı” bir siyasetçi ve aydın tipi ortaya çıkmıştır. Devlette etkili olan bu ekip(ler), cemaat şuur ve bağıyla hareket eden “anti emperyalist” bağlılarını da o çizgiye taşımışlardır. Bu taşınma; “İslamcılık” etiketlerinin gereği olarak(!!) özellikle belediyelerin düzenlediği kurslarla öğrenmeye çalıştıkları Arapçaya ortak getirmiş ve İngilizce, tabiri caizse “kardeş dil” ya da “kardeşlerin dili” olmuştur. Arap ülkelerinin ABD bağlantısı, “İslamcılar” eliyle Türkiye’ye taşınmış ve Türkiye’nin kendi kabuğunda yaşayan cemaat yapıları “açılımlar” yaparak çağ atlamışlar ve cemaat sosyeteleri oluşturmuşlardı r. Bir cemaat ise kurduğu eğitim kurumlarında özellikle Asya ve Afrika’da İngilizce eğitim yaparak, işi daha örgütlü bir hale getirmiş ve bunu da “Türkçe Olimpiyatı” yapmak gibi çok güzel kılıflarla süslemiş, bağlıları da “kurşun asker” tavrı göstermiş ve göstermektedirler.
Yenilmişlik ve ezilmişlik duygusu aile ve okulu, “ana dili bilinci” konusunda sarsmış, Cumhuriyet öncesinde başlayan ve ilk yıllarında sistemli olarak topluma aşılanan “ana dili sevgisi” sloganlara sığınmak durumunda kalmıştır.
Son yıllarda yabancı dille eğitim yapan özel okullar ve devlet okulları oldukça artmış, aileler de çocuklarını yabancı dille eğitim yapan okullara sokabilmek için bütün imkanlarını zorlamaya başlamıştır. Yabancı dille eğitim eşittir kaliteli eğitim algısı yerleşmiş ve ülkenin en zeki çocukları, bu kurumlara yönlendirilmiş tir. Hiç kimsenin aklına da başarının yabancı dille eğitime mi, yoksa zeka düzeyi yüksek insana mı ait olduğunu sorgulamak gelmemiştir. “Bu zeki çocuklara farklı yabancı diller öğreterek, asıl eğitimlerini ana dillerinde versek nasıl sonuç alırız”ın cevabını hiçbir yetkili merak etmemektedir.
Yukarıda anlatılanlar yaklaşık 60 yıldır Türk yüksek öğretiminin önemli sorunlarından biridir. Türkiye’nin önde gelen üniversiteleri, bu “önde gelme” vasıflarının, öğrenci ve öğretim elemanı kalitesinden kaynaklandığını düşünmek yerine yabancı dille eğitime yüklemektedirler. Bu anlayış, araç ile amacın zaman zaman yer değiştirmesine sebep olmakta, bir yabancı dili, ki bu genellikle İngilizcedir, iyi öğrenmek, iyi bir eğitim almakla eşdeğer tutulmaktadır. Bu durum, üniversiteler ve üniversitelerin üst kurumları olan YÖK ve Üniversiteler Arası Kurul tarafından da sürekli desteklenmektedir. Öğretim elemanları sürekli olarak yabancı dilde yayın yapmaya teşvik edilmekte, Türkçe yayınlar küçümsenmekte ve Türkçe yayın yapan akademisyenlere en iyimser tabirle “zavallı” gözüyle bakılmaktadır. Yayının içeriğinin ya da kaç atıf aldığının çok da önemi yoktur. Türkiye’de yapılan bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan özgün bir yayını herkesin okuyup anlayabilmesi, o yayın için büyük bir kusur olarak görülmekte ve yukarıda belirtildiği üzere araç ile amaç yer değiştirmektedir. Tedaviye muhtaç, büyük bir aşağılık kompleksinin sonucu olan bu duyguyu üniversitelerimizde, bilhassa “büyük” üniversitelerimizde sıkça görebiliriz. Geçmişte Arapça ve Farsça karşısında, 19. yy sonu ile 20. yy başlarında Fransızca karşısında Türk aydınının düştüğü kompleks, bir süredir de İngilizce karşısında yaşanmaktadır.
Üniversiteler Arası Kurul’un doçentlik başvurularında aradığı koşullarla ilgili olarak yaptığı son değişiklikler de bu kompleksin ve ezilmişlik duygusunun sonucu olarak değerlendirilmelidir . Yüksek Öğretim Kurumu’nun ve bu kuruma paralel olarak değişen Üniversiteler Arası Kurul’un sosyal ve siyasi yapısı gereği Türkçe konusunda, eskiye nazaran biraz daha hassas olmaları beklenirken, ortaya çıkan durum tam tersi olmuş ve belirtilen kurumlardaki yetkili ve görevliler adeta “bir yerlere” “bir şeyleri” ispat yarışına girmişlerdir. Üniversiteler Arası Kurul’un Türk Dili Bilim Dalı’ında doçent olmak için getirdiği “Türk dili, Halkbilimi, … bilim alanlarında doçent olabilmek için SSCI ile AHCI kapsamındaki dergilerde veya hakemli dergilerde en az beş özgün makale yayımlamak ve bu beş makaleden en az ikisinin yabancı dilde olması” şartını nasıl anlamalı, nasıl değerlendirmeliyiz?
Türklük Bilimi’nin merkezi Türkiye’dir ve ortak dili de doğal olarak Türkçedir. Bu, bu alanla uğraşanların ya da kendisine bu alanı meslek olarak seçmiş olanların başka dilleri öğrenmesine ve bilmesi gerekliliğine engel bir durum değildir. Bir dil araştırmacısının mesleğinde yeni şeyler söyleyebilmesinin bir şartı da uğraş alanı olan dilin dışında da diller bilmesidir, ancak akademik yükselmenin önüne böyle bir şart koymanın bilimle de, bilimin gelişmesiyle de bir ilgisi olamaz. Bunun, en iyi niyetle düşünecek olsak bile, tedaviye muhtaç bir durum olan ve yukarıda belirttiğimiz kompleksle ilgisi olabilir.
Üniversiteler Arası Kurul’un kararına göre Yeni Türk Edebiyatı ve Eski Türk Edebiyatı bilim dalları Türkiye merkezli olduğu için bu alanlarda yabancı yayına gerek duyulmamış. Bu durum, Üniversiteler Arası Kurul’un konuyla ilgisinin ne ölçüde bulunduğunu gösteren başka bir garabettir. Batı dillerinden yararlanmadan Yeni Türk Edebiyatı çalışan bir kişi, Yeni Türk Edebiyatı öğretmeni; Arapça ve Farsçadan yararlanmadan Eski Türk Edebiyatı çalışan bir kişi de Eski Türk Edebiyatı öğretmeni olabilir. İlgili alanlarda çalışanların görüşü alınmadan alınan bu “kompleks ürünü” kararlar, adı geçen Kurul için tarihe “yüz kızartıcı” olarak geçecek bir sicil suçudur. Bundan sonra bu karardan dönseler dahi bu lekeyi silemeyeceklerdir. Türkçenin güzelliğinin Avrupalılara da gösterilmesi gibi çocuk hayalinin düşünebileceği bir ulvîliğin(!) eseri olan bu karar, Türk olmaktan ve Türkçe konuşmaktan, ana dillerinin Türkçe olmasından utananların alabilecekleri bir karardır. Bu kararları alanlar elbet bir gün göçüp gidecekler, ancak emin olsunlar ki ne Bilge Kağan gibi, ne Yusuf Has Hacip gibi, ne Aşık Paşa gibi, ne Ali Şir Nevai gibi, ne Ebu’l-Gazi Bahadır Han gibi, ne Fuzuli gibi, ne Edirneli Nazmi gibi, ne Ziya Gökalp gibi, na Gaspıralı İsmail Bey gibi, ne de Mustafa Kemal Atatürk gibi anılacaklar. Bunlar unutulacaklar, unutmayanlar ise Türkçeye yapmak istedikleri kötülüklerden dolayı unutmayacaklardı r…