Ama en güzel onlar ölüyor ve en güzel onlar mağlûp oluyor…

Ölüm en güzel onlara yakışıyor, mağlûbiyet en güzel onlara yakışıyor.

Tedâilerinin zenginliği göz kamaştırıyor, tam bir mozaik zenginliğinde. İçinde “ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı” nevinden bir zenginlik bu. Her kapıyı açıyor, her konuda söz söyletiyor, itiraz imkânı sunuyor. Muhkem bir mevki sunuyor, korunaklı, zaman zaman dokunulmaz bir mevki bu.

Aslında biraz yap/boz oyunu gibi ülkücülük. Bozup bozup tekrar yapabiliyorsunuz, bu imkânı sunuyor size. Belirlenmiş bir standardı yok gibi, dolayısıyla teftişi de yok, “olmamış, sil baştan” diyeni yok. Hoşunuz gitmedi mi yaptığınız yeni model ülkücülük, bir kenara koyuyorsunuz ve “yenisine sağlık” diyorsunuz oluyor bitiyor, her türlü denetimden âzâde…

Tabiatıyla müntesiplerinin yani ülkücülerin “kesin inançlılıkları” fikirlerine değil, ideallerine değil, paradigmalarına değil, ideolojilerine değil. Ülkücülerin “kesin inançlılıkları” kurumlarına ve kişilere müteveccih. Kurumlarına ve kişilere amansız bir “kesin inançlılıkları” var, Eric Hoffer’a “Kesin İnançlılar” kitabını yeniden yazdıracak kadar.

Ülkücülüğün ne kadar “kırmız çizgisi” varsa neredeyse tamamına yakını pembeleşmiş, ne gam!

Ülkücülüğün ne kadar “sinir ucu” varsa hassasiyeti alınmış, ne tasa!

Ülkücülüğün ne kadar “kutsalı” varsa tahkir edilmiş, ne dert!

Ülkücülüğün ne kadar “hâtırası” varsa istismâr edilmiş, ne gâile!

Ülkücülüğün ne kadar “geçer akçesi” varsa peşkeş çekilmiş, ne mesele!

Ülkücülüğün ne kadar “ihtiyâtı” varsa pazarlanmış, umurda mı?


Bir zamanlar bir hava durumu sunucusu vardı; “havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız yerinde olsun” diye kapatırdı proğramını. Ne olursa olsun ülkücülerin havası yerinde olsun, gerisi hikâye…

Lâkin, iş kurumun tüzel kişiliğine, bu tüzel kişiliğin en tepedeki temsilcisine, haydi jargona uyarak yazalım, liderine ve etrafındakilere yöneldi mi eleştiriler, yandı gülüm keten helvası. “Birlik ve berâberliğe en fazla ihtiyaç duyulan günler” zırvası başlar hemen ve aksi gibi bu zırva te’vil götürür bir zırvadır. “Haydi şahıslara saygınız yok, bâri o makama saygı gösterin” plağı döner döner durur. Sanki o makam, yaratılmıştır, mukaddestir, takdis edilmiştir, o şahıstan/şahıslardan bağımsızdır sanki. O şahıslar olmasa o makam sanki bir canlı gibi hayatını devam ettirebilecek organizmaya sahiptir. Bir miktar deri ve ahşaptan oluşan o koltuklar sanki dile gelip konuşabilecektir. Lakin böyle telâkkî edilir ve saygı beklenir, göstermeyen hafazanallah yanmıştır hem de Marmara Çırası gibi…

İlkeleri, idealleri, hassasiyetleri ayaklar altında paspas olurken sükût eden, sineye çeken, gargara yapan kalabalıklar, oklar kuruma, işleyişine ve liderine ve etrafındakilere yöneldi mi aslan kesilirler, birlik ve berâberlik nutukları atarlar, voltran oluştururlar.

Haksızlık ve kötü gidiş karşısında susmayanların payına da hep aynı sıfat düşer:

“Muhalif”.

Muhalif en terbiyelisidir susmayanların hissesine düşen sıfatların. Zaman zaman hain olurlar, zaman zaman muârız, zaman zaman kökü dışarıda bazı merkezlerin adamı ve çatlak ses olur zaman zaman.

Hayatını inandığı dâvâsına, ideallerine adamış, bu uğurda çekilecek ne dert varsa çekmiş, ne tasa varsa tasalanmış, ne bedel varsa ödemiş insanlar, bir gün evvel hareketin kahramanıyken, bir ânda hain olurlar, bölen olurlar, provokatör olurlar. Hem de bütün bunlar “ülkücülüğün sınırları dahilinde” olur, tarafeyn “ülkücüdür” tartışmasız olarak, her şey olur ama tarafeynin ülkücülüğüne bir zevâl gelmez. Hain diye suçlayan da, “hain değilim, farklı düşünüyorum” diyen de ülkücüdür.

Tamı tamına şöyle bir durumdur:

“İşler nasıl gidiyor” demiş kör topala. Topal cevap vermiş, “Gördüğün gibi işte”…

Ne topal yol gidebiliyordur, ne kör görebiliyordur…

Ülkücülük hep “devletlû” telâkkî edildi, hep devletin “hassasiyetleriyle” özdeşleştirildi, hep “yedek kulübesinin yıldızı” oldu ve “düz koşularını” bile devlet ciddiyeti ile yaptı; “uygun adım”da.

Ülkücülük her kadroda yer buldu kendine. İlk onbirde ya da ilk onsekizde. Hatta tribünlerde oturduğu zamanlarda bile “kendi hapiste, fikirleri iktidarda” denildi, bu yetti de arttı bile kendini ayrıcalıklı hissetmesi için.

Kendi yapılarının hâricindeki siyâsî partiler, vakıflar, cemaatler, tarikatler, gönüllü kuruluşlar hepsinde kontenjanları oldu. Hepsinde yerini aldı, tavazzuf etti. Bu tür yapılar için bir insan haddehânesi fonksiyonunu gördü ülkücülük.

Bu yapılar ülkücülerden bolca kadrolar istihdâm ettiler bünyelerinde yıllar yılı ve el’ân. Ülkücülüğün değirmeni hep tersine çalıştı, içeriden dışarıya doğru verdi ürününü.


ANAP, Özal’ın “dört eğilim” dediği meşhur “fil ayağı” üzerine oturdu, ayaklardan birisi ülkücülerdi; en dinamik ayak. “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı”nın en nâm-dar isimleri, tahliyelerinden hemen sonra soluğu Özal’ın himmetli gölgesinde buldular. Hem ülkücülük politik bir angajman değildi ki! İnsan ideallerine her yerde hizmet edebilirdi ki! Ha o parti, ha bu parti, ha o çatı, ha bu çatı ne fark ederdi ki! Bir tabelâ değil miydi nihâyetinde, hem onlar tabelâ ülkücüsü değillerdi ki! Zaten lider de yaşlanmıştı, ülkenin daha dinamik bir lidere ihtiyacı vardı, Özal kâfi miktarda enerjik bir liderdi, üstelik dağıtmayı da iyi biliyordu. Hem insan hayatı boyunca “aynı yerde otlamazdı ki!”. Bu yeni otak iyi gelmişti ANAP’lı ülkücülere. Ülkeye “çağ atlatmak” varken, Özal’ın “işini bilen memurları”yla çalışmak varken, “ihracat hayalleri” kurmak varken dolar cinsinden, neydi o öyle lider-doktrin-teşkilat, cenâzeler, cezâ evleri, C-5’ler falan!

“İf I were a rich man” şarkısını bilmiyorlardı ama “lüküs hayat” diye bir şeyden haberdardılar. Özal ülkücülerin etinden, kemiğinden, suyundan, yağından, tüğünden her şeyinden alabildiğine faydalanıyordu. Oldukça kullanışlıydılar. Her yola geliyorlardı. Karşılığında da ülkücüleri bürokrasinin tüm tatmin edici hazlarıyla tanıştırıyordu, haram lokma ile tanıştırıyordu, devletin sırtından zenginlikle tanıştırıyordu. Ülkücüler ise pek zorlanmadılar, çabuk kanıksadılar bu tanışıklıkları. Vicdanlarını rahatlatacak hissiyatları hazırdı şuur altlarında:

“Zaten devletten alacaklıydılar, onlar devletin bekâsı için mücadele etmişlerdi, alacaklarının bir kısmını tahsil ediyorlardı yalnızca…”.

Kendisini “daha fazla alacaklı” hissedenler ise geldikleri yere, dilini en iyi bildikleri yere, “sokağa” döndüler, racon kestiler…

Uzun yıllar sonra, Cumhurbaşkanı olarak Köşkte canı sıkılan ve siyâsete dönme planları yapan Özal, Muhsin Yazıcıoğlu’na “birlikte siyaset yapma” teklifini iletirken bir latife yapmayı da ihmâl etmemişti; “Gerçi ülkücülere 1983’de elimi verdim, kolumu zor kurtardım ama…”.

Muhsin Yazıcıoğlu’ndan hiç beklemediği bir cevap aldı Özal:

“Sizinle birlikte siyâset yapmak demek, kömür mâdenine beyaz takım elbise ile girip, oradan bembeyaz çıkmak demektir ve bu mümkün değildir, siz Köşk’te daha verimlisiniz, Köşk’te kalınız Sayın Cumhurbaşkanı…”.

Kurumların da bir ömrü vardı, doğuyorlar, büyüyorlar ve ölüyorlardı. ANAP da Özal’dan sonra dikiş tutmayacak ve birkaç yıl daha makineye bağlı olarak yaşayacaktı.

Ama ülkücülük hayat alanı bulacağı bir başka partiyi merkez sağda nasıl olsa bulurdu, buldu da.

Tansu Çiller imdadına yetişti ülkücülerin. Tabela ülkücüsü değildi ki onlar., Tansu Çiller yalnızdı, bürokrasiyi tanımıyordu, bu ülkede kökü yoktu, devleti tanımıyordu ama pervâsız bir cesareti vardı. Ülkücülere yaslanmayacaktı da kime yaslanacaktı. En güvenilir olanlar ülkücülerdi, delikanlı çocuklardı. Yüreklerine, bileklerine sağlam çocuklardı, ağızları sıkıydı. Hem serde yalnızca delikanlılık yoktu, okumuş çocuklardı da aynı zamanda bunlar, okumuşlar, profesör olmuşlardı. Siyaset biliminden felân da anlıyorlardı. Siyâsî danışmanlık da ülkücülere teslim edilebilirdi, edildi de. Her işini ülkücülere danıştı Tansu Hanım devr-i iktidarında, arada devletlû “ağabeyler” de vardı, içi rahattı.

Bir Mercedes, bir kamyonun altına girene kadar…

Sel, toprak kayması, çöp patlaması, grizu patlaması, depremler gibi tabii âfetlerin altında defaatle kalan devlet bu kez bir Mercedes ve bir kamyonun arasında sıkıştı kaldı, devletin bağırsakları döküldü ortalığa iki aracın arasından.

Başrol yine ülkücülerindi.


“Susurluk Ovası bozkurtların yuvası” oluvermişti. Ülkücü dünya görüşü, ülkücü devlet telâkkîsi, ülkücü toplumcu düzen, ülkücü ahlak, milliyetçilik, “Susurluk Ovası”nın münbit topraklarında neşv ü nevâ buluvermişti hemen.

İllegalitenin adı ülkücülerdi.

Hükûmetin bir ortağı Erbakan durumu “faso fiso” olarak nitelerken, Tansu Hanım ülkücülerden bile daha vefâlı çıkmıştı:

“Vatanın uğruna kurşun atan da yiyen de şereflidir” demişti TBMM kürsüsünden; hakkını teslim etmek gerekir, Mamak’ta hasbe’l kadar bir süre kalıp, tahliye olduktan sonra, “tövbe billah” ülkücülüğün sokağından geçmeyenlerin yanında gayet delikanlıca bir duruştu.

Başörtüsü yasaklarını protesto eden öğrenciler için, “Terbiyesizler, devletin polisinin bir düğmesini koparmak vs. vs. vs. …” şeklinde açıklamalar yapan, Mamak’taki “kısa süreli” mahkûmiyetinden yeni tahliye olduğu günlerde, mütevellî heyetinde bulunduğu ve 80’li yıllarda büyük bir ihtiyacımızı karşılayan bir öğrenci yurdumuzun kamulaştırılmasının önüne geçmesi için evinde ziyaret ettiğim ve tavassutunu rica ettiğim, cevap olarak, “Ben ülkücülerin ne haltlar yediğini Mamak’ta öğrendim, sizinle hiç bir müşterekliğim olamaz” diyen 12 Eylül öncesinin büyük dâvâ adamı(!) ülkücü hareketin kudretli hatibi Sorbonlu Âgâh’tan, merkez sağ siyâsetin hemen her partisinde siyâsî konsomasyon yapan Ülkü Yolu’nun büyük yolcusu(!) Zeybek’ten ve daha nicelerinden daha delikanlı bir duruştu Tansu Hanım’ın duruşu, ülkücü mü olmuştu ne!..

Tek başına bir iktidar göremeyen ülkücüler bayram yapamadılar, fakat arifeyi gördüler. İktidar ortağı oldular. O dönem hakkında dönemin yetkililerinden olan arkadaşlar “içeriye dönük” bir tahlil yapsınlar, objektif olarak yazsınlar isterim, başbakanlık önüne serildiği halde ülkeyi “erken seçim”e götüren ve o “erken seçim”de TBMM dışında bırakılan “ülkücü ferâseti” analiz etsin isterim. Şüphesiz bahse konu dönemin bütün kararları da “ülkücülüğe ve ülkücü irâdeye” uygun olarak alınmıştır. En azından içinde idamın kaldırılması gibi kararları alanlar ve uygulayıcıları için durum bundan ibârettir. Ya da Abdullah Gül’ün bizzat kendisi bile ümidini kesmişken, “Meclis’ e gireceğiz” diyerek Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanlığına taşıyan irâde de “ülkücü irâde”dir kendilerine sorarsanız. Ve bunlar tartışılamaz, çünkü kurumlar, makamlar ve şahıslar incinirler ama “ülkücülüğe” bir şeycikler olmaz. O incinmez, yara almaz, sakatlanmaz, rencide olmaz, zevâle düşmez. Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle ilgili referandumda da “hayır” fermânı yayınlar hazret, milletle ve bizzat “ülkücü tercih” ile ters düşüleceği biline biline, ama bu da nihâyetinde “ülkücü bir tercih”tir, tercih eden için, kime nedir, bunu tartışanların itirazları “vız gelir trıs gider”dir?

Ülkücülük çocukların hamur oyunu gibidir, isteyen istediği şekli şemâli verebilir.

En son olarak yaşadığımız “referandum” da göstermiştir ki, ülkücülerin eskisiyle, yenisiyle, bağımsızıyla “müşterek” hareket edebilme kâbiliyetleri çok sınırlıdır. Mihenk taşlarına hangi tavrı, davranışı, tepkiyi vurursanız vurun açığa çıkan tavır ülkücü bir tavır olarak isimlendirilir. Kimse tavır sahiplerinin keyfinin kâhyası değildir.

Tarafeynden bir tarafın, “hayır” derken ortaya koyduğu garip, anlamsız, sert, rijit, sevimsiz ve de işin daha da garibi “gönülsüz” mesâisi, seçmenden yani milletten hak ettiği kadar mâkes buldu, CHP ile hizalanıp milletin safının dışında kalmanın karşılığıydı bu.

Siyâsî propaganda literatürü zenginleşti ve ramazan ayı ve sıcaklar nedeniyle propagandaya ara verildi, yoğunluğu düşürüldü. Uygulayıcısına/uygulayıcılarına sorsanız bu muhakkak ülkücü bir tavırdı(!).

Tarafeynden diğer bir tarafın “evet” derken ortaya koyduğu vıcık vıcık iktidara yağ sızan tavır, siyâsî beceriksizlik, liyâkatsizlik, iktidar partisinin afişlerinin alttan göründüğü ama kendi parti amblemleriyle süslenmiş “emanet” araçlarla yürütülen onursuz bir kampanya da uygulayıcılarına sorsanız Geçici 15. Madde’nin kaldırılması için gösterilmiş göz yaşartan ülkücü bir fedakârlıktı(!).


Tarafeynden bir üçüncü taraf olan “bağımsız ülkücüler”in (ki kavramın telif hakkının sahibinin, kavramın sonraki şöhretinden bağımsız olarak belki de naif bir protesto amacıyla internetteki bir paylaşım sitesinde kurduğu bir grubun adıdır) ise, referandumda “evet” deme gerekçeleriyle, iktidarın menfaatleri örtüşmüş ve fırsat bu fırsat denilerek iktidarın medyasıyla bir konjonktürel işbirliği yapılarak fırsat değerlendirilmiş, birikmiş sözler söylenmiştir. Aslında Başbakanın referandum sonrası “bizzat” teşekkür ettiği “bağımsız ülkücülerin” ismi zımnen “pragmatik ülkücüler” olmalıdır, dönemi iyi değerlendirmişlerdir, yıllardır söylenemeyenleri söylemişlerdir. Türkiye belki onların sâyesinde 12 Eylül 1980’de ülkücülere de zulüm yapıldığını, işkence gördüklerini, idam edildiklerini, uzun yıllarca hapislerde yattıklarını, haksızlıklara uğradıklarını, kamu haklarından yıllarca mahrum kaldıklarını öğrendi, kendi ağızlarından. Ülkücülerin devr-i iktidar ortaklığı zamanlarında ıskalananlar biraz telâfi edildi.

İşte bu bizim hikâyemizdir, öyle saf öyle temiz midir bilmem ama bu bizim ülkücülük hikâyemizdir.

Siyah beyaz bir hikâyedir, zaman zaman kan kırmızısının karıştığı siyah beyaz bir hikâye.

Her ideolojinin, dünya görüşünün, fikir örgüsünün dünyanın yaşadığı baş döndürücü değişimine paralel veya karşı bir şekilde kendisini yenilediği, yeni pozüsyonlar aldığı, literatürünü zenginleştirdiği, mevkiini tahkim ettiği ya da yenilediği son yirmi yılda ülkücülük hiçbir köklü değişimi yaşamadı, buna niyetlenmedi, kervanını hep yolda düzdü. “Bir dünya görüşü” olma iddiasını taşıyan ülkücülük, hâlâ soğuk savaş yıllarının oluşturduğu psikoloji ile yaptığı okumalarla ve çatışma döneminin teşkilat yapısıyla iş görmekte. Başlangıçta öngördüğü önemli değişikliklerle bir “değişim parantezi açma” denemesi olan BBP ise pratikleri itibarıyle “güzel bir mağlup” olarak geçti siyâsî tarihe, yenildi ama ezilmedi. BBP’nin çıkışında topluma va’z ettiği ve dönemi itibariyle “lüks” telâkkî edilmesi lazım gelen “sivil inisiyatif proğramı”nı 16 Aralık 1992 tarihinde Ankara’da yaptığı “Karar Kurultayı”nda kürsüden okuyan Hasan Çağlayan, bir yenilik, bir değişim denemesi olan proğramı kürsüden okurken, salonun dinlemediğini gördüğünde, yarım bırakıp kürsüden inmeyi istemişti; kitle değişim peşinde değildi.

Karar Kurultayı’ndan çıkıp, geçirdiği kısmî felç sebebiyle Trafik Hastanesi’nde yatan merhum Galip Erdem Ağabey’i ziyârete gittiğimizde, yastığının altından çıkarıp bize gösterdiği belge “sivil inisiyatif proğramı”ydı. “Siz mi sivil toplumcusunuz?” diye sormuştu gülerek. “Evet” demiştim. “Omuzlarınızdaki gizli apoletlerle mi?” demişti yine gülerek… Şuuraltımıza gönderme yapıyordu, “Siz değil, ama sizlerden sonraki nesiller belki” demişti. 12 Eylül öncesinin “olağanüstü” şartlarının, çatışmaların, ölümlerin yaşandığı dönemde biçimlenmiş zihinlere, bir sivil toplum tebliğinin fantezi olduğunu söylüyordu zımnen, reel bulmamıştı, onun için fantastik bir tebliğdi, haklıydı..

“Siz değil, ama sizlerden sonraki nesiller belki…”.

İşte bu düğümü kim, nasıl çözecek?

İbn-i Haldun, Mukaddime’de bir nesli “kırk yıl” olarak tespit eder…

Eski Yunan’daki heykeller muhteşem ölçülerle yapılırdı, “altın oran” hesaplarıyla. Ama biliniyor ki, Eski Yunan’da insanlar öyle “altın oran”a falan sahip değillerdi.

Ülkücü Hareketi, ülkücüleri bir ahlakî “altın oran”ın veya “kemâl”in içine sığdıran târiflerin handikapları üzerine yazmak zor. Fakat hayatın içinde böyle bir ahlakî “altın oran” ve “kemâl”in izine rastlamanın da aynı şekilde zorluğu izahtan vârestedir. Bunu hepimiz biliyoruz aslında, neden bile bile bir masalı anlatmaya devam ediyoruz?

Ülkücü Hareketi artık bir “Türkiye projesi” olarak neden hiç tefekkür etmiyoruz. Neden nu kadar yetişmiş kadrosu olan ve hâricindeki pek çok yapıya hizmet eden ülkücüler, ülkücü hareketin “Türkiye projelerini” üretmiyorlar “ülkücü hareket” için? Neden?!


Neredeyse bütün hayatlarını “toplantı yaparak” tüketen ülkücüler, neden bu merkezli bir kez dahi toplanamazlar? Toplandıklarında da hazirûn hep “Ali, Veli ve Kırk Dokuz Elli”den oluşur? Yeni nesillerin söyleyecek sözlerinin bulunmadığını mı düşünür acaba “ihtiyar heyeti?”.

Bilgiye bizden daha çabuk ulaşırlar, hemen çoğu lisan bilirler, hemen hepsi teknolojiye ve onun diline vakıftırlar. Hemen hepsi bizden daha iyi üniversite tahsili görmüştür. Çoğunun yurt dışı tecrübesi bizden fazladır. Mizah kabiliyetleri bizden yüksektir. İçinde yaşadıkları çağın problemlerini kendileri daha iyi bilirler. Eh, mazinin efsanelerini de dinleye dinleye genç olmuşlardır. Hâlâ ve her şeye rağmen mucizevî bir şekilde ısrarla “ülkücü” olduklarını söylerler… Daha ne istiyoruz? Ve bizim bu genç nesiller dediklerimiz bile artık 30-40 yaş grubuna dahil olmuşlardır, kendilerine yakın duran bir 20-25 yaş grubu vardır. Her şeyin en iyisini, en doğrusunu, en güzelini niye hâlâ biz biliyoruz?! En uzağa biz koşuyoruz, en iyi bağlamayı biz çalıyoruz, en iyi nutukları biz atıyoruz, en yakışıklı bizleriz, niçin?!

Ülkücülerin teşkilatçılıkta ve örgütçülükte “bir numara” olduğu ve “tek geçildiği” bir şehir efsânesidir, koskoca bir ilüzyondur, koskoca kuyruklu bir yalandır.

Ülkenin her köşesine nüfuz etmiş, bürokrasinin kılcal damarlarında bile vazife yapan bu kadar büyük bir kadroyu bünyesinde istihdam edemeyen, zihnî bir müşterek hat sağlayamayan, bu kadroların doğru dürüst fihristini bile tutmayan(özel koleksiyonlar hîriç) bir hareket nasıl olur da “teşkilatçı” olur, lâf-ı güzaftır bu…

Bu bir “yönetim” krizidir, haydi gâvurcasıyla da yazalım, bu bir “management” fâciâsıdır.

Böyle dediğiniz ânda “mayınlı arâzi”ye girmiş oluyorsunuz…

Kurumlar zarar görüyor(!), kişiler ve etrâfındakiler inciniyor(!).

Koro başlıyor hep bir ağızdan, “birlik ve berâberliğe ihtyâcımız var”.

Kanaatimce “birlik ve berâberliğe” değil, cidden “bir ciddiyet ilânına” ihtiyâcımız var.

Osmanlının son aydınlarından Sakallı Celâl(Celâl Yalnız) demişti sanıyorum:

“Tanzimat ilân ettik olmadı, Meşrûtiyet ilân ettik olmadı, cumhuriyeti kurduk olmadı. Beyler biraz da ciddiyet ilân edelim, ne dersiniz?”.

Yazmakla bitmiyor, yazıya bir “mim” koyma zamanı geldi…

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Arkadaş Dökümü” başlıklı şiiri “mim” olsun yazımıza…

Arkadaş Dökümü

Evvela dişlerimiz döküldü
Sonra saçlarımız
Arkasından birer birer arkadaşlarımız
Şu canım dünyanın orta yerinde
Yalnız başına yapayalnız
Kırılmış kolumuz, kanadımız
Tatlı canımızdan usanmışız
Bir şüphedir sarmış yüreğimizi
Ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi
Bir şüphedir demir atmış ciğerimize
Pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi
Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun
Bir çalım bir kurum hepimizde
Nereden inceyse oradan kopsun
Bu canım dünyanın orta yerinde
Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize
Yalan mı?
Gözünü sevdiğim karıncalar
İşte: Hamsiler sürü sürü
Arılar bölük bölük geçer
Leylekler tabur tabur
Ya bizler?
Eşref-i mahlukat! ..
Boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz
Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur.
Bizler sürü sepet
Yalnız birbirimizi öldürmüşüz…
(Bedri Rahmi Eyüboğlu)

http://www.haber10.com/makale/21362/