Bu inandığını yaşamakla başlardı. Bunun için örnek bir ahlak, gıpta edilecek bir hayat sergilemiştir.
Bir düşünürün, bir sanatkârın ızdırabını ancak onların duygularını paylaşan soylu ruhlar idrak edebilirler. Mehmed Akif’i anlayabilenlerin başında onun gibi bir muzdarip olan Nurettin Topçu gelmekte ve gözü yaşlı şairimizi şöyle resmetmektedir: “Vekar dolu bir alın, haya dolu bir çehre, şiddet dolu bir bakış, iman dolu bir sine.”
Kuru bir tabutla yılın bugünlerinde dünyamızdan göç eden Akif, ardında şiirlerini, yazılarını, gözyaşlarını bırakarak gitti. Şiirleri ve yazıları, gözyaşlarının suladığı ortamda çimlendi. Bir tek mısra, bir tek satır bırakmadan gitseydi bile sergilediği hayatını ölüm silip süpüremezdi. Kendine dair hesabı olmayan, yalnız inandığını yaşamak isteyen, yaşamaktan ziyade yaşatmayı gaye edinen bir avuç nesil günışığına çıktı. Onlar için sayı önemli değildi; çünkü bilirlerdi ki yerinde çakılmış bir kibrit bütün ormanı tutuştururdu.
Mehmed Akif için sefalet sadece maddi değildir; asıl sefalet manevi olandır. Çocuğuna ilaç alamayan annenin maddi yoksulluğu kahredicidir. Fakat milyonları olan bir insanın bu annenin karşısında duyarsız davranmasını anlatmak için, beşeriyet henüz kelime bulamamıştır.
Maddi sefaletimizi, ruh yoksulluğumuzu ömrü boyunca dile getirdi; mezarlıklarda, hastaların başucunda, mahalle kahvelerinde, hatta meyhanelerde vicdanları harekete geçirmek için ağıtlar yaktı. Nemli gözleri bunlara karşılık veren insanları aradı; göremeyince gök kubbenin altında kendisini yapayalnız hissetti. Yüreğinin yangınını ifade etmek için “Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş” çığlığını attı. Ne çare ki feryadı yankı bulmadı. O, inanıyordu; taş kesilmiş vücutlarda yürek oluşturmalıydı; kalem elinden düşünceye kadar yazdı.
Mehmed Akif kelimenin tam anlamıyla yalnızdı; feryadını duyan çoktu; çevresinde toplanan kalabalık istediği kıvamda değildi; bu da onu kalabalıklar içinde daha da yalnızlaştırıyordu. Bu yalnızlığını, ancak onun gibi yalnız olan Nurettin Topçu dile getirebildi; “Akif’in inzivası halk içinde idi. O, cemaatin içinde çilesini doldurdu. Sonra bu cemaatten ona ne kaldı? Her parçasını birine “Dostum” veya “Kardeşim” diyerek, veyahut bütün samimiyetiyle isimlendirerek ithaf ettiği eserini, bu kardeşleriyle dostları didik didik ettiler. Kimi onun inkılabı anlamadığını, kimi dindarlığındaki hulusu ölümünden sonra tenkit ve tariz vesilesi yaptı…”
O, Milli Mücadele’nin yanık bülbülüydü; nerede ihtiyaç duyulmuşsa, orada şakıdı. Cephelerde askerimizin pazusuna derman oldu; cami kürsülerinden halkımıza moral verdi. Yazdığı İstiklâl Marşı’yla Milli Mücadele’ye ebedi bir abide dikti. Ondan başka kim yazabilirdi? Şair olmak yetmezdi; inanmak, tarihin muhasebesini yaparak acı duymak da gerekirdi. Niçin mücadeleye atılmıştı? Sonuç ne oldu? Elde kalan vatan parçasında ecdadın mezarlarını yabancılar çiğnemeyecekti; ama bizim ruhsuz insanımızın çiğnemesi daha derinden acı vermez miydi? Oraya doğru giden yollar döşeniyordu.
İçinde bulunduğu hal, her şeyini kaybetmiş bir devin bir dehlize düşmesi gibiydi. Bu dehlize düşerken o kadar yalnızdı ki… Kader oylaması yapılırken bir dostu salonda yoktu. Nerede olduğunu sorunca aldığı “Namazdaydım” cevabı onun can damarını kopardı: “Sen namazdayken milletin namazı kılındı”. Bu cümlesi son yüzyıllarımızın özeti idi. Dışarıdan gelen acı darbelere, içerideki şuursuzluğun derin ızdırabına rağmen altmış üç yıl yaşaması gerçekten Allah’ın inanılmaz lütfuydu.
Engin ruhlar, büyük zıtlıkların barındığı yerdir. Akif dünyalık bakımından fakirdi; fakat çağlayan gibi merhameti vardı. Bu tezadın verdiği kahredici acının ifadesi kabil miydi? Şu mısrası okyanustan karayelin getirdiği damla gibidir: “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım.” m
http://www.zaman.com.tr/buyuk-muzdaribimiz/2037456.html