Nuri GÜRGÜR

12 Eylül darbesine yol açan ortamı hazırlayan siyasal, sosyal ve ideolojik faktörleri dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler eksik veya yanlış kalır. Çünkü bu ortam aniden ortaya çıkmadı; 27 Mayıs öncesinde çoğu aydının, basının, askerin ve gencin iktidar karşıtlığının ideolojik bir tarafı pek yoktu; tartışmalar siyaset ve partiler üzerinde oluyordu. Fakat 1961 Anayasası’nın fikir ve düşünce özgürlüklerinin alanını genişletmesi, ideolojik nitelikli örgütlenmelerin önünü açması sonucunda tablo hızla değişti. Bu döneme kadar illegal yöntemleri kullanan sol fraksiyonlar dernekler kurarak, partileşerek, dergiler çıkararak yasal faaliyetlere başladılar. Bu yıllarda solculuğun bütün dünyada itibarının yükselmekte oluşu, Sovyetlerin uzaya insan göndermesi, ABD’nin Castro karşısında yenilmesi, Che ve Ho Şi Minh efsaneleri genç zihinleri etkiliyordu. Özellikle 1968 yılında Batı Avrupa’da çıkan öğrenci olayları Türkiye’ye de yansıdı. Üniversitelerde boykot ve işgaller, yürüyüşler tarzında başlayan olaylar, iktidarın da seyirci kalması sonucunda ideolojik bir nitelik kazandı.

Bu dönemde solcu kesim bölünmüştü. İdeolojik kamplaşma ve rekabet halindeydiler. Sovyetler Birliği yanlısı TİP ve DİSK içerisinde örgütlenen Behice Boran’ın başını çektiği grup, radikal sosyalist düzene siyasi kanallardan ulaşılacağını savunuyordu. Buna karşılık sosyalist – komünist düzenin kurulması için önce “millî demokratik devrim”in yapılması gerektiğini savunan, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Mihri Belli, Uğur Mumcu‘nun da yer aldığı başka bir fraksiyon vardı. YÖN (sonra Devrim) dergisini çıkaran bu grup çok aktifti; ordu ve gençlik içerisinde örgütlenerek, 27 Mayıs benzeri bir darbenin yapılacağına inanıyorlar, buna hazırlanıyorlardı. Öte yandan Dev -Genç’i “çatı örgüt“ olarak kullanan Güney Amerika tarzı gerillacılığı benimseyen gençler farklı bir yol izliyorlardı. Devrimci Halk Savaşı yapacakları iddiasıyla Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil liderliğindeki Halk Kurtuluş Ordusu, Mahir Çayan ekibinin THKC-C, Perinçek’in TİİKP örgütlerini kurmuşlar gruplar halinde Filistin’e giderek bu amaçla silahlı eğitim alıyorlardı.

Millî Demokratik Devrimciler kısa zamanda Silahlı Kuvvetler içerisine sızmayı başardılar. İktidar gelişmelerin farkında değildi. Solcu militanların Ankara ve İstanbul’da fakülteleri ele geçirmek maksadıyla silah tehdidiyle başlattıkları eylemlere, ülkücü öğrencilerin eğitim haklarının engellenilmesine güvenlik güçleri “üniversiteler özerktir” gerekçesiyle seyirci kalıyordu. Polis Yusuf İmamoğlu, Süleyman Özmen, Dursun Önkuzu’nun katillerini yakalamak yerine bu saldırıları kınayan ülkücü öğrenciler hakkında soruşturma yapmaya kalkıyordu. 1971 yılının Mart ayına girilirken Türkiye uçurumun kenarına gelmişti. Fakat şükür ki ne yapılmak istendiğini yakından izleyen, sorumluluklarının bilincinde olan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Bşk. Memduh Tağmaç, MİT Bşk. Fuat Doğu, 1.nci Ordu Komutanı Faik Türün gibi üst kademelerden yönetici ve komutanlarımız da vardı. Bunların sayesinde solcu darbe girişimi 9 Mart’ta önlendi. Hemen ardından verilen 12 Mart muhtırasıyla Başbakan Demirel’in istifaya mecbur kalması aslında ordu cenahında çok yükselen tansiyonu kontrol altına alabilmek için uygulanan bir ara formüldü.

Devrimci halk savaşı sloganıyla örgütlen gençlik grupları eylemlerini Nihat Erim hükümeti döneminde yoğunlaştırdılar. Bazıları güvenlik güçleriyle çatışırken hayatını kaybetti. Yüzlerce militan ve onların destekçileri tutuklanıp yargılanmaya başladı. Muhtemelen pek çoğu ağır cezalar alacaktı. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin 74 affını genelleştirmesi üzerine tümü serbest kaldı. Bunların çoğu içeride ideolojik anlamda daha da eğitilmiş olarak dışarı çıktılar; Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın Kurtuluşu v.b. terör örgütleri kurarak eylemlerini daha da hızlı şekilde sürdürmeye başladılar. Stratejilerini değiştirmişlerdi; kitlesel destek bulmak, tabanlarını genişletmek amacıyla Alevi ve Kürt kökenli vatandaşlarımıza yöneldiler. Geleneksel Alevi-Sünni sorununu kışkırtarak mezhebi ve etnik çatışmalar çıkarmak istiyorlardı; bunu bir nispette başardılar, kentlerin varoşlarında, mahallelerde, bazı bölgelerde halkın arasına mezhebi zehir saçtılar, birbirine düşman haline getirdiler.

Bu dönemde güvenlik güçleriyle çatışmaya girmekten kaçındılar, MHP yöneticilerini ve ülkücü isimleri hedef aldılar. 1978 Mayıs ayından 1980 yılı başına kadar MHP’nin İstanbul‘da 199 ilçe başkanı ve yöneticisi şehit edildi. Bu stratejilerini 12 Eylül’den sonra tutuklanan Dev-Yol’un istihbarat sorumlusu Tayfun Mater (emekli Hv.Kv.K. Reşat Mater’in oğlu) sorgusunun ardından sohbete başladığı Emniyet görevlisine şöyle anlatıyordu: “Biz devrimci halk savaşı için bütün hazırlıklarımızı yapmış, mahalle ve semtlerde organize olmuştuk. Ancak henüz Türk ordusu ile çatışmayı göze alacak aşamaya gelmemiştik. Ara hedef olarak MHP ve Ülkücü kuruluşları almıştık. Fakat ne yaptıysak bize karşılık vermeye yönlendiremedik, çatışmaya girmekten kaçındılar.“

1978’in başında Güneş Motel rezaletiyle iktidara gelen CHP’nin İçişleri Bakanı em. Org . İrfan Özaydınlı o sırada Emniyet Gn. Müdürü olan Vecdi Gönül’den eylemlerle ilgili dosyaları ister. Vecdi Bey’in getirdiği klasörlerin büyük çoğunluğu solcuların eylemleriyle ilgilidir. Özaydınlı tepki gösterince Genel Müdür “Bize iletilen bilgilere göre düzenliyoruz, tablo bu” cevabını verir. Bakan kendinden emin şekilde “Hayır, teşhisiniz doğru değil; olayların sorumlusu ülkücülerdir, solcular kendilerini savunuyor. Ülkücülerin eylemlerini durdurursak solcular kendiliğinden susarlar“ diyerek kurdukları diyalektik teoriyi ifade eder. Bu sözler sosyal demokrat Ecevit iktidarının konuya tersinden baktıklarını anlamına geliyor. Ama Özaydınlı işin içerisine girince bakışı değişir. Kahramanmaraş olaylarını solcuların çıkardığını ısrarla belirtince Ecevit görevden alır; yerine getirdiği Hasan Fehmi Güneş bu ters diyalektiği savunanlardandır.

Kenan Evren hatıratında 1979 yılının Eylül ayında müdahalenin zorunlu hale geldiğini görünce Gn. Kur. 2. Başkanı Haydar Saltuk’a gerekli hazırlıkları yapma talimatı verdiğini, 12 Eylül darbesinin hazırlanan bu planlar çerçevende yapıldığını yazar. Ama bunun ne kadar gerçek olduğu, hatta Evren’in özellikle son üç yılda yoğunlaşan olayların gerçek yüzünü ne kadar bildiğini bilemiyoruz. Önemli kurumların içerisinden birileri toplumsal şartları müdahaleyi haklı gösterecek noktaya getirmek istediler mi? MHP’nin 77 seçimleriyle birlikte hızla büyümesinden, iktidarın alternatiflerinden biri haline gelmesinden tedirgin olan bu “birileri” siyasetin rotasını değiştirmeyi planladılar mı? 11 Eylül’de Başkentin en kritik yerlerine patlayıcı yüklenmiş bir düzine pankartı asacak kadar aktif olan, bir türlü ele geçmeyen sol örgütler ertesi günden sonra nasıl oldu da susup kaldılar? Bir yabancı dergide 12 Eylül’den önce “Dünyanın en zengin Hv. Kv. Komutanı” manşetiyle kapak yapılan Tahsin Şahinkaya’nın bu varlığı nasıl edindiğini kimse merak etmedi, darbeden hemen önce yaptığı ABD ziyareti de irdelenmedi. Bu gibi akla takılan soruların cevapları umarız bir gün verilir, darbenin gizemli arka yüzü aydınlanır.

Kahramanmaraş olayları üzerine Ecevit hükümeti Ankara ve İstanbul dahil bazı illerde sıkıyönetim ilanına mecbur kalmıştı. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’ne atanan hakim ve savcılar Millî Savunma Bakanı Hasan Esat Işık’ın adli müşaviri, sosyal demokrat Hkm. Bnb. Olcay Mis tarafından görüş ve düşüncelerine dikkat edilerek seçildiler; böylece MHP ve ülkücülerden nefret eden Nurettin Soyer Başsavcı oldu. 27 Aralıkta Kenan Evren imzasıyla Cumhurbaşkanı Korutürk’e iletilen mektup parti liderlerine darbenin yapılacağını açıkça belirten bir meydan okumaydı. Fakat ne Başbakan Demirel, ne de ana muhalefet lideri Ecevit bunu anlamak istemediler. Süresi bittiği için boşalan Cumhurbaşkanlığı için makul bir isim üzerinde uzlaşamayarak Evren ve Komutanların işlerini kolaylaştırmış oldular.

12 Eylül Darbesi Org. Haydar Saltık ve kendisi gibi sosyal demokrat eğilimli ekibinin hazırladıkları plana uygun olarak yapıldı. Darbe henüz TV’lerde ilan edilmeden özel kuvvetlerden bir tabur asker MHP Genel Merkezi‘ne baskın tarzında girdi. Aynı anda hiç gereği yokken sokağa getirilen bir tank elektrik direğini deviriyor ve bütün semt saatlerce karanlıkta kalıyor; Parti binasında gece boyunca karanlıkta arama yapılıyor. Oysa diğer partilerde arama ertesi gün saat 9’da, bazılarında ise bir gün sonra polis tarafından yapılıyor. Dava açıldıktan sonra savunma avukatı Şerafettin Yılmaz’ın defalarca tekrarladığı bu aramanın kimin talimatıyla yapıldığı sorusunu Mahkeme Başkanı Vural Özenirler ısrarla cevapsız bıraktı; böylelikle çok önemli bir hususun aydınlanmasını bilerek engelledi.

Başsavcı Soyer 12 Eylül’den birkaç ay sonra basına görüntülü bir açıklama yaptı; büyükçe bir masanın üzerinde dizili çeşitli cins ve büyüklükte yirmiden fazla silahı göstererek bunları MHP Genel Merkezi’nde bulduklarını, burasının suç örgütü olduğunu gösteren başka belgeleri de ele geçirdiklerini iddia ederek gerekli hukuki işlemlerin yapılacağını ifade etti. Soyer aynı iddiaları Kenan Evren ve Konsey Üyelerine verdiği brifingde de tekrarladı. Başsavcı’nın söylediklerini doğru kabul eden Konsey, Soyer’in dava açmasına izin verdi. Çoğu sol eğilimli olan, MHP ve ülkücü kuruluşları anarşinin sorumlusu sayan gazeteler ve yazarları bu iddiaları hararetle sahiplendi. Belli gazetelerin Ankara bürolarıyla savcılık arasında işbirliği yapılarak MHP mensupları henüz dava bile açılmadan suçlanıp infaz edilmeye çalışıldı. Ancak duruşmalar başladıktan sonra savcılık bu silahlardan bir daha söz etmedi; çünkü bunlar parti binasında bulunmamışlardı. Savcı hukuki ve ahlaki kriterleri bir yana bırakarak Konsey’i ve kamuoyunu “ajite” etmek istemişti ve amacına ulaşmıştı.

Nurettin Soyer’in kendi zihniyetinden bazı öğretim üyeleri ve yazarlarla işbirliği yaparak hazırladığı 986 sayfalık iddianame müfrit MHP düşmanlarının dışında aklı selim herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı; Soyer tarihi nitelikteki bu davaya hukuki değere sahip bir belge sunmak yerine bir engizisyon hakimi gibi eline aldığı kılıçla katliam yapmaya kalkışmıştı. Metin ilk satırından son cümlesine kadar ideolojik saplantıları olan hastalıklı bir zihnin hezeyanlarını içeriyordu. 586 sanıklı MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın iddianamesinde 220 sanık hakkında TCK 146, 149, 168 ve 142. maddelerinin uygulanması yani “idam” cezası, diğer sanıklar için de çeşitli oranlarda hapis cezası verilmesi isteniyordu.

(Davanın sonraki safhası inşallah haftaya ikinci bölümde anlatılacaktır)