Soru: 11 Eylül 1980’de neredeydiniz, ne yapıyordunuz?
Cevap: İhtilalden birkaç ay önce ülkücü kuruluşlardaki yönetim kurullarından ayrılan bir kısım arkadaşlarla yeni bir görev üstlenmiştik. Rahmetli Türkeş ve ağabeylerin çok ciddî güvenlik sorunları vardı. Gün Sazak şehit edilmişti. Onların yakın güvenlikleriyle ilgili bir merkez oluşturmuştuk. Ben koordinatör konumundaydım ve o gün akşam saatlerine kadar Başbuğ’un yakınındaydım.
Soru: 12 Eylül müdahalesini nasıl öğrendiniz?
Cevap: Ortalıkta genel bir tedirginlik vardı. Bize daha ziyade Genel Merkeze yönelik yeni bir saldırı ihtimalinden bahsediliyordu. Çünkü kısa bir zaman önce aralarında polislerinde bulunduğu solcu militanlar, Genel Merkezi basmaya kalkmış, iki arkadaşımız şehit olmuştu. Merkez binada arkadaşlarımız ertesi gün yapılacak Gençlik Kolu kongresini hazırlıklarıyla uğraşıyorlardı. Onlarla görüştüm ancak ihtilal beklentimi kendilerine söylemedim. Daha sonra Hasan Çağlayan’ı bulup ona ilettim. Kendisiyle birlikte bir arkadaşın arabasında gece sabaha kadar müdahalenin yapılmasını bekleyerek dolaştık.
Soru: Türkiye’de Komünist bir rejim kurulma ihtimalini görüyor muydunuz, kimlere karşı ve nasıl mücadele ediyordunuz?
Cevap: O ortamıdürüstçe değerlendirmek lazım. Karşımıza legal-illegal çeşitli sol fraksiyonlar, amaçlarına silah kullanarak ulaşmaya çalışan, yakaladıkları her ülküdaşımıza silah doğrultan, göz kırpmadan katleden kızıl çeteler vardı. Olaylar fikir tartışmasından çıkmış, bir nevi kan davasına dönüşmüştü. Şimdi bir yerlerde olay olduğu zaman hemen sokağa çıkıyor, insanları yatıştırmaya, camiamızı teskine çalışıyoruz. İnegöl’de Dörtyol’da olanlardan sonra bunları bir kere daha yaşadık. Yani bizler şu sıralarda vaktiyle bizden yaşlı ağabeylerin yapmaya çalıştığı şeyleri yapmak durumundayız. O zamanlar onları tanıyor, seviyor ama pasif ve korkak buluyorduk. Sadakatlerinden kuşku duyuyor, beğenmiyorduk. Üniversiteliler Kültür Kulübü’nü telmihen “kültürcüler” diye anıyorduk. Sonraları şöyle düşündüm: Galip ağabeyin o zamanki bildiklerini bilmiş olsaydım, dayanamaz çıldırırdım. O zaman ki saflığımızı ihlâs olarak nitelendirip mazur göstermeye çalışıyoruz; ama ben bir taraftan da memleketi bu kadar severken acaba faydalı mı zararlı mı olduk diye öz eleştiri yapmaya çalışıyorum.
Soru: Müdahale resmen açıklanınca neler hissettiniz, ne yaptınız?
Cevap: Arkadaşlarla, kurmay heyetiyle toplandık. Üç görüş vardı. Bir grup Kenan Evren’in konuşmasını bizim görüşlerimizle örtüştüğünü, endişe edilmemesi gerektiğini savundular. Türkeş’de zaten meydanda yoktu. Ama tecrübesine dayanarak durumu kontrol altına alacağını, bu yüzden bizimle ilgili arama durumu olması hâlinde teslim olmamızı savundular.
Bir grup ise durumun belirsiz olduğunu, bir süre ortalıktan kaybolup olayları izlemememizi, gelişmelere göre tavır almamızı önerdiler. Üçüncü bir görüş ise, bu bir ihtilaldir; askerin ne yapacağı bilinmez, bunların kılıcı her tarafı keser. Gerekirse direnelim, gerekirse çatışalım ve teslim olmayalım diyordu. Ben bu üçüncü görüşü savundum; maalesef ikinci bir taraftarım yoktu.
Soru: Tutuklanacağını tahmin ediyor muydun ve nasıl yakalandın?
Cevap: İlk hedeflerden biriydim, tutuklanmamam garip olurdu. Sık sık değişik yerlerde toplantılar yapıyor, iz bırakmamaya çalışıyor durumu değerlendiriyor, olabildiğince yakalanmamaya özen gösteriyorduk. Bizi arayan ekibin başındaki Dürüst Oktay ile Zeki Kaman’ı 80 öncesinden iyi tanıyorduk. Niyetlerini biliyorduk. Her fırsatta düşmanlıklarını en acımasız şekilde göstermişlerdi.
Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam kararının kendileri tarafından onaylanması beni çok etkilemişti. Çünkü ertesi gün yakından tanıdığım bir ülkücü asılacaktı. O zamana kadar çok tutuklandım, poliste çok eziyet gördüm, cezaevinde yattım, ama Devlet’e saygımız ve sevgimiz vardı. Döver de sever de diye düşünürdük. Polisten gördüğümüz eziyeti teşkilatın içine nasılsa sızmış birkaç ajanın tutumu sayıyor, genelleştirmiyorduk. Orduya zaten peygamber ocağı nazarıyla bakıyorduk.
Pehlivanoğlu’nun idamına sessiz kalmayı kendime yediremiyordum; bir şeyler yapmazsam ömür boyu vicdan azabı çekeceğimi biliyordum. O gün hiç yapmadığım hâlde eve uğradım. Annemle vedalaşmaya niyetlendim. Annem bir şeyler sezmiş olsa gerek, evden çıkacağım zaman, o zamana kadar hiç yapmadığı bir şey yaptı. Önüme geçti ve gidersen annelik hakkını helal etmeyeceğini söyledi. Ona karşı gelemezdim, üzerimde büyük hakkı vardı. Sabah erkenden çıkarım diye düşünüp okumak için bir-iki kitap seçip yatmaya hazırlandım. Bu sırada kapı çalındı. Kim olduklarını anlamıştım. İstesem arka taraftan rahatlıkla kaçabilirdim. Ancak gelenlerin ne kadar gaddar olduklarını, anama ve kız kardeşime olmadık eziyetler yapacaklarını düşündüm. Kapıyı açınca tahmin ettiğim gibi Dürüst Oktay’la Zeki Kaman’ı gördüm. Çok mutluydular.
Soru: Nereye götürdüler, ne yaptılar?
Cevap: Beni bindirdikleri aracı önce Maltepe’de bir pavyonun önünde durdurdular. Başımda bir er bekliyordu. İçeri girip iki saat kadar kaldılar. Geldiklerinde nefesleri ağır şekilde içki kokuyordu. Sonra beni Mamak’ta C-5 adı verilen özel sorgu mekânına götürdüler. Aslında Zeki Kaman aylar önce malulen emekliye ayrılmıştı. Ama Nurettin Soyer Dev-Yol ile ilişkisi bilinen bu polisi tekrar göreve çağırmıştı. 32 gün burada tutuldum. Filistin askısı ve elektrik dâhil işkencenin her tarzını uyguladılar. Mesai kavramları yoktu. En yüksek acıyı en az iz bırakacak şekilde vermeye özen gösteriyorlar; uyutmamaya dikkat ediyorlardı. İstirahat adı verdikleri molalarda demir parmaklıklara kelepçeliyorlardı. Yeni uyumaya kalkışanların bileklerinin kesileceği ayrı bir işkence tarzı… Beni daha sonra 1983’de Denizli’ye ve 1984’de İzmir’e götürdüler. Denizli’de de 12 gün süresince benzer işkenceler yaptılar. Ancak İzmir tamamen farklıydı, burada 34 gün kaldım.
Soru: Yatmaya fırsat bulamadığın anlaşılıyor
Cevap: Ali Bülent Orkan’ı getirinceye kadar pek fırsat bulamadım. O gelince beni tek kişilik bir hücreye aldılar. Yerime Ali Bülent’i parmaklıklara asıyorlardı. Hücrede de uyuma fırsatı vermediler. Çünkü mesai kavramları yoktu. Kafayı çekip çekip gece saat:02.00’de yahut saat:05.00’de gelip uygulamaya başlarlardı.
Soru: Ne soruyorlardı?
Cevap: Görevin teşkilat başkanlığı olduğundan beni elebaşı sayıyorlardı. Doğan Öz’den Kemal Türkler’e kadar bütün büyük olayların faili olduğumu, en azından katkı sağladığımı kabul etmem için zorluyorlardı. Yapmadığım bir olayı üstlenip işkenceden kurtulmak mümkün müydü, belki… Ama böyle bir yolun açılması durumunda arkasının gelmeyeceğini biliyordum. Direnmekten, işkencecilere tepki gösterip sinirlerini bozmaktan başka çarem yoktu. Onlara hakaret ederek, kızdırarak bir bakıma yaptıklarının acısını çıkartmaya çalışıyordum.
Soru: Yurtdışına çıkma imkânınız yok muydu, neden kullanmadınız?
Cevap: Tutuklanmadan önce, görevi teslim ettiğim bizden daha genç arkadaşlarla ve benim gibi aranan iki arkadaşımla bir arabaya bindik. Biraz çevreyi dolaşacağız dediler. Ancak üçümüzü de yurtdışına çıkarmak istediklerini ve gerekli hazırlıkları yaptıklarını anlamıştım. Kırşehir’e yaklaşırken bir benzincide mecburen mola verdik. Burada Kırşehir Ocak Başkanı’yla karşılaştık. İstişare maksadıyla Ankara’ya toplantıya çağrılmışlardı. Kendime kızdım ve mahcup oldum. Görevi devrettiğimiz bizden daha genç kardeşlerimiz mücadeleyi sürdürmek kararlılığı içinde uğraşırken, benim yurtdışına çıkacak olmamı kendime yakıştıramadım. Ülkede kalmanın arkadaşlarıma moral vermemin, katkı yapmamın daha uygun olacağını düşündüm. Diğer iki arkadaşıma “ben Ankara’ya dönüyorum” dedim; vedalaştık. Biri Avusturya’ya diğeri Fransa’ya gittiler. Tekrar 20 küsur yıl sonra karşılaştık.
Soru: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’da aynı düşüncelerden dolayı yurtdışına çıkmadı değil mi?
Cevap: Elbette. Yoksa en önce o çıkabilirdi. Bunun dışında Mamak’tan isteseydik her an kaçabilirdik. Bunun yolları bizim için çok zor değildi. Sonra Denizli’ye götürülürken ekip mola veriyor, yemek yiyorlardı. “Şurada namaz kılayım” diyordum, ellerimi çözüyorlardı.
Bilahare İzmir’e getirildiğimde Mamak’ta yaşadıklarımdan sonra kaldığım Narlıdere Cezaevi bana bir istirahat mekânı gibi geldi. Yıllardır ağaca, yeşile hasret kalmıştım. Pencereden ormana ve denize bakmak, tekneleri görmek bana anlatılmaz bir keyif veriyordu. Toplam 40 kişilik bir gruptuk. Sanıklar arasında bulunan Beyhan Aslan rahatlığımı hayretle izliyordu. Kendi kendime düşünüyordum; gördüğüm selvi ağacı, deniz ve gemiler, yemyeşil tepeler Mamak’ta olsa herhâlde ağaçların her dalına yahut yapraklarına ayrı ayrı şiirler yazacağımı tahayyül ediyordum.
Bizi ilk duruşmaya çıkardıklarında 40 kişinin 7’sinin tutuklu, diğerlerinin tutuksuz yargılanmasına karar verildi. Ben de tutuksuz yargılanacakların arasındaydım. Jandarma bizlerin kelepçelerini çıkardı ve serbest bıraktı. Dışarı çıktım mahkeme denizin hemen kıyısındaydı. Kırlangıçları, martıları bir süre seyredip seslerine kulak verdim. Duruşmayı izleyen arkadaşlar sağ olsunlar aralarında hemen para toplayıp getirdiler. Vakit geçirmeden yola çıkıp uzaklaşmamı istiyorlardı. Biraz düşüneyim dedim.
Sağmalcılar firarı 12-13 arkadaşımızın bir eylemiydi. Orada 6 ay sorgusuz sualsiz tutulan insanlar vardı. Bunu yapmaları normaldi. Benim firarım ise ferdî ve nefsi bir hareket olacaktı. Belki kendimi kurtaracaktım; ama geride kalan arkadaşlara büyük eziyet yapacaklardı. Raci Tetik ve ekibinden her şey beklenirdi. Kim bilir Muhsin Yazıcıoğlu yahut Yılma Durak ranzadan düşebilirler, kafalarını bir yere çarpıp ölebilirlerdi. Raci Tetik gibi bir sadistin ne yapacağını kimse kestiremezdi. Bir saat kadar gezdim, düşündüm ve arkadaşlarımla aynı kaderi paylaşmanın, Allah bize neyi nasip etmişse onu yaşamanın daha uygun olacağına karar verdim.
Bizi mahkemeye getiren Başçavuşun yanına gittim. Kendisine aslında tutuklu olduğumu, idamdan yargılandığımı anlatınca dehşete kapıldı. Askerlere hemen kelepçe-zincir getirmeleri için emir verdi. Sonra bu davranışının saçmalığını anlayıp kelepçe takmaya gerek görmeden beni emniyete getirdi, işlemleri başlattı boynuma sarılıp kucaklaşıp ayrıldı.
Soru: Mamak’taki işkencelerin fizikî ve psikolojik etkileri oldu mu?
Cevap: Elbette. Mesela Abidinpaşa sanıklarından Bekir Bağ, gördüğü işkenceye dayanamayarak öldü. Bize duyurmamaya çalıştılar, ama anlamıştık. Başkaları da var. Mesela Malatya’da Aydın Demirkol isimli genç ve çok yakışıklı bir öğretmen arkadaşımız vardı. Aslan gibi, dünya iyisi, melek tabiatlı, becerikli ülkücü bir kardeşimizdi. İşkenceyle öldürdüler; sonra camdan atarak intihar etti dediler. Mehmet Kalmaz aynı şekilde can verdi, işkencenin izini örttüler. Hasan Alemlioğlu koğuşta sancılandı, bağıra bağıra öldü; revire bile götürmediler. Sonra Hüseyin Karamahmutoğlu sabah namazını kılarken, başından takkesini çıkarmadı diye tekmeleyerek öldürdüler.
Ben onların başına gelenleri bildiğim için, kendime işkence yapıldığını söylemeye utanıyorum.
Soru: Mamak Cezaevinde şartlar nasıldı?
Cevap: Normal 20 kişinin kalacağı bir koğuşa 60 kişi konulunca tam anlamıyla “balık istifi” yapılmış oluyordu. “Yat düzeni” komutu verildiğinde, ancak yan yana ve kişi başına düşen yeri cetvelle ölçerek yatardık. Adam başına 20 cm düşerdi. Hücrede 3,5 yıl kaldım. Ülkücüler arasında ilk ben girmiştim. Eni boyu 4,5 karış olan, zifiri karanlık, eğilerek girilebilen, yerin iki kat daha altında rutubetli bir yer. Beni iki defa buraya koydular.
Soru: Neden buna gerek gördüler?
Cevap: Ben biraz hareketli bir tutukluydum. Orada her şeye eyvallah eden insanlar değildik. Er altı pozisyondaydık. Erler sana bir şey dediğinde, “emret komutanım” diyeceksiniz; kafanız tavanda olacak, karşınızdakinin gözünün içine bakmayacaksınız. Ama neticede idamdan yargılanıyorduk. Daha ilerisini düşünecek hâlimiz yoktu.
Bizler orada C-5’lerde aslanlar gibi karşı durduk; eğilip bükülmedik. Yaptıklarınızın hesabını soracağız dedik. Sinirlerini bozduk. Ali Bülent Orkan’a neler yaptıklarını yakından gördük. Onlara komutanım falan demedi. Yapılan işkence süresince “zalimler, iblisler, şeytanlar” diye haykırdı. Direnmemiz lazımdı. Çünkü evcilik oynamadığımızı biliyorduk. Sonumuzun ne olacağını da tahmin ediyorduk. Ama “Yarabbi bize inandığımız kutsal değerlerin bedelini ödemeyi nasip etti” deyip şükrediyorduk.
Soru: Savcının idam talebini nasıl öğrendiniz, tavrınız ne oldu?
Cevap: 29 Nisan 1981’de iddianame açıklandı. Bizler de gidip tuğla kalınlığındaki iddianameleri aldık. Tabii herkes önce kendi durumuna bakıyordu. Benimle ilgili 5-6 satırlık bir şey görünce biraz hayal kırıklığı yaşadım. Aylardır buralarda durup, işkencelerden geç, sonra birkaç satırla geçiştirilmiş olmaktan biraz da utandım. 146/1’den cezalandırılmam isteniyordu. Aynı maddeye sokulan yani idamı istenen arkadaşlarla koğuşta istişare yaptık. İdamı önce kafamızdan canlandırmaya, tahayyül etmeye karar verdik. Benim teklifimle o gece herkes idam anını düşünsün, zihninde o anı yaşasın, o sırada neler düşüneceğini, neler söyleyeceğini tasarlasın diye kararlaştırdık.
Bunları gece boyunca hepimiz düşünüp uyguladıktan sonra, sabah tekrar toplandık. Herkes son anında hangi cümleleri söyleyeceğini ifade etti. Sonuçta şöyle bir toparlama yaptık: “Biz kutsal bir davaya inandık, mücadelesini verdik. Nelerle karşılaşabileceğimizi biliyorduk. 12 Eylül’den önce birçok ülküdaşımız gibi kurşunlanıp can vermedik. Cezaevlerinden, işkencelerden, hastanelerden bugüne geldik. Sonunda Rabbimiz bize “Lâ İlâhe İllallah Muhammeden Resûlullah” diyerek can vermeyi nasip edecek. “Her inanan insanın arzulayacağı bir makamdır bu, şükürler olsun” dedik ve idam komasından çıktık. O andan itibaren kimsede korku falan kalmadı; Galip ağabeyin ifadesiyle ‘vız noktası’na ulaşmıştık.
Soru: Kitap okuyabiliyor muydunuz?
Cevap: Öncedenhep Atatürkçülükle ilgili kitaplar verdiler.Kur’an-ı Kerim sokmuyorlardı; sonradan ciltlerini yırtarak sokmaya başladılar. Bir süre sonra başka kitaplarda alabildik. Zamanla biraz daha rahatlayınca, ferdî ibadetlerin dışında dersler başlatıldı. Bilenler Kur’an ve ilmihâl bilgileri vermeye başladılar. Hocalar oluştu. Lokman Abbasoğlu’ndan Allah razı olsun. Tecvitle okumayı öğretti. Böylece orası bir “Medrese-i Yusufiyye’ye” dönüştürülmüş oldu.
Soru: İlk duruşmada İstiklâl Marşı’nın okunması muhteşem bir tabloydu nasıl düşündünüz?
Cevap: Önceden kararlaştırılmış bir şey değildi. Zaten bunu yapacak temas imkânımız da yoktu. Mahkeme salonu bizim bir araya gelebildiğimiz tek ortamdı. Duruşma başlamasına yakın önce bizleri salona aldılar. Rahmetli Ertuğrul Alparslan, Muhsin Yazıcıoğlu, Erol Dok, Erdem Şenocak ile kısa bir istişare yaptık. İlk duruşmada bir şeyler yapmamız gerekiyordu. En uygununun İstiklâl Marşı söylemek olduğunda hemfikir olduk. Diğer arkadaşlara duyuracak zamanımız yoktu. Türkeş Bey içeri girerken, biz hemen ayağa kalktık; İstiklâl Marşı’nı hayatımızda hiç okumadığımız bir coşkuyla, nefesimizin bütün gücüyle söylemeye başladık. Herkes hem hıçkıra hıçkıra ağlıyor, hem de sesinin çıktığı kadar marşı söylüyordu. Haksız suçlamalarla aylardır sürüp gelen eziyetlere ve işkenceler karşı oluşan duygularımızı, tepkilerimizi âdeta İstiklâl Marşı’yla dünyaya haykırıyorduk. Bu tabloyla dimdik ayakta olduğumuzu, yıkılmadığımızı içeride ve dışarıda herkese duyuruyor, duruşmayı izlemeye gelenlere gösteriyor, bir yandan moral alıyor, diğer yandan moral veriyorduk. Tabii soruşturma yapıldı, failler arandı, ama suçlayacak bir şey bulamadılar.
Soru: Sizi ne zaman tahliye ettiler, kararı duyunca ne yaptınız, arkadaşlarınızdan nasıl ayrıldınız?
Cevap: 10 Nisan 1985 tarihindeki duruşmada Alpaslan Türkeş ve 15 arkadaşıyla birlikte benim de tahliye kararım okundu. Aslında tahliye talebinde bulunmamıştım. Mahkeme Başkanı 1no’lu sanık Alpaslan Türkeş diye isimleri okumaya başladı. Sonra 86no’lu sanık Mahir Damatlar diyerek benim de tahliye edileceğimi açıkladı. İlk tepkim “gerizekâlılar, bu hatayı nasıl yaptınız” demek oldu. Bunu biraz da yüksek sesle söylemiştim. Çünkü sevinç gösterisi şeklinde algılanacak tavırlar kalan arkadaşlarımıza saygısızlık olurdu. Aman bir an önce dışarı çıkalım diye bir çabamız yoktu. Tevekkül içinde tam bir dayanışma içinde yaşıyorduk. Koğuşa getirilince Muhsin Başkan bize dışarıdaki ortamı anlattı ve dedi ki: “Arkadaşlar, sizler çıkıyorsunuz, burada Galip ağabey bize sahip çıkıyor, onun çabalarıyla arkadaşlarımızın ihtiyaçları karşılanıyor; ama diğer cezaevindeki arkadaşlar sahipsizdirler. Onlarla önce mektuplaşarak derhal bir organizasyon yapın, yardım ulaştırın.” Sonra bana hitaben “Mahir çıkan arkadaşlara bir hafta izin ver. Sonra Hacı Bayram Camii’nde bir yerde buluşun. Görev taksimi yapın. Her tarafta arkadaşlarımız yatıyor. Bir gün herkese mutlaka ulaşmaya bakın dedi.
Soru: İçeriye maddî yardım nasıl ulaşıyordu, kim yapıyordu?
Cevap: Dışarıda maddî yardımlar rahmetli Galip ağabeyin organizasyonuyla toplanıyor, belli kanallarla içeriye intikal ediyordu. Aramızda bir komite kurmuştuk. Koğuşlara ve tecritteki arkadaşlarımıza eşit miktarda dağıtıyorduk. Çıkan arkadaşlarımız da imkânları ölçüsünde para göndermeye başlamışlardı. Onlar da aynı sistemle dağıtılıyordu. Tahliye olan arkadaşlarımız ilk olarak avukat Şerafettin Yılmaz’ın bürosuna uğruyorlar, buradan ihtiyaçları karşılanarak ailelerinin yanına geçiyorlardı. Çünkü tahliye olan bazı arkadaşlarımızın normal elbiseleri ve ayakkabıları bile yoktu. Dışarıda birçok aile yardıma muhtaçtı.
Soru: Size ne ceza verdiler?
Cevap: 1980 yılının Nisan ayında yapılan son duruşmada beni 146/1’den değil TCK’nın 313’den 9 yıl 4 aya mahkûm ettiler. Bunu ağırlaştırarak 11 küsur yıla çıkardılar. Aslında yattığımız süre ve infaz kanunu bağlamında pek çok arkadaşımız gibi alacaklı durumdaydım. Daha sonra dava Askerî Yargıtay’a intikal etti ve nihayetinde zaman aşımından düştü. Böylelikle bizler yaptığımızla ve içerde çektiklerimizle kalmış olduk.
Soru: Karşıyaka Kabristanı’nda metfun milliyetçileri, ülkücü arkadaşlarını sık sık ziyaret ettiğini, hattâ zaman zaman toplu ziyaretler düzenlediğini biliyorum. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Cevap: Burada çeşitli tarihlerde defnedilmiş camiamızdan pek çok insan var. Dündar Taşer, Muzaffer Türkeş, Orhan Düzgüneş, Arif Nihat Asya ve en son Ayvaz Gökdemir ağabey burada yatıyorlar. Pek çok ülkücü kardeşimiz de var. Bunların hemen hepsiyle en zor günlerde omuz omuza mücadele verdik, çoğunu yakından tanıdım. Beni üzen şey, bizler için mâna dolu bir mekân olan, milliyetçi düşüncenin tarihî zenginliği sayılabilecek bu alana yeterli ilgiyi göstermiyoruz. Kabristanda su döken çocuklar var. Bir gün Deniz Gezmiş’in mezarı neresi diye sordum, hemen gösterdiler. Mustafa Pehlivanoğlu’nunkini sordum; “O kimdir”, dediler. Pehlivanoğlu’nun, Ali Bülent Orkan’ın, Fikri Arıkan’ın mezarları yapıldı. Cezaevindeki arkadaşlar sağ olsunlar ilgileniyorlar. Ancak camia olarak geçmişimizle daha yakından ilgilenmek, yeni nesillere bu insanları anlatmak, öğretmek gerekir diye düşünüyorum.