Anasının göğsünden yalnız bir defa süt emdi, bir daha emmedi. Dile geldi; çiğ et, aş ve şarap istedi. Hemen konuşmaya başladı. Kırk gün içinde büyüdü. Kırk gün sonra yürüyüp oynar oldu. Ayakları sığır ayakları gibi güçlü, göğsü ayı göğsü gibi sağlam, beli kurt beli gibi ince ve omuzları samur omuzları gibi parlak ve oynaktı. Vücudu tüylüydü. At sürüleri güderdi; ata biner ve geyik avına çıkardı.
Günler, geceler geçti; bu çocuk, bir yiğit oldu. O çağda, o taraflarda çok büyük bir orman vardı. Ormanda sayısız dereler ve bir çok ırmaklar akıyordu. Bunun için de buraya sayısız av hayvanları geliyordu ve binlerce avcı bekliyordu. Fakat bu ormanın içinde bir de korkunç ejderha vardı. Bu ejderha at sürülerini de yerdi, oradaki insanları da yerdi. Büyük, yaman, korkunç bir canavardı. Halk korkmuştu, bizar olmuştu. Çaresizdi.
Oğuz Han ise yaman bir yiğit olmuştu. Ejderhayı öldürmek istedi. Günlerden bir gün kararını verdi ve ava çıktı; kargısını, okunu, yayını, kılıcını ve kalkanını yanına aldı. Bir geyik yakaladı; geyiği, esnek bir söğüt çubuğuyla ağaca bağladı ve çekilip gitti. Ertesi gün, tanyeri ağarırken geldi. Baktı ejderha geyiği olduğu gibi yutmuş. Bu sefer de bir ayı yakaladı; onu da altın kemeriyle tutup ağaca bağladı ve yine oradan savuştu.
Gün battı, gece oldu sonra yine tan vakti geldi çattı. Tan ağardığında Oğuz Han ormana geldi. Bunun üzerie ağacın dibinde kendisi durup canavarı beklemeye başladı. Az sonra da canavar geldi. Başı ile Oğuz’ un kalkanına vurdu ise de Pğuz Han kargısını vurup canavarı öldürdü, kılıcıyla da canavarın başını kesti. Canavarın başını alıp gitti; döndüğünde bir ala doğanın canavarın barsaklarını yemekte olduğunu görünce okunu yayını gerip attı ve ala doğanı da öldürdü. Onun da başını kesti. Bunun üzerine durup düşündü ve kendi kendine dede ki; “Canavar, hem geyiği hem de ayıyı yedi, canavar geyikten de ayıdan da güçlü idi. Ama kargım canavarı öldürdü çünkü kargım demirdendi. Ala doğan ise canavarı yedi; yayımla okum da ala doğanı öldürdü. Yayımla okum da ala doğanı öldürdü. Yayımla okum bakır olduğundan ala doğanı öldürdü” dedi. Bırakıp gitti.
Yine aylar ve günler geçti. Günlerin içinde bir gün Oğuz Kağan yine ormana gitti ve orada Tanrıya yalvarmaya başladı. Derken birden bir karanlık bastı. Gökten bir mavi ışık indi. Bu mavi ışık güneşten de aydan da parlaktı. Oğuz Kağan kalkıp yürüdü; mavi ışığın ortasında bir genç kızın olduğunu gördü. Kız mavi ışığın orta yerinde tek başına oturuyordu. Çok güzeldi. Başında, kutup Yıldızı gibi parıl parıl parlayan bir yıldız vardı. Kız, öyle güzel öyle güzeldi ki, güldüğü zaman mavi gök de gülüyordu ve ağladığı zaman gök yüzü de ağlıyordu. Oğuz Kağan kızı görünce aklı başından gitti, kızı sevdi, aldı.
Günlerden ve gecelerden sonra bu çok güzel kızın, gözleri parıl parıl yandı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birine Gün adını verdiler. İkincisinin adına Ay dediler, üçüncüsüne de Yıldız diye çağırdılar. Çocuklar doğup büyümeye başladığı günlerden birinde Oğuz Kağan ava çıktı. Avda, bir göl ortasında bir ada, adada da bir ağaç gördü. Baktı ki bu ağacın kovuğunda bir kız oturmakta; yalnız hem de pek güzel, alımlı alımlı. Gözleri gökler gibi ak mavi, saçları ırmak dalgası gibi ığıl ığıl ve dişleri inci gibiydi.
Kız öyle güzeldi ki tarifi imkansızdı. Herhangi bir insan görse düşüp bayılaabilirdi, sütten kımız olabilirdi. Oğuz Kağan da kızı görünce böylesine aklı başından gidip yüreğine bir yanar ateş düştü. Kızı bir görüşte sevdi, onu da aldı. Bundan sonra günler gecelere karıştı, geceler günlere karıştı, bir sabah bu kızın da gözleri yalım yalım ışıldadı. Bu da üç erkek doğurdu. Ötekiler gibi bu çocukların da birincisinin adını Gök koydular. İkincisine Dağ adını verdiler ve üçüncüsüne de Deniz deyip öyle çağırdılar.
Bu işler olup bittikten sonra da Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Çağrılan çağrılmayan bir birbirine danışıp geldiler. Türlü şlar, tepeleme etler, ırmak gibi kımızlar yenilip içildi. Çok güzel eğlence ve yeme içme oldu. Toydan sonra Oğuz Kağan Beylere konuklara yarlık verdi, onlara dedi ki;
“Ben sizlere oldum Kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Talih olsun bize nişan,
Bozkurd sesi savaş naramız olsun.
Oğuz Kağan, böylece konuştuktaan sonra dört bir yana fermanlar yolladı, bildiriler gönderdi. Elçilerini yola çıkardı. Elçilerin götürdüğü ferman ve bildirilerde diyordu ki; “Ben Uygurların Kağanı’ yım hem de dört bir yanının Kağanı sayılırım. Sizlerden de bana baş eğmenizi istememekteyim. Kim benim buyruğumu dinler ise onun hediyelerini alırım ve onu kendime dost bilirim. Kim benim buyruğumu dinlemez, baş eğmez ise gazaplanırım, onu düşman bellerim ve çerilerimi üzerine yollarım Baskın yapar tutar onları astırırım, yok ettiririm.”
O çağlarda, Oğuz’ a yakın sağ yanda Altun Kağan denilen bir Kağan bulunuyordu. Altun Kağan, Oğuz Kağan’ a elçileri ile birlikte sayısız altın ve gümüş tartıp ölçüsüz kıymette yakut taşları ve paha bulunmaz mücevherler gönderdi, saygılarını sundu; Oğuz Kağan’ ın buyruğunu dinledi. Gönderdiği vergilerle Oğuz’ un dostluğunu temin etti. Her ikisi de dost oldular.
Yine o çağda Oğuz’ a yakın sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Urum Kağan’ ın çoktan da çok çerisi ve çoktan da çok şehirleri vardı. Bu çoktan da çok çerileri ile çoktan da şehirlerine güvenip bu Urum Kağan Oğuz Kağan’ ın buyruğunu dinlemedi. Onun dostları arasına girmedi. “Oğuz’ un sözlerini tutmam!” diyerek fermana küküm vermedi. Bunu duyan Oğuz Kağan gazaba geldi. Urum Kağan’ ın üstüne asker saldı. çeri ile atlanıp tuğlarını açıp yürüdü.
Kırk gün gittikten sonra Muz dağı denilen bir dağ vardı, onun eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu, yatıp dinlendi, uyudu. Sessizlik oldu. Ertesi gün, daha henüz gün doğarken Oğuz Kağan’ ın çadırına güneşten parlak bir ışık girdi. Bu ışıktan gök tüylü, gök yeleli kocaman bir erkek kurt peyda oldu. Kurt dile geldi, Oğuz Kağan’ a söz söyledi, Oğuz Kağan’ a söz söyledi. Dedi ki; “Oğuz, Oğuz ey Oğuz. Sen Urum üstüne yürümek dilersin; ey Oğuz ben de senin yolunda yürümek istiyorum.”
Oğuz kalkıp baktı, bir şey göremedi; çadırı toplattı.Gitti. Gördi ki çerinin en önünde gök tüylü, gök yeleli, kocaman bir erkek kurt yürümektedir. O kurdun ardı sırada bütün ordu yürümektedir. Böylece gittiler. Nice günlerden sonra gök tüylü gök yeleli kurt durdu. Oğuz da çerisini durdurdu. Burada bir deniz vardı adına İtil Müren deniliyordu. İtil Müren’ in yanı bir kara dağ idi. İşte bu kara dağın eteğinde savaşlar oldu. Okla, cıda ile ve kılıçla vuruşup savaştılar.
Savaşlar ve vuruşmalar öyle bir kızıştı ki sonunda İtil Müren’ in suyu kıpkırmızı yencefil gibi aktı Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan ise kaçtı kurtuldu. Oğuz Kağan bundan sonra Urum Kağan’ ın kağanlığını elinden aldı, halkını elinden aldı. Çok, pek çok ganimetler kazandı, bir zenginliktir her yana doldu.
Urum Kağan’ ın bir de kardeşi vardı adına Uruz Beg derlerdi. uruz Beg, kendi oğlunu, yüksek dağ başında iki yanı derin ırmak vadisinde çok, sağlam yapılmış hem de çok sağlam korunur bir şehir vardı, oraya yolladı. Yollarken de “Şehri iyi korumak gerekir, iyi koruyup bize saklamak gerekir öyle yapsın, vuruşmalardan sonra gelesin” diye tenbih etti.
Gelgelelim Oğuz Kağan bu şehrin üstüne de yürüdü. Uruz Bey’ in oğlu, bunu görünce Oğuz Kağan’ a pek çok altın ve güömüş yolladı. Oğuz Kağan’ a “Sen benim kağanımsın; babam bana bu şehri verdi ve şehri koru, vuruşmalardan sonra da bana gel, diye tenbih etti. Babamın sana kızması benim suçum mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye söz veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan ayrılmam” dedi, boş eğdi.
Oğuz Kağan, yiğidin sözlerini beğendi, sevindi; güldü ve dedi ki:
“Bana çok altın yolladın, Şehrini iyi korudun.”
Böyle dediği için de yiğide Saklap adını koydu ve ona dostluk gösterdi.
Ondan sonra çerisini aldı yine yürüdü ve Oğuz Kağan İtil denen ırmağı büyük bir ırmaktı. Oğuz Kağan ırmağı görünce: “itil suyunu nasıl geçeriz?” diye sordu.
Çerinin arasında bir bey vardı ki adına Uluğ Ordu Bey derlerdi. Akıllı bir er idi. Uluğ Beğ, ırmağın yakınında çok sık ve sağlam dalla ve ağaçlar olduğunu görünce ağaçları kesti; ğacın birine yattı, karşıya geçti. Oğuz Kağan çok sevindi, güldü, dedi ki;
“Ey ey sen burda beğ ol, kıpçak denilen bağ ol.” Ve yürüyerek gittiler.
Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü, gök yeleli kocaman erkek kurdu gördü Gök tüylü, gök yeleli kocaman erkek kurdu gördü Gök tüylü gök yeleli kurt Oğuz Kağan’ a: “Oğuz şimdi sen çeri ile buradan atlanıp yürü; atlanıp halkını da beğlerini de götür. Ben senin önünden gideceğim sana yol göstereceğim.” dedi.
Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünden yürümektedir. Sevindi, öne geçip ileri gitti. Oğuz Kağan atlarının içinde en çok alaca aygırı severdi, bunun için de hep bu aygıra binerdi. Yine alaca aygıra binmişti. Yolda, mola verilince Oğuz Kağan’ ın aygın gözden kayboldu, kaçıp gitti, gitti. Orada bir ulu dağ vardı, tepelerinde don buz eksik olmazdı, doruğu donun buzun soğuduğunda ap aktı. Onun için adına Buz Dağı derlerdi. Oğuz Kağan’ ın aygırı Buz dağ içine kaçıp gitmişti. Oğuz Kağan bundan çok acı çekti.
Oğuz Kağan’ ın ordusunda bir beğ var idi ki yiğit, kahraman bir er idi. Hiç bir şeyden korkmazdı. Yürüyüşe de soğuğa da dayanıklıydı; Buz dağına vurdu gitti. Dokuz gün sonra aygırı yedekleyip alıp Oğuz Kağan’ a getirdi. dağda çok soğuk olduğundan karlara bulanmıştı, ap aktı. Oğuz Kağan sevincinden güldü. “Sen bu çevredeki beğlere baş ol, senin adın ebediyyen Karluk olsun” dedi. Ona hazineleri bağışladı, yürüyüp gitti.
Yolunun üstünde bir büyük ev vardı, Oğuz Kağan gelip gördü; evin duvarları altından, pencereleri gümüştendi. Çatıları demirdendi ve kapısı kapalıydı. Orduda becerikli, elinden her iş gelir bir er vardı; adına Tömürtü Kağul diyorlardı. Oğuz Kağan ferman etti dedi ki: “Sen burada kal, aç. Kapıyı açtıktan sonra gel orduya katıl!.
Bu yüzden Tömürtü Kağul’ a ondan sonra Kalaç adını verdi ve gitti. Gök tüylü yeleli kocaman erkek kurt bir gün durdu, yürümedi. Oğuz Kağan da durdu, yürümedi. Olduğu yere çadırını kurdurttu. Burası otsuz, çorak bir yerdi. Atları, öküzleri çok, buzağıları çok; altınları, mücevherleri ve gümüşleri çoktu. Çürçüt Kağan’ la milleti Oğuz Kağan’ a durdular, savaş oldu. Oklarla kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi, yendi. Çürçüt Kağanını bastı, öldürdü. Başını kesti, Çürçüt halkını buyruğu altına aldı. Bu savaştan sonra Oğuz Kağan’ ın çerilerine öyle bir dolu mal ve ganimet kaldı ki sayısı bellisizdi. Yükleyip götürmeğe ne at ne katır ne de öküzler yetti.
Oğuz Kağan’ ın ordusunda yine bir ev var idi, hem akıllıydı hem de çok becerikliydi, bunun adına da Barmağlığ çoşun Billing denirdi. Becerikli usta olan bu Barmağlığ çoşun Billing bir kağnı yaptı. üstüne ganimetleri koydu doldurdu. kağnının önüne de canlı malları koştu, atları katırları, öküzleri koştu. O canlı mallar, bu cansız ganimetleri çekip götürdüler. Görenlerin hepsi de şaşıp kaldılar. Herkes, daha çok kağnı yaptı. Görenler, kağnılar gitmekte iken kanga kanga kangaluğ diye sesleniyorlardı. Bunun için Barmağlığ Çosun Billing’ in yaptığı nesnenin adı kağnı olup kaldı.
Oğuz Kağan, kağnıları görünce gülüp kaldı ve dedi ki: “Kanga kanga ile cansızı canllı yürüttü, Kangaluğ da sana ad oldu, bunu kağnı böylece belirtsin” dedi ve oradan da yürüyüp gitti. Daha sonra gök tüylü gök yeleli kocaman erkek kurt ile birlikte Sind, Tongut ve Şam taraflarına at sürüp vardı. Bir çok savaşlardan sonra oraları da alıp ülkesine kattı, oralarda da buyruğunu yürüttü. Oraları da öz yurdu arasına soktu, yendi, bastı.
Söylenmeden kalmasın yeri yurdu belli olsun, aşağılarda Barkan denen bir ülke vardı. Büyük, varlıklı bir yurttu. Havası çok sıcaktı. Avları, kuşları çok boldu. Altını da çoktu gümüşü de, mücevherleri de, Gelgelelim halkının yüzü kapkaraydı. Barkan adlı bu ülkenin Kağanının adı ise Masar’ dı. Oğuz Kağan onun üstüne de yürüdü. Çok yaman bir savaş oldu. Oğuz Kağan yine üstün geldi. Masar Kağan ise kaçtı; kurtuldu. Oğuz Kağan’ ın dostları sevindi, düşmanları ise kaygılandılar.
Oğuz Kağan Masar Kağanı’ da yenince sayılmayacak kadar ganimet ve at sürüleri alarak yurduna döndü. Adını anmadan olmaz, bilinsin ki oğuz Kağan’ ın yanında ak sakallı, ak saçlı, çok akıllı bir yaşlı kişi vardı. Anlayışlıydı, doğru düşünür, doğu konuşurdu. Oğuz Kağan’ ın danışmanıydı adı da Uluğ Türük idi. İşte bu Uluğ Türük günlerden bir gün bir düş gördü. Düşünde bir altın yay üç tane de gümüş ok gördü. Bu altın yay, gün doğusunda ta gün batısına kadar gerilmişti. Üç gümüş ok da kuzeye doğru uçuyordu.
Uykudan uyanınca Uluğ Türük günlerden bir gün bir düşünde gördüğü Oğuz Kağan’ a anlattı. Ve dedi ki: ” Oğuz Kağan’ ım, sana hayat bunca olsun, sana dirlik hoşça olsun. Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun, Tanrım bütün yer yüzünü senin nesline bağışlasın” dedi. Oğuz Kağan da Uluğ Türk’ ün sözlerini beğendi. Öğüdlerini dinledi. Öğüdünü de tuttu; yerine getirdi. Ertesi gün, küçük büyük bütün oğullarına buyruk salıp yanına getirtti. Onlara dedi ki: “Benim gönlüm av diliyor. Kocadığım için varıp gidemiyorum. Şimdi siz:
(Gün, Ay Yıldız! Gün doğusuna doğru varıp gidin. Gök, Dağ, Deniz. Siz de gün batısına doğru gidin) dedi. Bu buyruk üzerine oğullarından üçü de gün batısına doğru. Gün, Ay, Yıldız bol avlar avladı, çok kuşlar vurdu ve sonunda yolda bir altın yay buldular. Aldılar, getirip Oğuz Kağan’ averdiler. Oğuz Kağan çok sevindi. Güldü. Yayı üçe böldü.
“Ey büyük oğullarım. Yay sizlerin olsun. Yay gibi olup okları göğe kadar atın” diye konuştu.
Gök Dağ ve Deniz ise gün batısına doğru çok avlar bulup çok kuşlar avladıktan sonra dönerken yolda üç gümüş ok buldular. Aldılar, getirip Oğuz Kağan’ a verdiler. Oğuz Kağan yine sevindi, yine güldü ve okları üçe bölüp küçük oğullarına verirken:
“Ey küçük oğullarım! Okları size verdim. Yay oku atar, sizler oklar gibi olun!.” dedi.
Bunlardan sonra da Oğuz Kağan büyük kurultayı topladı. Herkesi çağırdı. Çağıranlar gelip danışdılar, oturup beklediler.
Oğuz Kağan büyük otağının sağ tarafına kırk kulaç uzunluğunda bir ağaç direk diktirdi, tepesine de bir altın koyun bağladı.
Yine Oğuz Kağan büyük otağının sol yanına kırk kulaç uzunluğunda bir ağaç direk diktirti. Onun tepesine de bir gümüş tavuk koydurdu ve dibine bİr kara koyun bağladı. Sağ yanda Bozoklar oturdular sol tarafta da Üçoklar yerlerini aldılar. Kırk gün kırk gece yenildi içildi, eğlenildi, gülündü. Kırk gün kırk gece geçtikten sonra Oğuz Kağan oğulları arasında yurdunu paylaştırdı ve ondan sonra dedi ki:
“Ey oğullarım ben çok yaşlandım, çok savaşlar gördüm, Cıda ile çok ok attım, Aygır ile çok yollar aştım, Düşmanları ağlattım, Dostlarımı güldürdüm, Gök Tanrı’ ya olan borcumu ödedim, Size de yurdumu verdim.”