Türk Tarihinin Seyrini Değiştiren Sakarya Meydan Savaşı
-İkinci kısım-
Nuri GÜRGÜR
Mustafa Kemal 5 Ağustos 1921’de BMM’nin kararıyla üç aylık bir süreyle Meclis’in bütün yetkilerini kullanabilme yetkisi tanınarak “Başkomutan” oldu. 25 Temmuz’da Eskişehir‘de Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile görüşerek, mevcut birliklerimizin zaman kaybetmeden Sakarya’nın doğusuna çekilmesini istemişti. Çünkü Kütahya-Eskişehir savaşını kazanan Yunan ordusunun çok geçmeden Ankara’ya doğru yürüyüşe geçeceğini biliyor, Türk ordusunun daha fazla yıpranmadan toparlanması, yeni mevzilerine yerleşebilmesi için az da olsa zamana ihtiyacı olduğunu görüyordu.
Mustafa Kemal ilk olarak ordumuzun iaşe ve giyimi için merkezi Ankara’da olan “Tekalif-İ Milliye Komisyonları” kurulmasına karar verdi. Yayımlanan bildiride akla gelen bütün yiyecek maddeleri ile çarık derisinden kundura çivisine kadar neler istendiği sıralanıyor, her evden birer kat çamaşır ve çarık talep ediliyordu. Kısacası halkın mal varlığının dörtte birine karşılığı bilahare ödenmek kaydıyla el konuluyordu. Bunlara şahısların elinde bulunan bütün silah, cephane ve kağnı gibi taşıma araçları, binek hayvanları da dahildi. Alınanlara karşılık bedellerini bilahare ödemek üzere cins ve miktarlarını belirten makbuz veriliyordu. Zafer’den sonra Devlet bu borçları iki yıl içerisinde ödedi, kimse mağdur edilmedi.
Mustafa Kemal‘in bir başka önemli kararı, savaş suçlularını ve firarileri yargılamak üzere üç İstiklal Mahkemesinin kurulup çalışmaya başlamasıydı. Yakalanan firarilere idam dahil çok ağır cezalar veriliyor ve bunlar halka duyuruluyordu. Diğer yandan yeni bir tertip daha askere alınıp eğitim görmeye başlamıştı. Ordumuz Kütahya‘dan geri çekilirken birliklerini terk edenlerin bazıları pişman olup dönüyordu. Ancak her şeye rağmen Sakarya Savaşı başlarken asker sayımız yeterli değildi.
Yunan birlikleri 13 Ağustos’tan itibaren üç koldan yürüyüşe geçti. Saldırının ağırlık merkezi sol cenahımızdı. Kütahya‘da yaptıkları gibi bu hattaki birliklerimizi ilk hamlede dağıtmayı, güneyimizden ordumuzu kuşatmayı ve birliklerimizi Kastamonu kırsalına doğru atarak Ankara’nın yolunu açmayı plânlamışlardı.
Ancak Mustafa Kemal ve komutanlar bu tuzağa düşmediler. Savaş başlarken ordu birliklerimiz doğu-batı yönünde Ankara’yı arkalarına alacak biçimde mevzilenmişlerdi. Yunan saldırısının gelişme seyrine ve geldiği yöne doğru birliklerimiz hızla yerlerini değiştirdiler. Öyle ki savaşın daha ilk haftasında ordumuzun cephesi batıdan güneye dönmüş bulunuyordu.
Sakarya savaşına başlarken Türk kuvvetlerinin “tüfek sayısı” (savaşabilecek asker kapasitesi) 46 bin 228, ağır makinalı tüfek 515, top 167 adet idi. Buna karşılık asker mevcudu 122 bin 167 olan Yunan ordusunda tüfek sayısı 85 bin, subay sayısı 4364, ağır makinalı tüfek 876, top 245 idi. Türk ordusunun asker sayısının azlığına karşılık subay sayımız onlarınkine yakındı. Asker sayımız savaş başladıktan sonra Ankara’daki talimgâhtan gelenlerle arttı. 20 Eylül’de er sayımız 92 bin 660, subay sayımız 4240, tüfek 47 bin 342, ağır makinalı tüfek 480, top 165 idi. Ayrıca Kocaeli ve Batı Anadolu’da çeşitli adlarla Yunanlılara karşı savaşan Kuvvacı müfrezelerimizden üç bine yakın milliyetçi savaşçı silahlarıyla birlikte ordumuza katılmıştı, verilen görevleri yapıyorlardı.
Ordumuzun Yunanlarda bulunmayan iki önemli askeri unsuru bulunuyordu :
1) Albay (Savaşın son gününde general) Fahrettin Altay‘ın komutasındaki Süvari Fırkası. Bu birliğin binek atı sayısı dokuz bine yakındı. Ancak 550 subay ve dokuz bin erden oluşan süvari fırkamız gerek bu savaşta gerekse bir yıl sonraki Büyük Taarruzda dünya silahlı kuvvetlerinin hiç birinde görülmeyen başarı destanları yazdı. Akıncı cedlerinin, Malkoçoğlu dedelerinin inancını, coşkusunu, cesaretini tevarüs etmişlerdi. Yunanlıların ikmal hatlarını, malzeme yığınaklarını yaptıkları sürekli baskınlarla işlemez hale getirdiler. Gereken durumlarda savaşan birliklerimize yardıma koştular. Daha sonra modern orduların tank birlikleriyle yaptıkları etkiyi Fahrettin Altay’ın komutasındaki süvari kolordumuz başarıyla yerine getirdi.
2) Muharip subay müfrezelerimiz. Çoğu İstanbul Türk Ocağı üyesi olan, vatan uğrunda ölümü göze alan gönüllü genç subayların oluşturduğu bu özel müfrezeler, özellikle kritik tepeleri ele geçirmek maksadıyla hücuma geçen birliğin ön safında savaşa katılıyordu. Subaylarının yanı başlarında kendileriyle omuz omuza, coşkuya savaştığını gören gencecik erler emredilen hedefe ulaşmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Sadece gönüllüler müfrezesi değil bütün birliklerin başındaki komutanlar aynı ruh ve inançla ön saflarda savaşa katılıyorlardı.
Yunan ordusu özellikle savaşın ilk on gününde Ankara yolunu açmak için var güçleriyle saldırıya geçmişti. Mustafa Kemal Haymana ve Çaldağı yönünde gelişen Yunan harekâtını durdurmak için bütün yedek kuvvetlerimizi bu bölgede muharebeye sürmüştü. Mevziler sık sık el değiştiriyordu. Yunanlılar Haymana’ya girerek ordumuzu güneyden kuşatmak istiyorlardı. Türk ordusu buradaki muharebede üç alay komutanı, beş tabur komutanı, 900 er ve 82 subay kaybetmiş, bazı taburlar teğmenlerin komutasına geçmişti; cephane sıkıntısı çekiliyordu. Ancak alınan esirlerden Yunan ordusunun da büyük kayıplar verdiği, bazı bölüklerin mevcudunun otuza düştüğü, yiyecek sıkıntısı çektikleri, askerlerinin bıkkın ve yorgun oldukları bilgisi alınıyordu. 1 Eylül’de gün boyunca süren şiddetli muharebenin ardından kritik bir tepe olan Çaldağı 2 Eylül’de Yunanlıların eline geçti.
Fakat Mustafa Kemal zaferi kazanacağımızdan emindi. Şöyle diyordu: “Daima cephelerini, aklını ve ferasetini muhafaza eden bir ordu için mevziin ehemmiyeti yoktur. Bir asker her yerde muharebe eder; tepenin üstünde, altında, derenin içinde de muharebe eder.” Batı Cephesi Komutanlığı’nın 5 Eylül’den itibaren bu anlayışla verdiği emirlerde birliklerin mevzilerini sonuna kadar kesinlikle savunmaları isteniyor ve şöyle deniyordu: “Bundan böyle düşen her nokta karşı taarruzlarla geri alınacaktır.” Nitekim 22 gün 22 gece süren bu çetin savaşta Başkomutanlığın stratejisi başarıyla uygulandı. Yunanlılar bütün çabalarına rağmen Türkleri ancak 20 km. itebildiler. Geri çekilme süreci sağ kanadımızda 7.5, merkezde 15, sol kanadımızda 20 km. oldu.
Mustafa Kemal bu tabloyu zaferden sonra şöyle açıkladı: “Düşman ordumuzun sol kanadını çevirmek suretiyle çabuk ve yok edici bir sonuç almak istiyordu. Düşmanın bu stratejik harekâtını iptal ettik. Düşmanı taktik alanda muharebeye zorlamak suretiyle önce strateji bakımından yendik, muharebeyi cephe muharebesine soktuk. Ondan sonra merkezimizi yarmak istedi ama başarılı olamadı ve savunma yapmaya çalıştı; taarruzlarımızla buna da engel olduk.”
Sakarya Türk milletinin Zafer destanıdır. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Org. Asım Gündüz hatıratında bu destanın hangi fedakârlıklar pahasına kazanıldığını anlatır: “…Yunan Başkomutanı Papulas durmadan takviyeler alıyordu. Hiç savaşa girmemiş bir tümen ve iki alayı Çaldağı-Sivri hattında 1 Eylül’de taarruza geçerek tehlikeli bir girme yaratmayı başardılar. Duatepe ellerine geçti. Kuvvetlerimiz Basirettepe’ye doğru çekilme zorunda kaldı. Elimizdeki mütevazı ihtiyatları açılan bu gediğin karşısına kaydırıyorduk. Yorgun, çoğunun ayaklarındaki çarığı yırtılmış, silah olarak sadece süngüsü kalmış olan erler “Burada daha büyük tehlike var ! Oraya koşacaksın !“ emrinin içindeki manayı kavramış olmanın izanı içerisinde emrin gereğini tam bir şevkle yapıyordu. Yunanlıların iki kolordusunun ağır topları Basirettepe’yi öylesine kesif bir ateş altına almıştı ki adeta yer kaynıyordu. Basirettepe’de tutunmak için canlarını siper etmiş Mehmetçiklere ölüm yağdırıyorlardı. Düşman tepede canlı mahluk kalmadığına kanaat getirince piyadesiyle el bombaları da atarak taarruza geçti. Karşısına çıkacak canlı mahluk kalmadığına inanmış olmanın rahatlığıyla ellerinde süngüler Yunan erleri tepenin yamaçlarına gelmişler, yukarıya tırmanmaya başlamışlardı. İşte bu sırada bir mucize, evet bir mucize oldu. O ölüm kusan bombardımana rağmen sadece bir nefes alabilecek kadar meydanda kalmış siperlerin içinde “Ah“ demeden mukavemet eden çelik iradeli, demir yapılı Mehmetçiklerin, başlarında Mülazım (Teğmen) Ahmet Bey olduğu halde siperlerinden fırladıkları ve süngüyle düşmanın üzerine atıldıkları görüldü. Şimdi hurra hurra seslerine karşı Allah!.. Allah! .. seslerinin meydan okuması birbirine karışmıştı. Bu çıkış, beklenmeyen şahlanış çevredeki mevzilerimize de ümit ışığı oldu. Boğaz boğaza süren çatışma sonunda Basirettepe düşmandan tamamen temizlendi. Ama o kahraman Mülazım Ahmet ve beraberindeki fedailerin tamamı şehit olmuşlardı. Haymana’ya ve Polatlı’ya ikişer km. kadar yaklaşan düşmanın yüz geri edilmesi için bir bölüğün kamilen şehit olması gerekiyordu. Sakarya böyle mucizelerin geçit resmî yaptığı bir savaştır.”
Türk ordusu 24 Ağustos’ta başlayan yoğun Yunan saldırılarını her karış toprağımızı canı pahasına savunarak durdurdu; hemen ardından 8 Eylül’de karşı taarruzlara başladı. Menzil yerlerinden uzaklaşan, iaşe kanalları tıkanan, kavurucu sıcak altında kurak Anadolu kırsalında su ve yiyecek bulamayan Yunan ordusu yorgundu, açlık çekiyordu; erler de subaylar da bıkkın ve ümitsizdi. Ordumuz 8 Eylül’den itibaren karşı taarruzlara başladı. Benzer sıkıntıları askerlerimiz de çekiyorlardı ama bunlara sabırla katlanıyorlardı. Çünkü vatan topraklarımızı ve milletimizin onurunu, bağımsızlığını savunuyorlardı. Yunan birlikleri korku ve telaş içerisinde Sakarya’nın batısına çekilmeye başladı. 13 Eylül’de Sakarya’nın doğusunda tek bir Yunan askeri bile kalmamıştı. Böylece Türk tarihinin 1683 yılından beri devam eden “çekilme süreci” Mustafa Kemal’in başkomutanlığını yaptığı Türk ordusunun muhteşem direnciyle noktalanmış oldu.
Bu savaşta er ve subay olarak 3282 şehit verdik, 13618 yaralımız vardı. Ancak şehit ve yaralı subay sayımız dört bin küsur olan subay sayımıza oranla normalden çok fazlaydı. Mustafa Kemal zaferden sonra 19 Eylül’de Meclis’teki konuşmasında şöyle diyordu: “Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam; yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki bu muharebe subay muharebesi olmuştur. Kahraman Türk eri Anadolu muharebelerinin manasını anlamış yeni bir ülkü ile muharebe etmiştir.” Yunan ordusunun kayıpları ise bizimkinden çok daha fazlaydı, subay ve er olarak 15000 ölü, 25000 yaralı verdiler.
14-15 Eylül’de TBBM’ye Batı Cephesi Karargâhından Fevzi Paşa ve İsmet Paşa imzalarıyla yazılan bir önergede “Bizzat muharebe meydanındaki tedabir ile muzafferiyetin amili ve müessiri olmuş olan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa hazretlerine müşirlik rütbesi ve gazilik unvanı tevcihini teklif ve istirham ederiz. TBMM‘nin bu tevcihini milletimiz tarafından doğrudan doğruya bütün orduya müteveccih bir eser-i takdir ve taltif olacağı kanaatinde bulunduğunu arz eyleriz” deniliyordu. Ayrıca Süreyya Yiğit ve 62 arkadaşı tarafından aynı maksatla bir önerge daha verilmişti. O gün ivedilikle görüşülen ve hiç tartışılmadan oybirliğiyle kabul edilen 159 sayılı kanunla BMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa “Gazi” ve Mareşal” Mustafa Kemal Paşa oldu.