Nuri GÜRGÜR
Siyaset sosyolojisi açısından toplumumuzun iki kesime bölünmüş görünümü var; bunlardan birincisini derecesi farklı olmakla beraber millîci ve İslami/dini eğilimleri olan, siyasi literatürde kalkınmacı-muhafazakâr diye tanımlanan, sağcı olarak adlandırılanlar oluşturuyor; ikincisinde seküler, Kemalist, Alevi, laisist (laikçiler), kısacası devletin yukarıdan reformcu düzenlemeler yapmasını savunanlar yer alıyor. Çok partili dönemin başladığı 1946’dan bu yana yapılan seçimlerin sonuçları toplumdaki bu bloklaşmaya ayna işlevi yaparak çok net biçimde yansıtıyor.
46 seçimlerinde yeni kurulan ve çok yerde teşkilat kurmaya zaman bulamamış olan Demokrat Parti (DP), devlet görevlilerinin iktidar partisi elamanları gibi çalışmalarına, mevcut seçim kanununa rağmen arkasında halkın desteğinin bulunduğunu göstermişti. Nitekim hukuk kurallarına uygun olarak yargı gözetiminde yapılan dört yıl sonraki seçimde çoğunluğun desteğini alarak iktidara geldi. Çünkü “Yeter söz milletindir “ sloganı çok tutmuştu; halkın çoğu 2.Cihan Savaşı döneminde çok daha artan işsizlik, yokluk ve yoksulluk ortamında bunalıyordu. Devleti temsil eden kamu görevlilerinin özellikle jandarmanın köylerde ve kasabalardaki baskıları altında bunalan halk derdini anlatacak bir merci bulamıyordu. DP halka ekonomik kalkınma ve refah sağlanacağını, hukuka dayalı, inançlara, düşünce ve konuşma özgürlüğüne saygılı, partizanlık yapmayan bir iktidar olacaklarını vaat ederek 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri kazandı.
Küçük bir kasaba olan Eğin’de (Kemaliye) İlkokulu bitirdiğim Haziran ayında İnsanların minarelerden yükselen ezan sesini nasıl bir heyecanla durup dinlediklerini gördüm; müezzin Bekir Efendi’nin Allahu Ekber diyerek derin bir coşkuyla okuduğu ezanı bazıları ağlayarak, bazıları ellerini açıp dua ederek, huşu içerisinde dinliyorlardı. Hükümet’in ilk icraatı olarak Meclis’te acilen görüşülme isteğiyle sunduğu yasa tasarısıyla ezanın Türkçe okunma mecburiyetini kaldırıp serbest bırakan yasa tasarısı, CHP’nin de desteğiyle ittifak halinde kabul edilmişti. DP’nin on yıllık iktidar döneminde dini konularda bunun benzeri köklü bir icraatı olmadı; bazen radyodan mevlit yayını, Diyanet Teşkilatı Yasası, bazı derneklerin İmam Hatip okulu açma girişimlerini engellememesi dışında fazla bir şey yapmadı. Özellikle partinin kurucusu ve lideri Cumhurbaşkanı Celal Bayar “Atatürk seni sevmek ibadettir“ diyecek kadar Atatürk’e bağlıydı. Fakat akademisyenlerin, üniversiteli gençlerin, sivil ve asker bürokrasinin, kısacası aydınların arasında DP’nin Atatürk ilke ve devrimlerine karşı olduğunda kuşkusu olmayan bir kesim vardı. 27 Mayıs darbesini yapanlar yazdıkları hatıralarında darbe hazırlıklarına ezanın Arapça okunması üzerine başladıklarını yazmışlardır (Dündar Seyhan, Orhan Erkanlı, Faruk Güventürk gibi).
İktidar, üst üste kazandığı seçimler üzerine gücünü artırıp süresi uzadıkça Lord Acton’nun “güç bozar, büyük güç daha çabuk bozar“ sözünü haklı çıkaracak politikalar izlemeye başladı. 24 Anayasası’nda kuvvetler birliğinin benimsenmesi, yasama organının, dolayısıyla Meclis çoğunluğunun dilediğini yapacak derecede yetkili sayılması, yargı bağımsızlığının ve Anayasa Mahkemesi’nin olmayışı DP iktidarına güç veriyor olsa da bu durum aslında aleyhine oldu. Kırşehir’in ilçe yapılması, yazı ve konuşma özgürlüğünün kısıtlanması, çok sayıda basın mensubunun hapse konulması gibi uygulamalar, bazı Bakan ve iktidar yakınlarının nüfuz ticareti yaparak zenginleşmeleri, 1954 seçimlerine kadar DP’nin yanında bulunan aydınları ve gazetecileri iktidar karşıtları haline getirdi.
DP’nin lideri Bayar ve Menderes 1960 yılına girilirken “güç sarhoşluğu” halindeydi; üniversiteli gençlerin tepkilerini önemsemiyor, her şeyin sandıklardan çıkan sonuçlara bağlı olduğuna inanıyorlardı. Sonuçta bütün noksanlarına rağmen 14 Mayıs 1950’de halkın iradesiyle kapıları açılan hukuka bağlı devlet idaresi ve demokrasimiz olgunlaşma aşamasına geçmesine fırsat bulamadan 27 Mayıs’ta askeri darbeyle derin bir yara aldı. Kışladan ilk çıkış anlamına gelen, Atatürk’ün çok yerinde tutumuyla siyasetten uzaklaştırdığı askeri yeniden siyasetin içerisine çeken bu olay, bir sürü artçı depremlere, askeri vesayete ve nihayet 12 Eylül darbesine yol açtı.
Askeri müdahale dönemleri süreleri açısından çok uzun sürmese de seçimle kurulan hükûmetler uzun yıllar kendi haline bırakılmadı. 28 Şubat süreci askeri vesayetin en fazla yoğunlaştığı bir dönemdir. Halkın siyasi yönetimleri oylarıyla belirlemesi, bunun alışkanlık haline gelmesi elbette önemlidir; ama bu durum çağdaş demokrasinin oluşumu açısından tek başına yeterli değildir. Batı’lı demokrasiler, yüzyıllar içerisinde sürekli gelişerek, ihtiyaçları karşılayan kurumlar ve kurallar oluşturularak, bağımsız ve tarafsız yargı organıyla, modern anayasalarla denetim ve denge ortamı sağlanarak günümüzdeki kalitesini edindi. Bizde ise oluşturulan kurumların işlevlerini yapmaları müdahalelerin etkisiyle süreklilik kazanamadı. Hukuka bağlı devlet yapısının ”olmazsa olmaz”ı anlamına gelen bağımsız, tarafsız ve iktidarın güdümünde olmayan bir varlığına tahammül edilemeyişinin sonuçları ortada.
27 Mayıs darbesinden sekiz ay kadar sonra siyasi faaliyetlere izin verildi, yeni partiler kuruldu. Adalet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi merkez sağ liberal kesimin temsilcisi ve kapatılan DP’nin varisi olarak öne çıktılar. 1961 Ekim ayında seçimde CHP’nin oyu yüzde 34’te kalırken, karşıtı AP, YTP ve CKMP Meclis’te çoğunluğu sağladı. 65 ve 69 seçimlerinde Demirel’in liderliğindeki AP tek başına İktidar oldu. 70’li yıllardaki seçimlerde CHP oyunu nispeten yükseltse de iktidar olamadı; 12 Eylül döneminde siyasi tabloda Turgut Özal faktörü öne çıktı; merkez sağ liberal ANAP iki dönem üst üste kazandıktan sonra devreye tekrar Süleyman Demirel girdi. DYP- SHP koalisyonu hükümetini kurdu. 2002’ye kadar süren koalisyonlar döneminde siyasi ortam ve siyasi aktörler geleneksel çizgiden farklı bir yörüngeye yöneldi.
Günümüzde merkez sağ eğilimli toplumsal kesimden partiler ve genel başkanlar gene var; fakat Türkeş, Demirel, Özal gibi “lider“ niteliğine, karizmatik kişiliğe sahip bir isim artık görülmüyor. Geçen yıl ittifak kuruyoruz diyerek bir araya gelen 6 partinin başarısız olmasında temel faktör bu noksanlıktır. Milli görüş ve Akıncılar geleneğinden olan R.Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AK Parti, merkez sağda yaşanan eksiklikten yararlandı; bu kesimin millî, dini ve ülkenin bekası gibi konulardaki hassasiyetine hitap ederek güvenini kazandı. Yüzde otuz beşlik diğer kesimin siyasi tercihlerinde değişiklik bulunmuyor. Merkez sağ olarak tanımlanan toplum kesimini temsil iddiasıyla kurulan partiler neden sonuç alamadıklarını, neredeyse otuz yıldır siyasette patinaj yapıp kaldıklarını düşünme ihtiyacı duyarlarsa evvela eksikliğin ne olduğunu belirleyip cesaretle yüzleşmeleri gerekiyor.