Türk ordusunun 26 Ağustos 1922’de baskın tarzında başlattığı askerî harekât plânlandığı gibi iki haftada zaferle sonuçlanmış, 9 Eylül’de İzmir’e ulaşılmıştı. Ancak nihai hedeflere henüz ulaşılmamıştı. Trakya Yunanlıların, Boğazlar ve İstanbul başını İngiltere’nin çektiği İtilaf devletlerinin işgali altındaydı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ordumuza Çanakkale yönünde harekât emri verdi. İngiltere Başbakanı Lloyd George, taşeron olarak kullandıkları Yunanlıların bozguna uğramalarını ve büyük Türk zaferini hazmedemiyordu. Savaşa devam niyetindeydi. Bu maksatla dominyonlarıyla temasa geçti. Ancak Avusturalya, Yeni Zelanda ve Kanada yeni bir maceraya katılmamakta kararlıydı, teklifi reddettiler. İngiliz halkı da savaştan bıkmıştı, barış istiyordu. Fransa ve İtalya ise zaten Sakarya zaferinin ardından Ankara ile anlaşarak Anadolu’dan çekilmeye kararlıydılar; bir çatışma ihtimali doğması üzerine askerlerini Boğaz’ın doğu yakasından çekerek Lloyd Georg’a kesin tavır aldılar.
Askerlerimiz İngiliz mevzilerine kadar dayanmış, elleri tetikte Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerini bekliyorlardı. Fransızların girişimleriyle ateşkes anlaşması yapılması amacıyla temaslar başladı; taraflar Mudanya’da konuyu görüşmek üzere uzlaştılar. 3 Ekim’de başlayan görüşmelerde Türk delegasyonunun başında Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa vardı. Görüşmelerde zaman zaman gerginlikler yaşanıp bir ara ara verilse de sonunda Türk tarafının isteklerine çok yakın bir ateşkes anlaşması imzalandı; nihai bir barış anlaşması yapılması amacıyla 13 Kasım’da Lozan’da bir barış konferansı toplanması kararlaştırıldı. Mudanya Mütarekesi hükümlerinin uygulanması sonucu Yunan askerleri ve sivil görevlileri derhal Trakya’yı boşaltmaya başladı. 8000 kişilik jandarma birliğimiz asayişi sağlamak üzere İstanbul ve Trakya’ya geçti.
Lozan Konferansı kararlaştırılan tarihten bir hafta sonra 20 Kasım’da başladı. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa ve İtalya Dışişleri bakanlarıyla Paris’te bir toplantı düzenleyerek Türklere karşı birlikte hareket etmeleri hususunda anlaşmıştı. Lloyd George Türkiye politikasının başarısız kalması üzerine hem Başbakanlıktan ayrılmış hem de siyasetten çekilmişti. Ancak Lord Curzon kurulan yeni hükümette de yerini koruyordu; Onun Türkler hakkındaki düşünceleri tıpkı Lloyd George gibi son derece olumsuzdu. Bu ikili Osmanlı-Türk Devleti’nin topraklarının tamamına yakınını Rumlar ve Ermeniler arasında paylaştırma plânı anlamına gelen Sevr Anlaşması’nın baş mimarıydılar. Konferansta Büyük Britanya Hükümeti’ni temsil eden Lord Curzon görüşmelerin Türkiye aleyhine sonuçlanması için elinden geleni yaptı.
Lozan’da Türkiye’yi Dışişleri Bakanlığı’na getirilen İsmet Paşa temsil ediyordu. Mustafa Kemal, heyetimize hangi esasları savunacaklarını; kırmızı çizgilerimizin neler olduğunu belirten bir yol haritası vermişti. Büyük Britanya (İngiltere), Fransa ve İtalya bir blok halinde karşımızda yer aldılar. Müzakereler çok çetin geçti. İsmet Paşa; Curzon’a karşı adeta diplomatik bir savaş verdi. Hakkımızı ve hukukumuzu, egemenliğimizi, siyasi ve iktisadi bağımsızlığımızı Ankara‘nın talimatları doğrultusunda bütün gücüyle savundu. Özellikle adli ve idari kapitülasyonlar ve Osmanlı borçları konularında sert tartışmalar yaşandı. İsmet Paşa bu sinir harbine aylarca geri adım atmadan direndi. Ancak karşısında dönemin en usta diplomatlarından biri olan Lord Curzon vardı. İsmet Paşa hatıralarında diplomasi alanında henüz tecrübesinin olmadığını, bu konuda “amatör” kaldığını samimiyetle ifade eder. Kulaklarının ağır işitmesi ve yabancı dil eksikliği önemli bir handikaptı. Bu nedenle Curzon’un iddialarına anında cevap veremiyordu, haliyle cevabı ertesi güne kalınca Curzon psikolojik bir avantaj kazanmış oluyordu.
Diğer bir sorun Ankara ile irtibatı sağlayan iki telgraf hattının da İngilizlerin kontrolünde olmasıydı. İngiliz istihbaratı İsmet Paşa’nın Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmeleri ve verilen kararları anında Curzon’a ileterek Curzon’un önceden hazırlık yapmasını sağlıyordu.
Musul meselesi bizim de İngilizlerin de kırmızı çizgilerinin başında geliyordu. Bu konuda uzlaşma sağlanamayınca Curzon ustaca bir manevra yaparak konuyu bu Konferans’ta değil iki ülkenin aralarında görüşerek diplomatik kanaldan halletmesini teklif etti. Heyetimiz Konferans’ın sekteye uğramaması için bu teklifi kabul etti. Oysa Musul meselesi, toplantı salonunda basının ve dünya kamuoyunun önünde bütün yönleriyle tartışılıp konuşulsaydı; Büyük Britanya yönetiminin insani değerleri umursamayan, barışı engelleyen emperyalist politikalarını teşhir etme fırsatı bulabilirdik. Savaş sırasında ağır insani ve maddi kayıplara uğrayan İngiliz halkı savaşmaktan bıkmıştı. Lord Curzon ve Hükümeti Lozan’da anlaşma sağlanamadığı gerekçesiyle Türkiye’ye savaş açacak durumda değildi. Blöf yaparak isteklerini kabul ettirmeye çalışıyordu. 4 Şubat’ta anlaşma sağlanamıyor diyerek Lozan’dan ayrılırken aslında istediklerini büyük çapta almıştı. Ülkesi açısından en önemli mesele olan Musul’u görüşme gündeminden çıkararak Türkiye’ye gerekirse Milletler Cemiyeti’ne aracılığını kabul ettirerek diplomatik yollardan amaçlarına ulaşacakları zemini hazırlamıştı. Boğazlar meselesinde de benzer durum vardı. Yapılan anlaşmayla Boğazlar askerden arındırılıyor, geçiş serbest oluyordu. Türkiye açısından çok sakıncalı olan bu durum Atatürk’ün başarılı girişimleri sonucu 1936 yılında imzalanan Montrö antlaşmasıyla düzeltildi. Curzon istediklerini almış olduğundan Konferans’ın iki ay sonra 23 Nisan’da başlayan ikinci kısmına kendisi katılmadı.
Yunanistan savaş mağlubu taraf durumunda olmasına rağmen Curzon’un yoğun çabasıyla bedel ödemekten kurtulduğu gibi adalar konusunda çok kazançlı çıktı. Kıyılarımıza neredeyse bitişik mesafede olan adaların tamamına yakını Yunanistan’a bırakıldı. Anadolu’da işgal ettiği yerlerde sergilediği vahşetle, yıkımla uluslararası hukuk açısından savaş suçlusu olmasına rağmen Edirne’nin banliyösü olan Karaağaç’ın Türkiye’ye iadesi karşılığında tazminat ödemekten kurtarıldı.
İngiltere bize en büyük darbeyi Musul ve Irak sınırının belirlenmesi konularında vurdu. Mondros Mütarekesi’nde imzalar bile kurumadan anlaşma hükümlerini çiğneyerek Musul’a girdi. Ardından askeri hâkimiyet alanını kuzeye doğru adım adım genişletti. Lozan görüşmelerinin yapıldığı aylarda bile askeri faaliyetleri devam ediyordu. Konferansta imzalanan Irak sınırımız, dağların üzerinden geçecek ve ileride Türkiye için büyük güvenlik sorunu yaratacak şekilde İngilizler tarafından çizilmişti.
Aslında Mustafa Kemal Musul meselesinin Türkiye açısından önemini en bilenlerdendi. Henüz Ankara’ya gelmeden Kuvay-ı Milliye hareketi başlatması için Özdemir Bey’i (asıl adı Ali Şefik) bu bölgeye göndermişti. Kahraman bir milis komutanı olan Özdemir Bey, Kerkük’ün ilçesi Revandiz’i karargâh yaparak, Mustafa Kemal ile haberleşerek Şeyh Mahmut aşiretinin milisleri ve Türkmen gönüllüleriyle 1923 yılına kadar İngilizlerle mücadele etmiş, İngiliz güçlerinin hâkimiyet kurmasını engellemişti. Fakat Mustafa Kemal, İngilizlerle çatışmanın genişleyip savaşa dönüşmesini istemiyordu. Çünkü bu tarz bir gelişme Büyük Zafer’in kazanımlarını riske atabilirdi. Savaş yorgunu olan ülkemizin iktisadi, insani ve askerî kaynakları son derece sınırlıydı. Yeni bir savaşı göze alabilecek durumda değildik. Ama İngilizler de savaş yorgunuydu; toplumun psikolojisi terhis edilip evlerine dönen askerlerin tekrar silah altına alınmasını imkânsız kılıyordu. Irak’taki tek avantajı hava gücüydü, çok sayıda uçağını yoğun şekilde kullanarak aşiretleri yıldırmaya çalışıyordu.
Bizim belki de Lozan’daki yanlışımız Musul’un tamamında ısrarcı olmamızdı. Lord Curzon pazarlık yapmaya hazırdı. Lozan’da Dışişleri Müsteşarını iki defa İsmet Paşa’ya göndererek bunun işaretini de vermişti. Bu kapı açılmış olsaydı en azından sınırın daha uygun çizilmesi sağlanır, Musul’un tamamı olmasa da bazı bölgeler, özellikle Türkmenlerin yoğun oldukları yerler alınabilirdi.
Lozan Antlaşması her şeye rağmen tarihi bir başarıdır. Üç yıl önce millî varlığımız açısından bir idam hükmü anlamına gelen Sevr dayatması Lozan’da yırtılıp tarihin çöplüğüne atıldı. Türkiye bu anlaşmayla uluslararası alanda hukuken tanınan bir ülke konumuna geldi. Kapitülasyonların kaldırılması, Düyun-u Umumiye borçlarının tasfiyesinin makul bir takvime bağlanması, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar her vatandaşımızın Türk mahkemelerinde yargılanacak olması büyük başarıdır. Türkiye böylelikle uluslararası alanda her bakımdan bağımsız bir ülke olduğunu onaylatmış oluyordu.
24 Temmuz’da imzalanan antlaşma TBMM‘de görüşülerek 23 Ağustos‘ta onaylandı. Tamamını birkaç ay önceki seçimlerde Halk Fırkası’ndan seçilen mebusların oluşturduğu Meclis’te sert eleştiriler oldu. Oylamada Mustafa Necati, Yahya Kemal (Lozan’da müşavir sıfatıyla heyetimizdeydi), Kılıç Ali‘nin de olduğu yirmiye yakın mebus aleyhte oy verdiler.
Mustafa Kemal Lozan’da alamadığımız haklarımızı almakta kararlıydı ama dönemin süper gücü konumunda olan, çok güçlü bir istihbarat ağı bulunan İngiltere önce Hakkari‘de Nasturiler’i ayaklandırdı. Ardından nasıl düzenlendiği hâlâ aydınlanmayan Şeyh Sait vakası yaşandı. Henüz toparlanma durumunda bulunan genç Cumhuriyetimiz dikkatini bu olaylara vermek zorunda olduğundan Musul meselesi 1926’da kerhen imzaladığımız anlaşmayla kapanmış oldu. Atatürk’ün sağlığında yapılan Montrö Anlaşmasıyla Boğazlar sorununun çözülmesi, Hatay’ın ilhakı Lozan’da eksik bırakılanların tamamlanmasıdır.