Nuri GÜRGÜR

Otuz yıl önce Sovyetlerin dağıldığı dönemde ABD tek başına bir güç olarak sahnedeydi; ekonomik ve stratejik önemi bulunan Ortadoğu’yu hem kendi çıkarları hem de kankası konumundaki İsrail’in güvenliği nedeniyle kontrolüne almaya çalışıyordu. Vietnam’da yaşadığı acı deneyimden ders aldığından bunu bölgeye asker yığarak değil istihbarat ve diplomatik kanallardan yaptı. Askeri gücünü yedekte baskı unsuru olarak tuttu, gerektiğinde belli bir süreyle kullandı.

İran’ın yanı sıra Irak’ta Saddam, Libya‘da Kaddafi, Suriye’de Esad gibi militarist, politik ve ideolojik tek adam rejimleri İsrail’e her an sorun çıkarabilirlerdi. ABD-İsrail ittifakı bunları bertaraf etmek için usta bir satranç oyuncusu gibi dikkatli ve kurnaz davranarak, yanlış hamle yapmalarını bekledi.  Aşırı özgüven ve güç zehirlenmesi içerisindeki diktatörlerin er-geç bunu yapacaklarının biliyorlardı. Nitekim çok geçmeden yanlış hamleler yaptılar. Saddam Kuveyt’i almak isterken iki aşamada iktidarla birlikte canını da kaybetti, tasfiye edildi. Kaddafi de, Batı’ya meydan okuma tutkusuyla yolcu dolu uçağı düşürmesi vesile yapılarak aynı akıbete uğratıldı. Mısır merkezli Müslüman Kardeşler Örgütü’ne Arap Baharı safsatasıyla İktidar havucu sunularak dolduruşa getirildi. Mursi koltuğuna yerleşeceği zaman bile bırakılmadan alaşağı edildi. Mısır’da ve birçok Körfez ülkesinde terörist ilan edilen, liderleri ve binlerce mensubu kurşunlanan yahut tutuklanan İhvan feci şekilde ezildi. Suriye’de olanların yakın şahidiyiz.

Orta Doğu’da 7 Ekim öncesindeki yönetimleri hangi güçlerin nasıl düzenlediklerini kısaca hatırlayarak Filistin’deki insanlık faciasını, yapılan soykırımı farklı bir açıdan değerlendirmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

1) Netanyahu yönetimi Mısır ve ABD üzerinden gelen uyarıları neden önemsemedi?  Hamas’ın bu çapta bir saldırı yapacak kapasitesinin olmadığı mı düşünüldü?

2) Uçan kuşa bile kuşkuyla bakıp her önlemi hızla alan şöhretli İsrail istihbarat organı MOSSAD’ın gaflet uykusunda olduğu düşünülebilir mi?

3) İsrail BM kararlarını yok sayarak yerleşimciler denilen kesimi Batı Şeria’daki Filistinlilerin yerlerine yerleştirmeye, BM Genel Sekreteri’nin dediği gibi 73 yıldır yaptığı tarzda topraklarını genişletmeye çalışıyor. Aynı uygulamayı Gazze’de de yapabilmek için fırsat kolladığını, amacının Filistin’in tamamını sahiplenmek olduğunu, bu yüzden siyasi çözüme yanaşmadığını herkes gibi Hamas da biliyordu. 7 Ekim’deki baskını planlarken bunun o gece bitmeyeceğini, İsrail’in bütün gücüyle bunun intikamını almak amacıyla saldıracağını, askeri kapasitesinin sınırlı olduğunu, takviye alamayacağını bilmiyor muydu?

4) Arap ülkelerinin tamamına yakını Hamas’ı Müslüman Kardeşler’in uzantısı olduğundan, kurulduğundan bu yana sevmezler, desteklemezler. Üstelik 30 yıl önce Mısır, son yıllarda da Körfez ülkeleri İsrail ile el sıkışıp barıştılar. Hamas Arap dünyasının kendisini gözden çıkarmış olduğunu neden görmedi?

5) ABD’nde Hıristiyan Siyonistlerin ve Yahudi lobisinin gücünü, etkisini yıllardır görüp öğrenmediler mi? Biden‘ın, Bilinken’in daha ilk günden İsrail’e koşup gelmeleri, Netanyahu ile kucaklaşmaları, iki büyük uçak gemilerini İsrail kara sularına göndermeleri, her türlü desteği vereceklerini ilan edip yaşanan insanlık ayıbını günlerdir yok saymaları elbette anlık bir tepki değil. Hamas en büyük atağını yapmaya kalkışırken bu faktörü neden hesaplamadı?

Bu tarz sorulabilecek daha çok soru var; ama bir aydır yaşananlara bakıldığında Hamas’ın 7 Ekim’de radikal bir örgüt mantığıyla hareket ettiğini,  aklı bir kenara bırakarak sonrasını düşünmeden   “intihar saldırısı”ndan başka anlam taşımayan bir eylem yaptığını söyleyebiliriz. Üstelik bunu askeri hedeflere yapmamış olması, sivilleri hedef alması çok yanlıştı; kolayına geldiğinden bir eğlence toplantısını basarak bine yakın sivili acımasızca katlederek, iki yüzden fazlasını rehine alarak eylem düzenliyor. Kendisini terör örgütü ilan edenlere adeta gerekçe sunuyor.

İsrail vahşeti insan olarak hepimizi yürekten sarsıyor; üç binden fazlası çocuk on bine yakın insanın vahşice katledilmesi, hastanelerin, sığınmacı kamplarının, cami ve okulların acımasızca bombalanması, Gazze’nin yaşanılmaz bir harabeye dönüştürülmesi, milyonlarca insanı açlıkla, susuzlukla, enerji ve ilaç yoksunluğuyla ölüme sürüklemeye çalışmak elbette korkunç bir insanlık suçudur. Bunun hesabını sormak medeni dünyanın başlıca görevidir. Fakat sormadan edemiyorum. Hamas‘ın liderlerinin bu tabloyu gördükten sonra yürekleri hiç sızlamıyor mu? Yaşananlardan kendilerinin payının olduğunu düşündükleri oluyor mu? Daha nereye kadar diyebiliyorlar mı?  Yönetimi seçimle almış olsalar da bu göreve  göz göre devam edemeyeceklerini ne zaman düşünecekler, daha ne kadar insanın can vermesi gerekiyor?

Duygusal nedenlerle Hamas’a, Müslüman Kardeşler gibi radikal örgütlere Devlet ve hükümet olarak kefil olmak, desteklemek, yaptıklarını savunmak dış politikaya ve uluslararası ilişkilere zarar verir. Hamas Filistin halkının haklarını ve yıllık bağımsız devlet kurma çabalarını uluslararası alanlarda  savunup temsil edecek itibara ve desteğe sahip değil. Mescidi Aksa ve Kudüs meselesinde de durum aynı. Hamas örgütünün devreden çıkması durumunda bu konunun uluslararası platformlarda savunulması da İİT gibi Müslüman kuruluşların harekete geçirilmesi de daha kolay olur. Ayrıca Filistin meselesi Türkiye’nin kesinlikle  “güvenlik meselesi” de değildir. Bir kaç ay önce FKÖ lideri M.Abbas Çin’in Uygurlara yaptığı asimilasyonun doğru ve meşru olduğunu söyleyerek Uygur halkını suçlamaya kalkışmıştı. Filistin halkı bu çapsız ve şahsiyetsiz yöneticilerin elinde İsrail tarafından 73 yıldır eziliyor. 03 Kasım 2023