Dibi Belirsiz Bu Suriye Kuyusuna Nasıl Düştük?
Nuri GÜRGÜR
Suriye’de iktidarda olan Baas (yeniden doğuş hareketi) Partisi 1943 yılında Mişel Eflak ve Selahattin Biter tarafından kuruldu. Sola meyilli olan ve bütün Arap dünyasının bağımsızlığını savunan partinin 1962 yılına kadar mezhepçi bir yapısı yoktu. 1946 yılında Fransa’nın çekilmesinden sonra bağımsızlığını kazanan Suriye’de uzun yıllar siyasi ve ekonomik istikrar sağlanamadı; art arda askeri darbeler yapıldı. 1958 yılında Mısır’ın karizmatik lideri Cemal Abdülnasır’ın güdümünde kurulan Suriye-Mısır “Birleşik Arap Cumhuriyeti” de uzun sürmedi, 1961 yılında dağıldı. Bu istikrarsızlık ve yaşanan ekonomik sıkıntılar en fazla Baas Partisi’nin işine yaradı. Bir taraftan ordu içerisinde taraftarları çoğalırken diğer taraftan halk kesiminde tabanı genişledi ve Baas Partisi ülkenin etkili siyasi kuruluşu konumuna geldi. 1954 yılındaki kongresinde komünist partisiyle işbirliği yapılması kararı alınırken ideolojik çizgisini biraz daha netleştirmişti.
BAAS OTOKRASİSİ ve HAFIZ ESAD DİKTATÖRLÜĞÜ NASIL KURULDU
1962 yılında yapılan kongre Baas için bir dönüm noktası oldu. Toplantıda partinin ağır topları ve kurucularının yönetimine karşı aralarında ordu kökenli Hafız Esad’ın olduğu daha radikal görüşleri savunan grup üstünlük sağladı. Bu grup daha çok Lazikiye kırsalında yaşayan ve Arap Alevileri olarak anılan Nusayriler tarafından destekleniyordu. Sovyetler Birliği ile ilişkilerin güçlendirilmesini, sosyalist bir program uygulanarak reformlar yapılmasını, bütün Arap dünyasının değil sadece Suriye’nin esas alınmasını savunuyorlardı. Hafız Esad’ın 1963 yılında Başbakan olması Baas Partisi’nin iktidara gelmesinin önünü açtı. Ordudaki taraftarlarının desteğini arkasına alan Hafız Esad 1970 yılı başındaki seçimleri kazanınca iktidarını hem fiili hem de hukuki açılardan güçlendirecek adımlar attı. Devletin en kritik ve stratejik makamlarına Nusayrileri yerleştirerek buralardaki Sunni’leri tasfiye ederek orduyu, istihbarat kurumunu, polisi ve üst bürokrasiyi kendisine bağlı hale getirdi. Özellikle 1973 yılında hazırlanıp yürürlüğe sokulan yeni Anayasa ile ülkede “Baas otokrasisi” oluşturuldu.
Yeni anayasa ile Hafız Esad’ın fiili hakimiyeti hukuki bir statü ediniyordu. Yasama ve yürütme organlarıyla yargı resmen ona bağlanmıştı. Ülkenin iç ve dış politikasını kendisi belirliyor, Bakanlar Kurulu “gerekirse” danışacağı bir istişari kurul oluyor, bakanları doğrudan onun talimatları çerçevesinde görevleri yapıyor, Meclis üyeleri Baaslı’lardan seçiliyorlardı. Esad bütün tayin ve azillerde tek yetkiliydi. Hafız Esad, Baas otokrasisine karşı Sünni kesimden yükselen tepkileri askeri birlikleri kullanarak acımasızca bastırdı. 1982 yılında Hama’da on binlerce insanın katıldığı gösterilerde tanklar kalabalığın üzerine ateş açtılar, otuz bine yakın Suriye vatandaşı katledildi. İslâm dünyası ve Batılılar yaşananlara seyirci kaldılar.
SURİYE İLİŞKİLERİMİZDE YENİ DÖNEM
PKK ve Öcalan 1980‘nden itibaren Suriye tarafından korundu ve desteklendi. Türkiye 1998 yılına kadar diplomatik yollardan Şam rejimini ikaz ederek sabretti. Sonuç alınamayınca kesin bir dille ültimatom vererek bu durumun devamı halinde askeri müdahale yapılacağı açıkça ilan edildi. Mısır Devlet Başkanı Mübarek’in de araya girmesi sonucunda Esad yönetimi geri adım atarak teröristlerin başı Öcalan’ı ülkeden çıkardı. İki ülkenin yetkili temsilcileri Adana’da görüşerek teröristlere karşı ortak tavır almayı içeren bir “mutabakat metni” imzaladılar. Metinde Türk Güvenlik Güçleri’ne teröristlerle mücadele amacıyla Suriye topraklarına beş km. kadar girebilme hakkı tanınıyordu.
Hafız Esad 2000 yılında ölünce yerine oğlu Beşar Esad geçti. AK Parti iktidarı döneminde Ankara-Şam ilişkilerinde olağanüstü bir yakınlık oluştu. Siyasetçiler, yöneticiler, sivil toplum mensupları karşılıklı ziyaret yapıyorlar, hudut neredeyse fiilen kalkıyor ticaret hızla artıyor, Bakanlar ortak toplantılar yapıyorlardı. Beşar Esad ve eşi tatillerini Türkiye’de geçiriyorlar, Başbakan Erdoğan tarafından “kardeşim” hitabıyla karşılanıp ağırlanıyorlardı.
RÜZGÂR TAM TERS YÖNE NEDEN DÖNDÜ ?
Bu sıcak tablo 2011’de Tunus’ta başlayan halkın demokrasi taleplerinin Suriye‘ye de uzanması sonucu tersine döndü. Bazı kentlerde başlayan gösterilere Şam rejimi müsamahasız davranıyor, orantısız güç kullanarak gösterileri bastırmaya çalışıyordu.
Türkiye’nin sürekli ikazlarına, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Esad ile saatlerce süren görüşmelerine rağmen Esad yönetimi, muhaliflerin bazı isteklerinin karşılanmasının rejimin zaafı olarak görüleceğini öne sürerek tutumunu sürdürüyordu. Bu arada tepkiler bütün ülkeye yayılmış yer yer silahlı çatışmalar başlamıştı. Bu ilk dönemde Müslüman Kardeşler Örgütü (İHVAN) muhaliflerin en organize gücü olarak ön plana çıkmıştı ABD ve Batılılar da Esad’ın devrilmesini istiyorlardı.
Türkiye artık bir yol ayrımına gelmişti. Şu sırada Ukrayna’da yaptığı gibi serinkanlı davranıp olayları yakından izleyerek, taraflarla ilişkilerini sürdürerek, müttefikleriyle işbirliği yaparak, Birleşmiş Milletleri de devreye sokarak bu yangının daha da büyümesine, şu veya bu şekilde ülkemize sirayetini engellemeye çalışabilirdik. Bu yolu tercih etmedik. Suriye’de rejimin bu yoğun muhalefete uzun süre dayanamayıp düşeceğine inanan AK Parti yönetimi, rejimle diyaloğun devamının artık gereksiz olduğunu düşünerek muhalifleri desteklemeye yöneldi. Ayrıca İhvan’a büyük yakınlık duyuluyordu. Mısır’da bu örgütün temsilcisi Mursi’nin seçimi kazanıp Cumhurbaşkanı olması aynı şeyin Suriye’de de tekrarlanacağının işareti sayılmıştı. Bu sırada Suriye’de el Kaide türevi çok sayıda radikal cihadist İslâmcı örgütün devreye girmesini önemsemedik. İhvan’ın gücünün sınırlı kaldığını görmezlikten geldik. Fakat yanlışlar bununla sınırlı kalmadı. Suriye’nin jeopolitik konumunun burayı ABD ve Rusya gibi iki küresel gücün yanı sıra, İsrail ve İran gibi iki bölgesel gücün çekim alanı haline getirdiğini, bunların gelişmeleri kontrollerine almak için mutlaka devreye gireceklerini, Türkiye’nin tek başına oyun kurucu ülke olma niyetiyle hareket etmesine tolerans göstermeyeceklerini de hesaba katmadık.
YANLIŞLAR YANLIŞLAR
Dışişleri bakanımız Halep ve Şam sokaklarını adım adım bildiğini söylüyordu ama rejimin katı mezhepçi ideolojisinin, ülkenin ordusu ve polisi dahil tüm stratejik yerlerini sımsıkı elinde tuttuğunu yeterince fark edemiyordu. Üstelik muhaliflerin birbiriyle anlaşamayan, ortak bir çizgide buluşamayan çok parçalı (heterojen) yapıda olduğu bunların İslâm’ı anlayış tarzının bize uymadığı ortadaydı; buna rağmen aralarına ayrım yapmadan muhalif bütün örgütlere her türlü yardımı ulaştırmaya çalıştık. Bu sırada hastalıklı ve fanatik bir cihatçı örgüt olan IŞID’ın ortaya çıkması Irak ve Suriye’de genişçe bir coğrafyayı hükmü altına alması, yaptığı vahşi uygulamalar bütün dünyada endişeye yol açtı, büyük tepki doğurdu. Şam rejimi ülkenin büyük bölümünü terk ederek belli bir alanda Rusya’nın havadan, İran’ın karadan desteğiyle savunmaya çekildi. Washington Suriye’nin kuzeyinde bir garnizon devlet oluşturmak amacıyla bu bölgedeki Kürt grupları IŞİD’e karşı savaşıyorlar gerekçesiyle örgütledi, silahlandırdı, destekledi.
Türkiye’nin bu dönemde Süleyman Şah Türbesi’nin olduğu, uluslararası hukuka göre vatan toprağı konumundaki alanı bekleyen birliğimizi ve türbeyi IŞİD saldırır diyerek taşıması her bakımdan yanlıştı. Bu sapkın örgütü gözümüzde büyüterek yanlış yaptığımızı çok geçmeden Fırat Kalkanı adıyla yaptığımız operasyonda gördük. Bir süre sonra hududumuza çok yakın Ayn-el Arap (Kobani ) yerleşkesine geldiklerinde Peşmerge’yi burada direnmeye çalışan etnik gruba yardımcı olması için ülkemizden geçirmek yerine doğrudan kendimiz müdahale edip IŞİD’i püskürtseydik ABD’nin PKK/YPG desteğini hem gerekçesiz kılardık hem de bölgedeki varlığımızı uluslararası kamuoyu hatta Şam nezdinde meşru ve haklı hale getirmiş olurduk. Böylelikle Barış Pınarı dahil sonraki operasyonlarımızı yapmaya ihtiyaç bile kalmadan terör örgütünün hudutlarımızdan en az otuz km. öteye çekilmesini sağlayabilirdik.
YENİ BİR DÖNEME BAŞLAMAK GEREKLİ AMA KOLAY DEĞİL
Ağustos başında Soçi’de yapılan Erdoğan-Putin görüşmesinin ardından yapılan açıklamalar, Ankara ile Şam arasında siyasi diyaloğun başlayabileceğini işaret ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan zaten iki ülkenin istihbarat yetkililerinin görüştüklerini 2019’da ifade etmişti. Putin’in de Soçi’de kendisine sorunların çözümü için Şam rejimini adres gösterdiğini belirtmesi, ardından Dışişleri Bakanı’nın muhaliflerle Şam rejiminin uzlaşması gerektiğini, Suriye Dışişleri Bakanı ile “ayaküzeri” görüştüklerini söylemesi değişik yorumlara yol açtı. Azez ve Cerablus‘ta ÖSO mensubu muhalif gruplar bu sözlere tepki göstererek bayrağımızı yakmaya kalkıştılar. Yaşanan bu karmaşa, yapılan açıklamalar ve girişimlerle şimdilik yatışmış görünse de, Suriye sorununun bizim açımızdan ne kadar kritik ve çok yönlü olduğunu ortaya koyuyor. İki küresel güç ABD ve Rusya ile aramızda çok ciddi meseleler var. ÖSO veya Suriye Millî Ordusu ile her an karşı karşıya kalabiliriz. İçlerindeki Türkmen grupların dışında Ankara’ya bağlılıkları tamamen maddi çıkarlarıyla ilgili durumda.
Başından yapılan yanlışlardan ötürü çözümü her geçen gün ağırlaşan çok büyük bir yükün altına girdik. İhvan muhabbeti sadece Suriye ile sınırlı kalmadı, aynı duygusal yaklaşımla dört milyonu kayıtlı, altı milyondan fazla Suriye’liyi “ensar- muhacir” söylemiyle ülkemize taşıdık. Başka yanlışların zamanla zor da olsa düzeltilmesi mümkündür. Ama sosyolojik gerçekleri yok sayarak demografik yapının böylesine fütursuzca bozulmasına zemin hazırlanmasının rasyonel bir izahı yapılamaz. Millî varlığıyla ilgili konularda hassasiyeti bulunan hiçbir gelişmiş ülke, nüfusunun yüzde onunun ani bir şok dalgasıyla alt üst edilmesine izin vermez. Kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın. Ülkeye yerleşen, iyi kötü bir düzen kuran insanları briket evlere gitmeye razı edemezsiniz. İlk başlarda sınırımızı açıp ülkelerine doluşacaklarından korkan Avrupa ülkeleri de bunun artık mümkün olmadığını gördüler ve rahatladılar. Yardımın adını bile etmiyorlar. Diğer yandan Baas rejimi de durumdan çok memnun. Tamamı Sünni olan on milyondan fazla vatandaş ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle nüfusu on beş milyona düşerken Nusayrilerin oranını artırmış oldu, toplumsal sorunlar yaşanmasının büyük ölçüde önüne geçti. Artık kovduğu milyonların yerlerine dönmelerine, rejimle yeni çatışmalara yönelmelerine razı olur mu? İdlib’deki rejime barışmayan tarzda hasım olan milyonlarca muhalifi af çıkararak bünyesine katar mı?
İdlib’de dar bir alana doluşan beş milyona yakın nüfusun büyük çoğunluğu buraya göçüp gelen muhaliflerdir. Türk Silahlı Kuvvetleri burada bulunmasa rejim bunları çok kanlı bir şekilde ezer. Kaçmaya kalkıştıklarında Türkiye’nin dışında gidebilecekleri yer yok. Çoğu silahlı en radikal kesimin yer aldığı bu gruplara hududumuzu nasıl kapatacağız; silah başvurmak da çözüm olmaz. Bu tehlikenin yaşanmamasını ne zamana kadar durdurabileceğiz? Suriye’de saplandığımız bu çıkmaz, Türk dış politikasının Cumhuriyet döneminde karşılaştığı en vahim tablodur. Sorunlar da ortadadır. Ama uzun yıllar yaşayacağımız, nesilden nesile geçecek bu ağır sorunun yükünü ne yazık ki sadece sebep olanlar değil, milletçe hepimiz taşımak zorunda kalacağız.