ÇEŞİTLİ YÖNLERİYLE SON BÖLÜCÜ-ETNİKÇİ PKK / YPG TERÖRÜ
Nuri GÜRGÜR
Türkiye’nin neredeyse elli yıldır en ağır sorunu olan, PKK üzerinden yürütülen terör eylemleri bazı dönemlerde azalmaya yüz tutsa da her zaman gündemde kaldı. Siyasal iktidarların uygun politikalar inşa etmekte yetersiz kalmalarının yanı sıra coğrafi konumumuz da bunda rol oynadı. Belki, daha da önemlisi küresel ve bazı bölgesel güçlerin taşeron olarak yararlanmak amacıyla bu örgüte destek sağlamalarıdır. 2011’den sonra PYD/YPG adıyla Suriye’de ikinci kolu oluşturulan etnikçi / bölücü terör, 13 Kasım Pazar günü vahşi yüzünü bir kere daha gösterdi. İstiklâl Caddesi’ni kana bulayan patlamanın hemen ardından çekilen fotoğrafta yana yatan bebek arabasının hazin görüntüsü, babasıyla birlikte hayatını kaybeden küçücük yavru, 6 can kaybı, 81 yaralı bu terör saldırısının insanlık dışı çirkin yüzünü gözler önüne serdi. Saldırının faili kısa zamanda yakalandı ve PKK/YPG mensubu olduğu anlaşıldı.
Saldırıdan sonra İçişleri Bakanı Soylu’nun ABD Ankara Büyükelçisi’nin ilettiği taziye mesajını “Bize verilen mesajı biliyoruz. Taziye mesajını kabul etmiyoruz, reddediyoruz. Kobani’ye senatolarından milyonlarca dolar para gönderen bir devletin müttefikliği tartışmalıdır. Biz kimseye kalleşlik yapmıyoruz ama bu kalleşliklere tahammül edecek gücümüz kalmadı.” demesi önemlidir. Çünkü PKK’ya 1990’dan beri önce Irak’taki terör örgütlerine, on yıldır da örgütün Suriye’deki kolu PYD/ YPG’ye gözümüzün içine bakarak her türkü desteği arsızca veren, onu defalarca “güvenilir müttefik” diye tanımlayan Washington’a ilk defa bu suçlayıcı ifadelerle çok net bir tavır konuluyor. Geleneksel diplomatik üsluba uymasa da İçişleri Bakanı doğrusunu yaptı, Türk halkının büyük çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini dile getirmiş oldu.
Buna karşılık Büyükelçiliğin “ABD terörün her çeşidini kesin olarak kınamakta, değerli NATO müttefikimiz Türkiye ile dayanışma içinde hareket etmektedir.“ açıklaması ABD’nin ülkemize karşı yıllardır uyguladığı yalanlarla süslü ikiyüzlü politikalarının yeni bir örneğidir.
Saldırıdan iki gün sonra Bali Adası’ndaki G-20 toplantısına katılan Başkan Biden; Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinde Türkiye’ye taziye mesajı ileterek, ABD’nin F-16 konusunda desteğinin devam edeceğini söyleyerek “gönül alıcı” bir tavır sergiliyor. Görüşme basına kapalı yapıldığından ayrıntıları bilinmiyor; ancak aramızdaki bazı temel sorunların da görüşüldüğü tahmin edilebilir.
İktidarın 2012’den 2015 Şubat ayına kadar çeşitli adlarla üç yıl boyunca yürütmeye çalıştığı “açılım politikaları” terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinde üç bölgede “özerk yönetim” ilan etmesine, burada Rojava adıyla “devletimsi” bir yapı oluşturma girişimine paralel şekilde çökmüştü. Buralardaki kazanımları, ABD’den geniş destek almaya başlaması terör örgütünü büsbütün şımartmıştı. Terör örgütü mensupları, o yılın yaz aylarında benzer bir tabloyu Güneydoğumuzda da oluşturabilecekleri hayaline kapıldılar; siyasi ve istihbari kanallardan bazı Devlet kurumlarıyla sürdürülen temasları sonlandırarak harekete geçtiler.
2015’e kadar son üç yılda Güneydoğudaki pek çok il ve ilçede örgüt mensuplarının düzenledikleri gösterilerin maksadı, belediyelerdeki etkinlikleri, hayallerindeki “öz yönetim”lere taban oluşturma girişimleri, hatta yapılan silah yığınakları biliniyor; görülüyordu ama “açılım politikaları” adına yapılan temas ve görüşmeler zarar görmesin gerekçesiyle müdahaleden kaçınıldı. Buralarda devletin otoritesi neredeyse tartışılır hale geldi. Bu durumu, terör örgütü Devletin zaafı olarak algıladı. Kandil’deki elebaşılardan Cemil Bayık 2015’in Mayıs ayında “devrimci halk savaşı ilan ediyoruz” açıklamasıyla saldırıya geçeceklerini ilan etti. Nitekim ileriki aylarda terör örgütü mensupları bu talimatın gereğini yapmak üzere silahlı eylemlere yöneldiler. Bu “ayaklanma” girişimleri üzerine askıya alınmış olan “güvenlik öncelikli politikalar”a dönüş yapıldı. Gerillacılık konusunda eğitilen Türk Özel Kuvvetleri, Polis Özel Harekât timleri devreye sokuldu. İHA’lar, SİHA’lar kullanılmaya başlandı. İki yıl süresince bölgede, çok sayıda il ve ilçede, Irak’ın kuzeyinde teröristlere karşı çok etkili bir mücadele sürdürüldü. Suriye’de hududumuza bitişik El Bab ve Afrin bölgelerinde, (daha sonra “Barış Pınarı Harekâtı”) askerî operasyonlar yapılarak PKK/YPG projesi çöpe atılmış oldu.
Bu politikanın sürdürülmesi sonucunda PKK Türkiye içerisinde, hatta Kandil ve çevresinde büyük ölçüde çökertildi. Artık ülke içerisinde örgüte katılım bitme düzeyine geldi. Hâlâ var olduklarını gösterebilmek amacıyla güvenlik güçlerimizin geçiş yollarında patlayıcı tuzaklar hazırlasalar da karakollarımıza saldırı düzenleyemiyorlar. Ancak bu durumu “PKK terörü bitmiştir” diye ilan etmek son derece yanlış olur. Çünkü bölücü etnik terör sadece bu nitelikteki eylemlerden ibaret değildir. Siyasal, sosyal, ideolojik ve toplumsal yönleriyle çok kapsamlı bir olgudur. Güvenlik politikalarını destekleyen orta ve uzun vadeli eğitim, sağlık, ekonomik, kültürel ve demografik politikalarınız yoksa hukuki, yasal ve anayasal düzenlemeler yapılamıyorsa, dış politikalarınızı dostluk çemberinizi genişletecek, uluslararası lobiler oluşturacak tarzda yürütemiyorsanız toplum olarak terör belasından tümüyle kurtulup rahatlamak mümkün olmaz.
Elli yıla yakın temel sorunumuz olan bölücü etnik fitneye karşı değişen küresel ve bölgesel şartlara uygun; çok yönlü, kapsamlı bir devlet politikasına ihtiyacımız var. İstiklâl Caddesi’ndeki terör saldırısı teröristlerin kuzey Suriye’ye taşındığını, ana merkezin artık burası olduğunu gösteriyor. Saldırının faillerinden Ahlam Albashir isimli kadın, bir milyona yakın mensubu olan El Beggara isimli aşiretten; yani Kürt kökenli değil. Bu aşiret hem Şam rejimiyle hem de SGG içerisinde yer alarak Haseki’de PYD/YPK ile ilişkide. Saldırının plânlayıcısı olan ve bir yıldır ülkemizde olduğu açıklanan Ammar Jakars da Kürt kökenli değil. Bu durum şunu gösteriyor. Yeni eleman ihtiyacını Türkiye’den karşılayamayan PKK/YPG Suriye’de bazı Arap aşiretleriyle iç içe çalışmaya başlamış durumda. Halen ülkemizde yaşayan legal ve illegal Suriyeli sayısının yedi milyonu bulduğu tahmin ediliyor. Dolayısıyla terör sorunumuz etnik tabanının genişlemesine paralel şekilde doğal olarak daha da büyüyebilir.
Terörist kadın ve eylem ortağı erkek, dört ay önce İstanbul’a gelip örgütle irtibatlı bir kişinin tekstil atölyesinde yaşamaya başlıyorlar. Planlayıcı Ammar da İstanbul’da kaçak yaşıyor. Yani huduttan rahatlıkla geçebilmişler, herhangi bir soruya muhatap olmadan kentte barınabilmişler. Bu tarzda başta İstanbul olmak üzere ülkemizde kaç milyon kaçağın yaşadığını kimse bilmiyor. Emniyet Teşkilatımızın kadın teröristi çok çabuk yakalamış olması elbette takdire değer bir başarıdır ama Suriye sınırımızın kevgire dönmesi, çeşitli ülkelerden kaçak durumunda birkaç milyon insana karşı ciddi ve etkili bir kontrolün yapılmamakta oluşu görmezlikten gelinemeyecek önemli bir zaaftır.
PKK/YPG Eylül ayından itibaren çeşitli kanallardan, metropollerde, Türkiye’nin turizm sektörünü vurmak amacıyla bu tarz saldırılar yapacağını duyurmuştu. Saldırı talimatını veren terör örgütü kalabalık olan caddede Batı’lı ziyaretçilerin de olduğunu biliyordu; dolayısıyla onlardan da yaralananlar ölenler olabileceğini, Batı kamuoylarında bunun tepkilerinin olacağını göze almaları ne kadar zor durumda olduklarını gösteriyor. Diğer saldırgan henüz yakalanamadı. Yunanistan’a kaçmayı başarırsa ve kendisi gibi çok sayıda teröristin misafir edildiği Lavrion kampına konulursa Atina bir kere daha uluslararası hukuka göre suçlu durumuna düşmüş olur.
Bu saldırıda hayatını kaybeden vatandaşlarımızı rahmetle anıyorum. Milletimize ve şehitlerimizin ailelerine baş sağlığı diliyorum.