“14 MAYIS 1950 – Siyasi Tarihimizde Tarihî Bir Dönüm Noktası”
NURİ GÜRGÜR
14 Mayıs 1950 seçimlerine muhalefet partisi olarak katılan Demokrat Parti’nin büyük bir çoğunlukla kazanıp iktidara gelmesi, iktidarın seçimle el değiştirmesi Türk ve İslam dünyasında ilk defa yaşanan tarihî bir olaydır. Cumhuriyet döneminde, 1946 yılına kadar dört yılda bir düzenli olarak yapılan iki dereceli seçimlere, başka partiye izin verilmediğinden sadece CHP katılırdı. Seçmenler “seçiciler kurulu”nu seçer; onlar da ikinci aşamada, parti genel merkezinde milletvekili olmaları uygun görülen isimlerden oluşan listeleri sandığa atarak formaliteyi tamamlarlardı. Ancak, altı yıldır süren 2. Cihan Savaşı’nın sona ermek üzere olduğu 1945 yılına girilirken dünyada ve Türkiye’de yaşanan sosyal ve siyasal değişimler, bu sistemin değişmesini zorunlu hâle getirdi.
Bütün Doğu Avrupa’yı ele geçirerek Moskova’ya bağımlı rejimler oluşturan Stalin, zafer sarhoşluğu yaşıyordu; Ankara’ya, süresi bitmek üzere olan “Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması”nı uzatmayacaklarını bildirdi. Boğazlar’ı kontrolüne almaya yönelik önerisinin yanı sıra toprak talebinde bulundu. Türkiye’nin giderek artan Sovyet-Rus tehditlerine karşı bir tercih yapması, bazı adımlar atması gerekiyordu.
1945 yılının nisan ayında, teslim olma aşamasındaki Almanya‘ya savaş ilan ettik. Böylelikle ABD öncülüğünde düzenlenen San Francisco Konferansı’na katılma imkânı bulduk. Burada İnsan Hakları konusunda hazırlanan bildiriyi imzalayarak Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurucuları arasında yer aldık. Bir başka ifadeyle Türkiye, bu adımı atmakla yeni oluşan iki kutuplu dünya sisteminde demokratik ülkeler safında yerini almış oldu.
Yerimizi seçmiştik ama normal bir demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan partiler henüz yoktu. Artık tek partili cumhuriyet tarzıyla devam edemezdik. Bu gerçeğin farkında olan Cumhurbaşkanı İnönü, 19 Mayıs nutkunda yeni siyasi oluşumlara yeşil ışık yaktı. CHP içerisinde zaten bu yönde girişimler başlamıştı. Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar’ın başında olduğu, Adnan Menderes, Prof. Dr. Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’dan oluşan muhalif grup, Çiftçiyi Topraklandırma Kanun Tasarısı’nın CHP Meclis grubunda görüşmeleri sırasında yaptıkları konuşmalarda, ülkemizde temel hak ve özgürlükler konusunda büyük sorunlar yaşandığını, demokrasinin bulunmadığını ifade ederek Hükûmet’i eleştirdiler. Siyasi tarihimize “Dörtlü Takrir” diye geçen ve kabul edilmeyen bir önerge verdiler. Bu çıkışa tepki olarak imzalayanlardan üçü partiden ihraç edilirken Celal Bayar, hem milletvekilliğinden hem de partisinden istifa etti.
Bayar ve arkadaşları hazırlıklarını hızla tamamlayarak 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) resmen kurdular. Aslında birkaç ay önce Nuri Demirağ, Millî Kalkınma Partisi adıyla bir parti kurmuştu ama bu girişim destek bulmadı; isimden ibaret kaldı. Oysa DP, başta büyük şehirler olmak üzere ülkenin her yanında hızla yayıldı; aydınlar arasında geniş bir destek sağladı.
İsmet İnönü ve Hükûmet, yeni partiye halkın ilgi ve desteğini görünce genel seçimleri erkene aldı. DP, 23 ilde teşkilat kurmaya zaman bulamadığından 21 Temmuz’da yapılan seçimlere 42 ilde katılabildi. Seçim çoğunluk sistemi ve “açık oy gizli tasnif” yöntemiyle yapıldı. Yani seçmenin kime oy verdiği görülüyordu; ancak oy sayımı bir kamu görevlisinin gözetiminde valilikçe görevlendirilen kişilerin oluşturduğu bir komisyon tarafından yapılıyordu. Böylece sonuçlar iktidarın isteğine uygun şekilde düzenlenebiliyordu. Muhalefet açıklanan sonuçlara hemen her yerde itiraz etti, üzücü olaylar da yaşandı. 46 seçimleri, siyasi tarihimizde “sonuçları en kuşkulu seçim” olarak yer aldı.
İlan edilen sonuçlara göre CHP oyların yüzde 87.3’ünü alarak 435, DP yüzde 11.6 oyla 64 milletvekili çıkardı.
TBMM’deki büyük çoğunluğuna rağmen CHP, psikolojik üstünlüğü elinde tutamadı; DP, rüzgârı arkasına almıştı. Yıllardır jandarma korkusundan, devlet ve parti görevlilerinin keyfî ve haşin uygulamalarından bıkmış olan, ekonomik sıkıntılardan bunalan, açlık tehdidiyle iç içe yaşayan halkın çoğunluğu, taşradaki avukat, doktor ve eşraf DP’yi ve özellikle “Yeter! Söz Milletindir!” sloganını sahiplenmişti. Bu toplumsal destek, halkın yaşadığı coşku ve heyecan Parti’nin 1947’de beş gün süren ilk kongresinde açıkça görüldü.
İsmet İnönü ve parti yönetimi, ortamın değişmekte olduğunun farkındaydı; buna uyum maksadıyla bazı adımlar atıldı. Parti’nin şahin kanadının temsilcisi Başbakan Recep Peker’in yerine önce Hasan Saka, ardından Prof. Dr. Şemsettin Günaltay getirildi. Devlet ile Parti’nin iç içeliği görünümüne son verildi; İnönü, parti genel başkanlığını bıraktı; sıkıyönetim kaldırıldı. En önemlisi DP’nin kuruluş çizgisi olan ve değiştirilmediği sürece seçimlere katılmama kararı aldığı Seçim Kanunu’nu değiştirmek üzere girişim başlatıldı.
CHP heyetinin başında Başbakan Yardımcısı Nihat Erim bulunuyordu. DP, “nispi temsil“ sisteminin uygulanmasını istiyordu. Ancak CHP ve Erim, çoğunluğu sağlayacaklarından emindi. Halkın her şeye rağmen İsmet Paşa’nın tarihî ve karizmatik kişiliğine saygı ve sevgi duyduğuna, onun şahsında halkın çoğunluğunun kendi adaylarını destekleyeceğine inanıyorlardı. DP, Erim’in çoğunluk sisteminde kararlı olduğunu görünce istemeyerek de olsa “evet“ demek zorunda kaldı.
Yeni seçim kanununda tarafların uzlaşmasıyla üç köklü değişiklik daha yapıldı. Buna göre seçimler artık yargının gözetim ve denetiminde yapılacak, hâkimlerden oluşan bir Yüksek Seçim Kurulu oluşturulacak, oyların kullanımı ve sayımı “gizli oy açık tasnif“ tarzında yapılacaktı. Bu değişikliklerle Türkiye’de seçim güvenliği sağlanmış oldu. Bu seçim kanununun kabulünden sonra yapılan genel ve yerel seçimler, artık yargının güvencesi altında olduğundan çok büyük sorunlar yaşanmadı (Fakat Yüksek Seçim Kurulu’nun İstanbul seçimlerindeki tutumu, bu istikrarı ne yazık ki ciddi şekilde zedelemiştir.).
CHP, Seçim Kanunu’nun Meclis’te kabulünden bir ay kadar sonra yapılan seçimlerde ne kadar büyük yanlış yaptığını gördü; ancak düzelme imkânı artık kalmamıştı.
Aslında istenseydi seçimler arifesinde mevzuat değişikliği konusunda partiler arasında yapılan iş birliği, sadece seçim kanunuyla sınırlı kalmaz; köklü bir anayasa reformu kolaylıkla yapılabilirdi. Çok partili döneme geçilmesinden sonra demokrasi ve özgürlük konuları sürekli konuşuldu. Meclis’te sert tartışmalar yaşandı. Ama ne muhalefetteki DP ne de CHP, sorunların esasında 1924 Anayasası’ndan kaynaklandığından söz ettiler. Oysa “kuvvetler birliği”ne dayanan bu Anayasa ile demokratik bir düzenin kurulması mümkün değildi. CHP ve DP, demokrasimizi anayasa güvencesine kavuşturmak konusunda gereken adımı atmamakla tarihî bir fırsatı kaçırmış oldular.
Değerli anayasa hocamız Prof. Ali Fuat Başgil, 1949 yılında yazdığı bir makalede bu ihtiyacı açıkça işaret etmişti: “Siyaset insan ihtirasının en çok kabardığı sahadır. Binaenaleyh her kanundan çok anayasanın bu ihtiraslara yol vermeyecek mükemmeliyette olması lazım.” diyor ve bunu temin için kuvvetler ayrılığı, anayasa mahkemesi, bağımsız yargı ve senato gibi “dengeleyici” kurumların gerektiğini belirtiyordu. “Aksi hâlde iktidar değişse bile sadece ‘şef iradesi’ el değiştirmiş olacaktır.” cümlesiyle ileride yaşanacakların habercisi oluyordu.
Siyasetin sıkça rastlanan bir özelliği vardır; iktidardakiler ellerindeki gücü ve imkânlarını mecbur kalmadıkça azaltmak istemezler. Muhalefetteyken demokrasinin eksikliğinden, temel hak ve özgürlüklerin çiğnendiğinden yakınanlar, iktidara gelip gücü ellerinde bulduklarında bunu sınırlandırmak bir yana, mümkün olduğunca genişletmeye çalışırlar. Çünkü iktidar yani gücü kullanma imkânından kaynaklanan haz, kısa sürede güç sarhoşluğuna dönüşür.
Batılılar bu gerçeği gördükleri için, J.J. Rousseau’ya değil Montesquieu ve John Locke’a itibar gösterdiler. Üç temel devlet erkinin yani yasama, yürütme ve yargının alanlarını anayasalarında kesin olarak belirlediler. İhtiyaca göre oluşturdukları bazı kurumların işleyişine partizanca müdahaleler yapılmasını engelleyecek yasal düzenlemeler yaptılar. Tarafsız ve bağımsız olmasına özen gösterilen yargıya, yasama ve yürütmenin eylem işlemlerinin anayasaya uygun olması hususunda hakemlik yapma, karar verme yetkisi tanındı. Böylece her organ ve kurumun anayasa ve yasalarla belirlenen görevlerini yetki karmaşası oluşmadan yapmaları sağlandı. Sağlıklı işleyen demokrasilerin önemli özelliklerinden biri olan “geleneksel kurumlar” yapılanmaları ortaya çıktı.
Batı demokrasilerinde son iki yüz yılda yaşanan, toplumsal tabanı, felsefi ve fikrî içeriği bulunan sosyal, siyasal evrim süreci Türkiye‘de yaşanmadı. Anayasa hareketleri geniş bir katılımla değil, belirli bir çevre tarafından hazırlandı. Bu konularda karar verenler siyasi tercihlere öncelik verdiklerinden, hukuka gereken özeni göstermediklerinden denge ve fren işlevi yapacak istikrarlı kurumlar ve yapılar oluşmadı. Üstelik son dönemde her şeye rağmen tarihî temelleri olan Sayıştay, Danıştay, Yargıtay gibi üç önemli kurumun bağımsız yapıları ciddi şekilde zedelendi. YSK yıpratıldı. TCMB ile BDDK, TMSF gibi ekonomimizin dinamosu işlevini gören kurumlarda siyasetçinin ağırlığının artmasına paralel şekilde ekonomik sorunlarımızın büyümesi rastlantı değildir.
Meclis’te büyük çoğunluğa sahip olan CHP, 14 Mayıs seçimlerine gidilirken kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığını, nispi temsil esasını içeren bir reform paketini sunabilseydi, o günkü ortamda DP buna kesinlikle “hayır” demez, tersine destek olurdu. CHP yıllar sonra “İlk Hedefler Bildirisi” adıyla açıkladığı ve 1961 Anayasası’nda yer almasını sağladığı hukuki düzenlemeleri on yıl önce yapabilseydi siyasi tarihimizin rotası olumlu yönde değişir, sonraki yıllarda yaşanan büyük siyasi sorunlar kesinlikle yaşanmazdı.
CHP, 14 Mayıs’ta DP’ye sadece siyasi iktidarı değil, 27 yıl boyunca kendisinin kullandığı hukuki ve anayasal düzeni, bunlardan kaynaklanan yönetim yetkilerini de devretti. DP seçimlerde yüzde 52.7 oy alıp 420 milletvekili, CHP yüzde 39 oyla 63 milletvekili çıkardı. Bu sayıların Meclis’e yansıması yüzde 86.3 DP, yüzde 13 CHP oldu. Çoğunluk sisteminin sonucu olan bu asimetrik tablo, sonraki seçimlerde de yaşandı. Daha da dramatik olan, 1957 seçimi sonrasındaki Meclis’in durumuydu. DP’nin oyu yüzde 47.9’a gerilemiş, yani çoğunluğu kaybetmişti. Ama CHP, yüzde 41 oyla 178 vekil çıkarabilirken DP Meclis’te yüzde 69.7 oranının karşılığında 424 vekil çıkararak bir kere daha hükûmeti tek başına kurma imkânı buldu.
DP’nin on yıllık iktidarı döneminde Kırşehir’in ilçe yapılmasından muhalif siyasetçi ve gazetecilerin tutuklanmasına, istemediği kararlar veren yargı mensuplarına yaptığı uygulamalara kadar tepki toplayan Meclis ve Hükûmet kararlarının hepsi, 24 Anayasası’na uygundu, yani yasaldı. Ama bu yapılanlar evrensel hukuk ilkelerine, temel hak ve hürriyetlere aykırıydı; DP‘nin, muhalefetteyken ısrarla savunduğu değerleri unutması, kamu vicdanında tepki topladı, siyasi tansiyon giderek yükseldi.
Oysa on yılık iktidar döneminde ekonomik ve sosyal alanlarda başarılı işler yapılmıştı. Bu dönemde yapılan barajlar, HES’ler, limanlar, karayolları, elektrik santralleri vb. alt yapı yatırımlarıyla Türkiye’nin geleneksel içine kapalı sosyo-ekonomik yapısı köklü şekilde değişmiş; ticarileşme, şehirleşme hızlanmış; millî gelir artmıştı. Ama siyasi gerilimin artmasıyla oluşan kutuplaşma, bu eserlerin varlığını gölgeledi. Halkın coşkulu desteğiyle iktidara gelen DP, konulara ve olaylara psikolojik ve sosyolojik yönleriyle geniş açıdan bakamadığından, sandıktan çıkan desteği yeterli saydığından gelişmelerin mahiyetini doğru okuyamadı. Gerginlikten ve kutuplaşmaktan kaçınması gerekirken tersini yaptı. Sonuçta parlak bir demokrasi hikâyesi olarak başlayıp gelişen, başından sonuna kadar büyük halk desteğini arkasına alan bu siyasi hareketin askerî bir darbeyle devrilmesi, trajik bir olaydır. Yassıada’daki yargılama tiyatrosu hukuki bir facia, idamlar ise vicdan sahibi herkesin telin ettiği bir insanlık suçudur.