Yeni Bir Kimlik İnşası Olarak Türkiyelilik Mümkün mü? *

Kavramların varoluşundaki ana belirleyici olarak tarihten
dolayısıyla, kültürden arındırılarak ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Kavramların belirli bir istikâmette düşünmeye sevk etmesi, kavramların zaman içinde değişmelere uğradığını ihmâl anlamı taşımaz. Bu yazımızda anayasa hazırlıkları çerçevesinde önümüze sık sık çıkan Türkiyelilik, Türklük kavramlarınahem tarihi müktesebat hem de devlet- cemiyet- fert örgüsü temelinde temas edeceğiz.

Varlık Kategorisi Olarak Devlet, Vatan ve Millet
Devlet, “toplumsal düzen” fikrinin somutlaşmış ifadesidir ve bu sebeple de bizatihî “düzen” demek olan toplumsal var-oluşun onsuz-olmaz şartıdır. Bugüne kadar, hiçbir devirde, devlet olmaksızın, yani ‘devletsiz’, yüksek seviyede organize olmuş bir toplumsal hayat olmamıştır.Toplumsal hayat, bizatihî “düzen” demektir ki bu ‘düzen’ de en yüksek seviyede ‘devlet’te somutlaşabilmektedir. “Devlet”, Devlet, elbette ki, tabiat nesneleri gibi İnsan’dan (insan neslinden) bağımsız olarak varolanbirşey değildir; tek başına ele alındığında, ‘küre’ kadar soyut bir kavram olup, ona gerçek bir varlık niteliği kazandıran form ve malzeme olmak üzere iki unsur vardır. Devlet’in formu, “vatan”dır, malzemesi, yani nesnel içeriği ise “toplum”. Toplum’unmüşahhaslaşmış şekli ise “vatandaş”lardan müteşekkil “millet”tir. [1]
Vatan, toplumsal içeriğinden ayrı olarak düşünüldüğünde, hiçbir gerçekliği olmayan, en hâlis anlamıyla soyut bir kavramdır. Bir ‘küre’, bir ‘küp’, bir ‘silindir’… ilh., içeriksiz oldukları sürece ne kadar gerçek varlıklar iseler, bir ‘vatan’ da toplumsal içeriksiz olduğu sürece o kadar gerçek bir varlıktır. Zira “vatan”, tek başına sadece bir arazi parçasıdır, bir coğrafyadır, bir topraktır; saksıdaki toprak ile bu bakımdan arasında bir fark yoktur; zira sadece çıplak bir varlık alanı olan Fizik-Dünya, bir var-olan olarak, bu hâliyle, bir değerler alanı, yani bir etik veya estetik yahut hukukî varlık değildir. O, ‘sadece var’dır; bizatihi ne güzel’dir, ne çirkin, ne iyi’dir, ne kötü; onda ne adalet vardır ve ne de zulüm. Ona bu yüklemeleri (izâfeleri) yapan, onun karşısındaki süje, yani, “insan”dır.[2]
O halde, Suje’nin dışta tezahürü olarak duygu, davranış ve düşünceler yaratılır. Kimlik insan ve cemiyet arasındaki manevî bağdır zîra insan cemiyete âittir, bir cemiyet mahsûlüdür, cemiyet dışında insan (antropos) yoktur.[3] Zaten insan,“ bir tür hayvan” olmasına rağmen, ondan ayrıldığı en kesin nokta kültürel bir varlık oluşudur. Kültürel varlıktan kasıt, yani kültürü yaratan ve onun içine doğan, kültürü yaratma kabiliyetine yine kültürün içinde ulaşan varlıktır. Bu da, insanın cemiyetin hem yaratıcısı ve hem de onun mahsûlu olduğunu gösterir. Cemiyet içinde ortak duygu, düşünce ve davranışlar insanların paylaştığı (öz, essence) “ruh”a atıfla yaratılır. Cemiyet ruhu, öznelerin özneler ile olan ilişkisi neticesinde varlık kazandığından cansız obje (nesne)ye anlam veren de öznedir. Bu sebeple mekân yani nesne bir kimlik öznesi olamaz. Kimliği özneler arası ilişkiler belirler.

Türkiyelilik ise sadece bir coğrafi varlıktır ki “Türk” olarak tanımlanan öznelerin yaratması ile coğrafyada bir “anlam” kazanır ve o “vatan”dır.[4] Özneyle ihtilafın aşılması için ortaya atılan Türkiyelilik kavramının sosyal, kültürel, tarihî, hukukî vd. bağlardan azâdesalt coğrafî aidiyet ifâdesi olduğu iddiası “burası neden Türkiye, ne zamandan beri Türkiye?” suâline gebedir.

Türkiye, Ne Zamandan Beri Türkiye?

Coğrafî ad olarak ‘Türkiye’(=Turkhia) tâbirine ilk defa Bizans kaynaklarında tesâdüf edilmektedir. VI. asırda Türkiye tâbiri Orta Asya için kullanılıyordu.(Menandros). IX-X. asırlarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar olan sahaya bu ad verilmekte idi. (Doğu Türkiye=Hazarların ülkesi, Batı Türkiye=Macar ülkesi.) XIII. asırda ‘Türk Devleti’ zamanında Mısır ve Suriye’ye ‘Türkiye’ deniliyordu. Anadolu ise XII. asırdan itibaren ‘Türkiye’ (Turcia) olarak tanınmıştır.[5]

“…İtalyanlar ‘Turchia’ veya ‘Turcmenia’, bütün orta zaman Alman seyyahları ‘Turkei, Tirkenland’ veya Fransızlar ‘Turquie’ derlerdi. Türkiye’yi bugün telaffuz ettiğimize yakın olarak 16’ncı asırda İngilizce seyahatnâme kaleme alan Nicola de Nicolay ‘Turkie’ olarak zikrediyordu.[6]
Fransa (France) adı, Frank (Franc) adından gelmektedir. Francia (Francie)’dan… Frankların ülkesi, Frankların memleketi, Franklara ait olan (şey)…

Galya topraklarında Kelt, Flaman, Alzas, Katalan, Bask, Bröton, Norman vd. yaşamasına rağmen bu ülkenin Fransa adını alması, Frankların “kurucu, birleştirici ve mayalayıcı” rolünden kaynaklandığı gibi, Selçuklu ve Osmanlı topraklarının da Türkiye adını almasının arka plânında Türklerin bin yıldır yüklendiği ve oynadığı tarihî rol yatmaktadır. [7]

Hristiyanlar için en yakın ve en tehlikeli “öteki” olan İslâmlığın kılıcı durumuna gelmesiyle birlikte bütün Yakın Doğu Türklerin ülkesi Türkiye olarak anılmaya başlanmıştır. Aydınlanma çağına kadar Orta Avrupa’da Türk ve Müslüman, İslâm ile Türk dini yahut ReligioTurcica eş anlamlıdır;[8] dolayısıyla Türklük tecrübesiyle uyuşmayan, meselâ Ağaoğlu Ahmet ve Süleyman Nazif arasındaki münakaşaya mahal verecek, bir varlık minvali olarak, kavmiyet temelinde ele almak abesle iştigaldir.

Türkiyelilik, Türklük ve Anayasa

“Türkiyelilik” ve “Türklük” kavramlarının birer üst kimlik olarak kullanılmaları üzerine 1906 yılında da günümüzdeki münakaşalara da ışık tutacak mahiyette bir durum söz konusudur:
1906 yılında, başını Dr. Abdullah Cevdet Bey tarafından kaleme alınan ve konuya bir Ermeni Osmanlı vatandaşı ile yapılan hayalî bir muhavere yardımıyla yaklaşan bir yazıda “Osmanlı” üst kimliği yerine “Türk” ve “Türkiyeli” kavramları teklif edilmiş, daha da mühimi, bunların- günümüzdeki münakaşalara da ışık tutacak yönünü teşkil eden tarafı olarak birbirinden farklı olmadıkları vurgulanmıştır:
“ – Ermeni’ye sorarım: Sen nesin:
– Osmanlı.
– Bu isim nereden geliyor?
– … Osman hânedanı tarafından Türkiye ve Türkiye teb’asına verilmiş isimdir.
– Sevgili vatandaş, müsaade et sana sorayım: Peki, Türkiye kelimesini biliyorsun değil mi?
– Evet…
– A iki gözüm vatandaşım, o halde böyle bir hânedân-ı istibdad ve fesadın nâmını taşımaktansa şimdi tavsif ettiğin milletin nâmınanisbeten Türkiyelilik, Türklük nâmını taşımak evlâ değil mi? Sen Ermeni’sin, ben Kürd’üm; fakat Şûra-yı Türkiye’de senin de benim de milletvekili, meb’us olarak bulunmaya hakkımız var. Türkiye hepimizin vatan-ı müşterekimiz değil mi?”

Dr. Abdullah Cevdet’in “İşte bakın ben Kürd’üm. Kürdleri ve Kürdlüğü severim. Fakat mademki hukuk ve vezâifcemütesavî Türkiye vatandaşlarındanım, o halde her şeyden evvel Türk’üm.” açıklamasıyla “Türk” üst kimliğini tercih ettiğini belirtmiş, hattâ bu yüzden yazılarını “Bir Kürd-Türk” imzasıyla yayınlamıştır.[9]
Öte yandan mütareke yıllarında meclis konuşmalarından anlaşılacağı üzere mebuslar arasında Türk kelimesine anasır-ı muhtelife-i İslâm anlamı yüklenmesiyle de sabittir.[10] Türkiye kendi toprakları üzerinde eskiden beri yaşayan ve anadilleri Türkçe olan, ama Müslüman olmayan Karamanlı Ortodoksları Türk milletine mensup olarak görmemiştir. Aynı tercih Türkiye, 30 Ocak 1923 tarihli Ahali Mübadelesi Sözleşmesi kapsamında Girit’ten Türkiye’ye gönderilen Müslümanlar anadil olarak Türkçe değil, Rumca olmalarına rağmen vatandaşlık vermekte tereddüt etmemiştir. Bu durum devletin, kurucu unsur olarak Müslümanları gören, Tanzimat’la inkıtaya uğrayan, müslümanları bir millet, gayri müslimleri ise başka bir millet ve dolayısıyla azınlık kabul eden kimlik anlayışının devam ettirdiğinin karinesidir.

Her modern devletin dayandığı sosyo-kültürel temeller, nüans hatta bazen derin farklılıklar gösterse de millet tanımı vatandaşlık müessesesi dolayısıyla hukukî-siyâsî form olarak da belirir. Ancak kimliğin sadece vatandaşlıkla görülen siyâsî-hukukî form da tayin edemez, daha doğrusu tanımlama kesinlik arzetmez. Meselâ; kendini Türk olarak tanımlayan bir kişi Türkiye’de olduğu gibi; Bakü’de, Kırım’da Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olmaksızın Türk’tür. Kimliğini kendi farklılığı ve aitliği olarak işâretler.

Millet, zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete denir. Başka bir ifadeyle millet, tarih içinde oluşan ortak kültür değerlerinden dolayı, mensubiyet duygusu ile birbirine bağlı büyük bir ailedir. Millet, sadece bir toprak parçası üzerinde belli bir dönemde yaşayan insanlardan ibâret değildir, geçmişte yaşamış olanları, hâlde yaşamakta olanları ve gelecekte doğacak olanları da kuşatır. Kültürel sınırlarının tamamen mekâna bağlı olarak yeniden inşaa edildiği ulus-devletler çağı kimlik tanımının da mekânla sınırlı tutulması gibi açmazları içinde barındırmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’na göre, “Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla ‘Türk’ ıtlak olunur” (m.88) denildiği hâlde, 1961 (m.54) ve 1982 (m.66) anayasalarında “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” denilmiştir. Bu Türkiye’de Türk hâricinde başka kimsenin yaşamadığını tedâi ettirecek vuzuhsuz bir hükümdür. Aynı hüküm Türkiye hâricinde Türk yaşamadığı gibi bir anlamı da mündemiçtir. Oysa Türk milleti, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ve kalbî-iradî sadâkatle bağlı Türk vatandaşları kadar, Türk diye anılmaktan şikâyeti olmayan uzak ve yakın coğrafyadaki kardeş ve akrabalarımızı da ifâde eder. Dolayısıyla siyâsîirâdebeyânı kadar; tarihî, medenî ve kültürel bir aidiyetle de kazanılabilir. Çünkü, insan, dünyaya bir anlam veren, kendisini de bu anlamlı bütün içinde bir yere yerleştiren varlıktır. Anlama ve anlamlandırma bütün insanlarda ortak bir istidat olmasına rağmen, insan, mekân ve hayat düzleminde teşekkül eden anlam dünyası, daha doğrusu kültür oluşturma biçimi farklıdır. Beşerî tecrübenin aynası tarih farklı diller, dinler, farklı kültürel aidiyet biçimlerine ve mensubiyet şuurlarını yansıtmaktadır; farklı dillerin, farklı kültürel evrenlerin varlığı tarihî ve içtimâî gerçektir.[12] Bu farklı içtimaî gerçekliğin dayandığı kültürel akıl siyâsi sınırlarla açıklanamaz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ‘Türk’ü tanımlama selâhiyeti verilmesi, meşrûiyeti alanın verenden daha öncelikli, daha üstün telâkkî edilmesi neticesini doğurur ve devletin milletin bir fonksiyonu olma durumuna hâlel getirir.

“Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” ifâdesi fertlerin bir millete ait olarak dünyaya geldiğini kabul eder, hür iradesiylemillete katılma ya da millete aitliği reddetme hakkını sözkonusu etmez. Bu tür ifadeler devletin ferdi,fert rağmına tanımladığı zannını doğurabilir. Elbette hiç kimse kendini Türk veya başka birşey hissetmeye mecbur değildir. Millet, şüphesiz tek bir irâdeye sahip bölünmez bir varlık, bir organik bütündür. Tek-tek parçaların toplanmasından oluşmakta olmasına rağmen bütün, parçadan farklı olduğu gibi tek-tek fertlerden oluşmakla beraber toplum dolayısıyla da millet, fertten farklıdır. Öte yandan, ne ilmî olgular ne de metafizik olgular, makro problem alanlarıdır; hem ilmî olgular hem metafizik olgular, “mikro” problem alanlarıdır ve mikro düzeyde ⎯yâni ferdî düzeyde⎯ çözümlenir. Siyasî erkin tayini ve kontrolü ise bir “makro” problem alanıdır ve makro bilinç, yâni kollektif bilinç, ya da diğer adıyla toplumsal bilinç düzeyinde çözümlenebilir.[13] Devlet’in ferdi tanımlama hakkı mevzuu bahis değildir, çünkü zaten problem makro bir problem alanıdır, ferdin başka aitlikleri inkarı mevzuu bahis değildir. Kısaca, esas olan toplumsal mutabakattır, toplumsal mutabakatın kaynağı millettir, fert değildir. Dolayısıyla, fert rağmına tanımlama itirazlarının mantık dayanağı yoktur.

Öte yandan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nda yer alan “Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla ‘Türk’ ıtlak olunur.” maddesi “Hâkimiyet bilâkayd-ü-şart milletindir” (m.3) ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup millet nâmınahakk-ı hâkimiyeti istimâl eder.” (m.4) diyen hükümleri birlikte okunulduğunda Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin, din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk kabûl edilmesinin ve iktidârınmeşrûiyet kaynağının millet olduğu anlaşılır.

Sonuç:
Türkiyelilik, çıplak fizik varlık olarak coğrafyayı vatanlaştıran özne olarak Türklüğü tedai ettirmektedir. Ayrıca Türklüğün, tarihi tecrübeyle sabit olarak Anadolu’nun İslamlaşmasına da tekabül ettiği görülmektedir. Ancak Türkiyelilik Anadolu coğrafyasının dışında kendisini Türk kabul eden beşerî unsuru ıskalamaya müheyya bir zemini temsil etmektedir. Türk kimliğinin, belirtilen etnik-Türk olmayanların da, kendi neseplerini inkarı zorlamayan, kendi varoluşunu mümkün kılan minvali ıskalamaksızın kalması, mülkün tapusunun izharı ve milletimiz birlik ve bütünlüğü için savunulması elzemdir.


*Nuri CİVELEK, İst. Ünv. Sosyal Bil. Enst. Y.LisansÖğr.

[1] Hocaoğlu, Durmuş.,“Millî Mutabakat” Çerçevesinde Sünnîlik ve Alevîlik., Bahar 98 [ 62. Sayı], Alevîlik, Köprü Dergisi
[2] Hocaoğlu Durmuş.,“Millî Mutabakat” Çerçevesinde Sünnîlik ve Alevîlik., Bahar 98 [ 62. Sayı], Alevîlik, Köprü Dergisi
[3] Hocaoğlu, Durmuş., Dil, İnsan ve Cemiyet: Cemiyet Hâricinde Ne İnsan Vardır Ne De Dil., Yeniçağ., “Analiz”., 08 Eylûl 2006
[4] Vurucu, İkbal., “Türklük”ten “Türkiyeli”liğe Bireyin Temsil İmkânı., 20 Ağustos 2011
[5] Kafesoğlu, İbrahim., Türk Millî Kültürü., syf.43., ISBN 975-437-236-5., 24.Basım, 2003
[6] Ortaylı İlber., Türkiye’nin Adı., Milliyet Pazar., 18 Mayıs 2008
[7]İnce Özdemir., Fransa’da ‘Frank’ diye bir ırk yokmuş, Hürriyet., 6 Kasım 2004
[8]Ortaylı İlber., “Millet Kimliği Üzerine”., Türkiye Günlüğü, s.50, Mart-Nisan-Mayıs 1998, s.8 akt. Demirel İdiris.,” Bir Varlık Minvali Olarak Türklük ve Demokratik Açılım”., Türk Yurdu., s.272., syf. 37
[9]Hanioğlu M. Şükrü., Türklük ve Türkiyelilik., Zaman., 06.04.2011
[10]Tunaya Tarık Zafer., Türkiye’de Siyasal Partiler Cilt 2 / Mütareke Dönemi.,syf 204.,1999
[11]Macit Nadim., Türk Milliyetçiliği Kültürel Akıl İçtihat ve Siyaset., syf.452., 2012
[12]Hocaoğlu Durmuş., “Demokrasi”, “Demonkrasi” ve “Daimenonkrasi”., Aksiyon., 29 Kasım 1997