Bu haftaki Perşembe Sohbetinde “Dersim Hadisesi ve Cumhuriyet’in Şark Meselesi” konusuyla Öğretmen-Yazar Dr. Aytekin Ersal bizlerle oldu. Sayın Arsal konuşmasında özetle şunları söyledi;
Modernleşme, siyasi, iktisadi, hukuki etkileriyle toplumları dönüştürerek etnik guruplara ulus olma hayalini takdim ederken, çelişkili bir biçimde, merkezi devlet otoritesine sunduğu imkânlarla etnik hassasiyetleri törpüleme fırsatını da verir. Türkiye örneğinde modern ulus-devletin kuruluş sürecine denk gelen milliyetçi Kürt örgütlenmelerinin bu açıdan bir tesadüf olmadığı düşünülmelidir. Yerel bağlarından koparak İstanbul’a gelen okumuşların etnik kimliklerini on binlerce yıl önce dünyaya medeniyet götürdüğüne inanılan topluluklarda araması da, eldeki imkânlarla ilgili olsa gerektir. Siyasi bir Kürt kimliği inşa gayretinde olan aydınların kabullenmek istemedikleri husus, ait olunan etnik grubun bin yıla yakın bir sürede büyük kitle ile eklemleşmesidir. Tekkeleri, şeyhleri, mahalleleri, pazarları, beşikleri, mezarları ortak bir cemiyetten farklı bir hayali cemaat bulma çabası, tüketici bir yorgunluktan başka bir şey bırakmamıştır. Bu yorgunlukta Türk modernleşmesinin öncü kadrosunun hukuki ve siyasi süreçlerde takılı kalmasının, iktisadi dönüşümlere odaklanmamasının da etkisi olmuştur. Nihayetinde bir takım yönetmeliklerle aşiret yapılarını itibarsızlaştıracağını düşünen elitler, tekke üzerinde kümelenen milliyetçi önderlerle karşı karşıya kalmışlardır.
Mustafa Kemal’in önderliğinde geçilen Mütareke ve Milli Mücadele sürecinin başarısı, tarihi mirasın çok iyi değerlendirilebilmiş olmasındandır. Dönem içerisinde yalnızca kültürel değerlerin ortaklığına vurgular yapılmamış, aynı zamanda stratejik bir ustalıkla, diplomatik dengeler gözetilirken, siyasal temsil mekanizmaları üzerinden milli bütünlük inşa edilmiştir.
Cumhuriyetin ilanı ve ulus-devlet kimliğinin çatısını kuran 1924 Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu ardından bağımsız bir Kürdistan kurma hevesindeki ayrılıkçı unsurlar, Azadi yapılanmasıyla bölgede taban bulma çalışmasına hız vermişlerdir. Yeni dönemin tekke etrafında nüfuz kazanan dokuları tasfiye edeceği endişesi, Şeyh Sait’i, zaten akrabalık bağları bulunan örgüt yöneticileriyle daha sıkı bir ilişkinin içerisine itmiştir.
Ulus-devletin bölgeye hukuki, askeri, iktisadi, siyasi mekanizmalarıyla girecek olması, 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren toplumsal zemini güçlenen tekkenin varlığı için bir tehdit olarak görülmüştür. Şeyh Sait, bir mürşid olarak yalnızca insanların nefis terbiyesiyle ilgilenmiyordu. Medeni hukuk sahasına giren evlenme, boşanma, miras paylaşımını da tekkede yapıyordu. Keza ceza hukukunun ilgi alanı olan kan davaları, Şeyh Efendi devreye girmeden çözülemiyordu. Şeyh’in Hınıs’tan Halep’e uzanan bir hatta ticari zenginliği ve sosyal itibarı vardı. Yoksula yardım, onun kanalıyla yapılıyordu. Cumhuriyet ulus-devlet kimliği ile ortaya çıkınca, özellikle hukuk, eğitim ve güvenliğe ilişkin alanlarda Şeyh’in halkası daralacaktı. Üstelik Halifelik de kaldırılmıştı. Bunlar, psikolojik olarak isyana yönelecek kitleyi motive eden hususlardır. Azadi’ye ve Şeyh Sait’e cesaret veren durum ise devletin şiddet aygıtlarının bölgede yeterli düzeyde temsil edilmiyor olmasıdır. Sayıları zaten az olan askeri unsurun büyük bir bölümü, etnik köken itibariyle Kürt ya da Zaza idi.
Örgüt, ilk teşebbüsünü Eylül 1924’te Beytüşşebap’ta yaptığında, isyana davet ettiği askerleri dağa çıkartamamıştır. Okumak için geldikleri İstanbul’da ve Avrupa’nın farklı şehirlerinde hayali kurulan cemaat, ortalıklarda görülmemiştir. Şeyh Sait bu noktadan sonra devreye girmiştir. Dini motiflerle bezeli çağrısına bölgenin Kürtlerinden ziyade Arap, Türkmen ve en çok da Zazaları kulak vermiştir. İsyan, kolluk gücünün takviyesi yapıldıktan sonra bastırılabilmiştir.
Yirmi bine yakın insanın öldüğü hadise, Türk modernleşme tarihinin bölgeden aldığı en önemli tepki olmuştur. Tedibin yeterli olmayacağı, isyanın artçılarının görüleceği, bölgenin Makedonyalaşacağı endişesi, başta Mustafa Kemal olmak üzere kurucu kadronun büyük bir kısmını tedirgin etmiştir. İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması, çekirdeklenmeye başlayan muhalif partinin defterinin dürülmesi, tekke ve zaviyelerin mühürlenmesi ve Şark vilayetlerinde bulunan kimi aşiretlerin batıya nakillerinin uygulanmaya başlanması, Makedonyalaşmamak için olmuştur.
Bölgede yüzyıllardır yaşayan aşiret kimliğinin zedeleneceğini düşünen, mekân değiştirmekten ürken kimi yapılar, Ağrı dağına çıkarak isyan ateşini başlatmışlardır. 1926’dan 1930’a kadar süren asayişsizlikler, hükümetin ferasetli tavrıyla nihayet bulmuştur.
Dört yıllık süreç, Türkiye’yi Hoybun’la tanıştırmıştır. İslam öncesi dönemlere övgüler düzen, Ermeni kardeşliğine vurgu yapan ve Avrupa’da meşruiyet arayışına yönelen bu örgüt, Cumhuriyet’in 80’li yıllarda karşılaşacağı yapıların da atası unvanını hak eder. Bölgenin tarihi, manevi, kültürel dokusu, hâkim millet kodunu oluşturan Türklerle birlikteliği pekiştirdiği için, ayrılıkçı siyaset yeni bir tarih inşasına girişmiştir. Bu tüketici mücadelesini nerede nihayetlendireceğini kestirmek de mümkün görülmemektedir.
Hoybun için Dersim, tasavvur edilen Kürdistan’ın bir parçası olarak, üzerinde çalışılabilecek bir coğrafya manzarası çiziyordu. Alişer ve Baytar Nuri gibi etkili elemanlar da bölgedeydi. Yıllardır devletle problemi olan silahlı aşiret dokularının varlığı söz konusuydu. Örgüt açısından en önemli sorun, aşiretlerin bir lider etrafında toparlanamamasıydı. Seyit Rıza motifinin işlenmesi, elemanların onun etrafında bir arı gibi çalışması bundandı.
Burada da sosyoloji örgütsel hayallere galip gelmiş, yüzün üzerinde aşiretin olduğu söylenilen Dersim’de altı aşiretin dışında Seyit Rıza’nın rehberliğinde isyana yönelen olmamıştır (1937). Devlet, muktedir gücünü isyancılar üzerine yoğunlaştırmıştır. Makul kararlılığı gören gruplar da Seyit Rıza’ya verdikleri sözden dönmüşlerdir. Dersim’in silahtan arındırılması ve asi aşiretlerin bölgeden uzaklaştırılması çalışmalarına 1938 yılında da devam edilmiştir. Eşkıyalığa soyunan gruplar gene kararlı bir şekilde tedip ve tenkil edilmiş ve Cumhuriyet, modernleşmesinin verdiği imkânlar nispetinde Dersim’i Tunceli’ye dönüştürmeye gayret etmiştir.
Şeyh Sait’ten Dersim’e yaşananlar, “Kürt Meselesi” başlığı altına alınabilecek içerikte görülmemektedir. Cumhuriyet bir ulus-devlet olarak ortaya çıktığında, özerk bir Kürt bölgesini ortadan kaldırmamıştır. 1924 Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu, tarihte teşekkül etmiş bir Kürt prensliği, Kürt krallığı, Kürt federe bölgesini yok etmek iddiasıyla değil; uluslararası konjonktürün de el verdiği imkânlar ölçüsünde, mütevazı bir ulus-devlet olarak ayakta durabilmek için getirilmiştir. Kurucu kadronun önünde egemenlik yarışına girecek, kültürel ayrışmalara yönelmiş bir etniklik yoktur.
Mülkiyeli ve Harbiyelilerin modernleşme anlayışına ters gelen, etnik farklılıklardan ziyade geleneksel dokulardı. En “Türkçü” metinler bile dikkatle incelendiğinde, medeniyet değiştirme özleminin ifade edildiği net bir şekilde görülmektedir. Şark’ta modernleşme açığını daha derinden hisseden Mülkiyeli ve Harbiyelilerin tedip ve tenkile yönelirken “mesele Kürtlük-Alevilik-Türklük değil” demeleri bundandır. Şark’ın yolları, okulları yapılacak; bölge iktisadi bir pazar olarak Güney Marmara ve batı illeriyle bütünleşecek; silah devletin kolluk gücünden başka kimsede olmayacak; Cumhuriyet’in kanun ve nizamı bölgede hâkim olacaktır. Özlemi duyulan modern Türkiye bundan ibarettir.
Tunceli’den Bursa’ya, İstanbul’a kargo trenleri emtia taşımadığına göre, memleketin Şark Meselesi devam ediyor olsa gerektir.