“Derin ve zengin bir medeniyet mirasının çocuklarıyız. Hayatın her safhası, günün her saati, bu medeniyetin geliştirdiği felsefî taban üzerinde şekillenmiştir. Asırların içinden süzülerek gelen şiirden musikîye, mîmarîden kitap sanatlarına, ibadetten mutfak kültürüne kadar aklınıza ne gelirse gelsin, yaşantımızın her anı bu köklü zeminde ifadesini bulmuştur.
Osmanlı Cihan Devletinin yıkılmasına yakın çeşitli sebeplerle başlayan ana kökten kopma olarak özetlenebilecek yönelişler gerçek anlamda sürdürülebilir bir diriliş ve şahlanış sağlayamadığı gibi, gelinen yerle yürünen hedef arasında A’raf sayılabilecek bir ara yerde sıkışıp kalmış idealsiz ve kimliksiz kitleler oluşturmuştur. Toplumların kültürel değerler yerine, ekonomik hedeflere kilitlenmiş olması, bu bocalama sürecini daha da zora sokmuş görünmektedir.
Ellerinde sağlam ölçütler bulunmayanların, ne güzel, ne kadar güzel, niçin güzel; bunları olması gereken biçimde algılaması, günlük hayatı inşa ederken yaşanan problemlere sağlıklı çözümler üretmesi, daha yaşanabilir bir dünya için ciddî katkılar üretmesi gerçekten de zordur.
Mübarek ramazan ayındayız. Bir ve beraber olmanın, iç zenginliğini geliştirmenin ve arınmanın, fikirde, bakışta, şefkatte, paylaşmada ve yaklaşım tarzında güzelleşmenin mevsimidir ramazan. Ezan sesi, oruc atmosferi, iftar neş’esi, ev ve cami mukabeleleri, sahur geceleri, teravihler, dini sohbetler adeta bir okul ortamı gibi sarar insanı yediden yetmişe.. Günlük tempodan kendini bir parça sıyırıp, Yaratan’ınla arandaki münasebeti gözden geçirme fırsatını bu mevsimde yakalarsın. Bu anlamda bulunmaz bir fırsatlar zeminidir ramazan. Şimdi bizler de ibadet ve estetik konusu etrafında bu vesile ile bir aradayız, değil mi?
Bizden önceki asırlarda yaşayanlar uzun bir zaman sürecinde ibadete yaklaşım tarzı açısından çok zengin bir kültür oluşturdular. Toplu ibadetin vazgeçilmez mekânları olan camilerimiz onların estetik anlayışlarını yansıtan birer meşherdir âdeta. Türk- İslam sanatlarının hemen her dalının tezahür alanıdır camilerimiz. Selçukludan klasik Osmanlıya geliş sürecinde mimarîden musikîye, çiniden ahşaba, taş işçiliğinden halı ve kilime, maden sanatından şiir ve edebiyata -hepsi birbirini besleyen ve tamamlayan- bu alanlarda gelinen zirve noktanın şimdi maalesef çok gerilerindeyiz.
Biçimde, seste, harekette güzel ve estetik olanın algılanabilmesi bu alanlara yönelecek pencerelerin inşa edilmiş olmasına ve gereği gibi açık tutulabilmesine bağlıdır. Beden gibi ruh da beslenmeye muhtaçtır. Bakmak ile görmek aynı şeyler değildir. Ruhu besleyen yüksek hazlar ve güzelliklerdir. Çok güzel bir ezan sesi, bir yanık türkü, güzel bir şarkı, tatlı bir bülbül sesi o sesin geldiği yöne kulak kabartmaya yetmiyorsa, güneşin ufukta batarken oluşturduğu gök mavisinden kızıla sayısız renkler, ya da dünya coğrafyasının vazgeçilmez süsü olan milyarlarca ağacın yapraklarındaki yeşilin tonları, ya da narin ve uzun bir gövdenin tepesine yerleştirilmiş kırmızı gelincik yaprakları kişinin gözüne bir şeyler söylemiyorsa, o kişi için hayatın bir anlamı var mıdır? “Ahsen-i takvîm” çizgisinde yaratılan ve “Eşref-i mahlûkat” olarak nitelenen insanoğlu için hayat sadece yemek, içmek ve hayvanî arzuları tatminden ibaret olamaz. Para, kadın ve mevki hayatın tek ve yüksek hedefi olmamalıdır. Bunları aşmadan estetik âlemi algılayamayız. Dolaysiyle her alanda olduğu gibi ibadet anlayışı ve estetik açısından da konuya hangi zaviyeden baktığımız önem kazanmaktadır.
Sadece cenneti kazanmak için ibadet etmekle, kulluk anlayışını “İsteyene ver Sen anı / Bana Seni gerek seni” diyen Yunus gibi salt rıza-yı İlahîyi kazanma hedefine bağlayan yaklaşım arasında elbette estetik anlamda azîm farklar vardır. Bu neye benzer? -Teşbih câizse- Allah’ın huzurunda bir tüccar mantığı ile mi, bir âşık edâsıyle mi yakarmak güzeldir? Sürekli dert yanan şikâyetçi terennüm mü, şükreden ağız mı güzeldir? Sadece ve daima istemek mi (kavlî dua), yoksa istemenin yanında o istikamette bir şeyler yapmaya çalışmak mıdır (kavlî+fiilî dua) güzel olan?. Kentin duaya uzanan elleri gibi yaşadığımız şehrin ufuklarına dikerken minareleri, eslâfın ulaştığı estetik zirveyi zorlamak mıdır güzel olan, yoksa ana yapıyla orantısal hiçbir dengesi olmayan, içi dışından kötü gecekondu mantıklı ucuzcu ve aceleci yapılarla kendimizi tatmin etmek midir? Ezan’ı bu konudaki rüyasını Hz. Rasul-i Ekrem’e (s.a.v.) getirene mi, yoksa –o Güzellikler Sultanının yaptığı gibi- Bilal’e -ve Bilal gibilere- okutmak mı güzeldir?
Şimdi biz ne yazık ki, hat sanatının 14 asırda geldiği estetik düzeyi göz ardı eden bilgisayar vb. yollarla hazırlanmış cicili-bicili Mushaflar ile o uzun ve derin birikimi temsil eden hattatların emek ve göz nuru ile yazılıp basılmış Mushaflar arasındaki farkı anlamaktan bile âciziz. O Yüce Peygamber, oğlu İbrahim’in defninde açılan mezar çukurunda -kapanınca bir daha kimsenin göremeyeceği- basit bir eğriliğe dahi razı olmamışken, bizim Kur’an yayıcılığında, ibadethane inşa ve tezyininde, ya da kişisel ibadet hayatımızın tanziminde neredeyse alışmaya başladığımız sığ ve rutin çizgi ne ile izah edilebilir?
Son 50 yılda bizde ve dünya ülkelerinde inşa edilen camilere baktığımızda, söz konusu donanımsızlığın mîmarî plandan iç tezyinata, tarihî mirası koruma ve restorasyondan çini veya ahşabın kullanılış şekline, halıda renk ve desen seçiminden âvizelerin tasarımına, caminin ses düzeninden imam efendinin sarık ve cübbesine varıncaya dek her alanda kahredici bir sığlığın popülerlik kazanmış olduğu, bu durumun geniş ve bilinçsiz kitlelerin âdeta seçimi haline geldiği görülür. Sadece dinî mimaride değil, sivil mimarîden şehircilik anlayışına, şiir ve müzik zevkından yeme-içme âdabına kadar her alan bu görüntüden nasibini almıştır.
Halbuki dişi ağrıyan dişçiye, midesi ağrıyan da dahiliyeciye başvurma konusunda tereddüt göstermemektedir. Sağlığımız için gösterdiğimiz hassasiyet, manevî dünyamız söz konusu olduğunda nereye gidiyor? Misafir olduğu odada Mushaf-ı Şerif var diye sabaha kadar huşu içinde ayakta duran Osman Gazi’lerin, dünya incisi İstanbul’un sırtlarına muhteşem Süleymaniye’leri konduran Sinan’ların, söz ve ses dünyamızın sultanları Süleyman Çelebilerin, Fuzulî’lerin, Bâkî’lerin, Nâbî’lerin ve Itrî’lerin torunlarına yakışmıyor bu düzey..
Sorun elbette donanım yani eğitim sorunudur. Bu elim manzara, modern cehaletten beslenmektedir. Tarihten getirdiklerimizi sağlıklı anlamak, dünyanın nereye doğru gitmekte olduğunu iyi gözlemlemek, zorundayız.
Geçmişi ve günümüzü iyi okuyarak bu sığlığı kırmağa, genç nesiller yanında halk kitlelerinin eğitimindeki açıkları da bir yolunu bulup kapatmaya, geçmiş kazanımları geleceğe taşırken insanî değerleri her zeminde önceleyen uygun bir dil geliştirmeye mecburuz, bilginin yanına aşkı da alarak.
Eğitim alanında millî politikalar geliştirmek üzere yola çıkanlar, bu en ciddî soruna köklü çözümler geliştiremediği sürece güzel algısında Türkiye’nin, hatta İslam âleminin büyük kitleleri olarak bu vb sorunları uzun süre yaşayacağız demektir. Bu ise, sosyalizmin ve ardından kapitalizmin iflasıyla artık dünyanın önünde bekleyen insan ruhuyla barışık tek medeniyetin yeniden tasavvurunun gecikmesi anlamına geliyor. Bunun dünya insanlığına maliyetini düşünmek bile istemiyorum..”
Program sonunda Şube Başkanımız Prof. Dr. Nedim Ünal’ın teşekkür konuşması ve Ocak gençlerimizin Prof. SUBAŞI’ya çiçek takdimi ile Türk Ocağı’nın bu seneki Ramazan Konferansları sona ermiş oldu.