Ramazan denince; akla ilk gelen iki şeyden birincisi Kur’an, ikincisi hayır ve verme ayı olduğudur. Bu sebeple Ramazanın diğer bir adının da “ Kur’an ayı” olmasıdır. Kur’an ayında aslolan Kur’anı yeniden hayatımızın, düşüncemizin, sanatımızın merkezine yerleştirmektir. Bu yapılamadığı müddetçe; Dünyaya ve insanlığa hiçbir zaman beklenilen şeyler söylenemez. Bunun olabilmesi için Kur’andan beslenen İslam düşüncesinin, tefekkürünün ve hayat tasavvurunun bizzahiti hayatımızı kuşatması gerekir.
Son iki asır çok zorlu bir imtihan oldu bizim için. Hiçbir alanda yokuz, hiçbir yeni soluk üfleyemiyoruz insanlığa. Büyük düşünenler çıkaramıyoruz. İnsanlığa büyük düşünce, sa’nat ve ilim adamları armağan edemiyoruz artık. Gök kubbemiz çöktü, hakikat sarayımız yerle bir oldu; o yüzden kaygan zeminlerde patinaj yapmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Adeta “mukaddesi olmayan, davası olmayan bir fikir uğrunda fedakarlık yapmak zevkini tatmayan bedbaht” lar haline geldik. Topyekün İslâm dünyasının içinde bulunduğu hale baktığımız da bu ümmetin Cenab-ı hakk’ın olmasını öngördüğü, arzuladığı ümmet olup olmadığı şüphe götürür. Bir tarafta açlık, yokluk öbür tarafta sefalet, sefahat ve diktatörlük!… zulm.
Bu Kur’an ayında; Kur’anın ve ihtiva ettiği mesajların hayatımızı kuşatması, bizi irkiltmesi ve diriltmesi ümidi ile Ramazanınız bereketli ve feyzli olsun”dedi.
Takiben kürsüye konuşmasını yapmak üzere davet edilen Ankara İlahiyat Fakültesi Öğretim üyesi ve Mezhepler Tarihi kürsüsü başkanı Prof.Dr. Hasan ONAT özetle:
Modernitenin Bazı Açmazları: Modernite, Batı uygarlığının küresel ölçekte etkin olması ile ortaya çıkan, insanın algı biçimini, değerler sistemini, “insan ve evren” anlayışını değiştiren bir süreçler topluluğunu işaret etmektedir.
Modernite insanı, varlık bütünlüğünden kopartmış, tabiatı sömürülecek nesneye, insanı ekonomiye indirgemiş; Tanrı’yı hayatın dışına itmeye çalışarak, değerler sisteminin içini boşaltmıştır. Viçtor Frankl’ın ifadesiyle insanı “varoluşsal boşluk”a sürüklemiştir. İnsanoğlu, küresel ölçekte bir anlam krizinin içine yuvarlanmıştır.
Postmodernite ve Postmodern İnsan: Postmodernite,, bir yönüyle moderniteye, onun aşırılıklarına yönelik tepki, diğer yönüyle de modernitenin devamı gibidir. Postmodern insan, modernitenin dayatmalarına karşı çıkar, “ben sadece ben olduğum için değerliyim” diyerek, “ben merkezli” bir dünya inşa etmeye çalışır. Aynı zaman herhangi bir topluluğa ait olmayı da, post moderni durum olarak yorumlar. Kısaca, post modern insanın kafası, modern insanın “kesinlik” dayatmalarına karşın, daha bir karmakarışıktır. Buna dijital kuşatılmışlık da eklendiği zaman, postmodern insanın çelişkileri görmekte, hayal ile hakikati ayırt etmede gerçekten zorlandığını görebiliriz.
Postmodern Dünyada İslam: İnsan topraktan yaratılmış. Mevcut bilgimiz çerçevesinde insanın yaşayabileceği tek yer üzerinde yaşadığımız, ayağımızı bastığımız toprak. Varlığımızı toprak, su, hava ve güneşe borçluyuz. Yaşanabilecek başka bir dünya keşfedilmediği müddetçe, insanoğlu bu dünyaya zincirlenmiş gibi, burada yaşamaya mahkum. Ancak, bu gerçekleri anlayabilmek için, öncelikle insanın kendi varlığının farkında olması gerekmektedir. Topraktan kopan, dijital kuşatılmışlık içinde kendini unutan, zaman ve mekan konusunda algı sorunları yaşayan insanın, “kendisi” üzerinde odaklanması hiç de kolay değildir. İslam, insanı en güzel şekilde yaratılmış olan, akıl ve hür irade sahibi, yaratıcı yetilerle donatılmış bir varlık olarak görür. Post modern dünyanın, yersiz yurtsuz kalmış, kafası gereğinden fazla karışık insanına, İslam yeni bir yol haritası verebilir. Daha da ötesi, insanlığın yeni bir medeniyete ihtiyacı vardır: bu medeniyetin beşiği Türkiye, mimarları da bu millet olabilir. Bu millet özne olarak yaratılmıştır. Özne olmanın ilk koşulu, yüksek güven kültürünün yaratıldığı bir ortamda, aklın özgürce etkin olması ve insanların enerjilerini salih amele dönuştürebilmesidir.
Kur’an, aklını kullanmayanların pislik içinde kalacaklarını söyler (10/100). Yeryüzünde yaşayan bir buçuk milyar Müslüman, bugün Batı’nın tüketici köleleri gibidirler. Batı aklı Kilisenin ipoteğinden kurtararak yükselmeye başlamış, Müslümanlar ise, aklı mahkum ettikleri için batmaya başlamıştır. Çıkış yolu, öncelikle kendi varlığının farkında olmak ve aklı yeniden keşfetmekle mümkündür. İkinci yapılacak iş, başta iman algısı olmak üzere, Müslümanların atalete sevkeden bazı dini kavramları yeniden tamamlamak, Kur’an’ın öngördüğü dinamizmi Müslümanlara kazandırmaktır. Mevcut İslam algısında, salih amel, namaz, oruç gibi ibadetlere indirgenmiştir. Bir Müslüman için, temel İslami ibadetler, ona üst seviyede bir varoluşsal bilinç kazandırır ve enerjisini iyi işleri gerçekleştirmek için kullanmasını kolaylaştırır.
Kur’an’ı merkeze alarak düşündüğümüz zaman, Müslümanın önce bilmesi, sonra da inanması gerektiğini anlarız. Müslüman için bilgi imandan önce gelir. Müslüman bilmediği şeye inanmaz. Oysa günümüzdeki yaygın din algısı, imanı önceleyen bir algı biçimidir. Kur’an, “imanınız size ne kötü şey emrediyor” diyerek, bilgi temelli olmayan imanı eleştirir. İmanın iki boyutu vardır: Bilgi ve tasdik. Bilgi boyutu, her zaman gözeden geçirilebilir. Müslüman, doğru bilgi üzerine, hür iradesini, evrensele açık olarak devreye sokar ve Müslüman olur. Müslümanın imanı, dinamik bir imandır.
Müslümanların yeni bir medeniyet hamlesi yapabilmesi için, bilginin gücüne sahip olmaları gerekmektedir. Bunun için de, bir yandan geçmişi kutsallaştırmaktan vazgeçip, bize miras olarak gelen birikimi sağlam bir eleştiri süzgecinden geçirmeli, diğer taraftan da, bilimsel bilgi üretmeyi başarmak bir tür zorunluluktur. Hz. Muhammed, bilim talep etmek kadın erkek her Müslümana farzdır derken, medeniyetin omurgasını oluşturan bilimsel birikimin, sinerji oluşturularak gerçekleştirilebileceğine işaret etmenin yanında, Müslüman insanın bilgiye ve öğrenmeye açık olması gerektiğine de dikkat çekmiştir. Bilginin gücüne sahip olabilmenin olmazsa olmaz koşulu, yeniye, bilgiye, öğrenmeye açık olmaktır. Bu hem miras yoluyla gelen bilgiyi eleştiri süzgecinden geçirerek onu doğru anlamayı, hem de, insanlığın bütün birikimine talip olmayı gerektirir. Maziyi doğru anlayabilmek için ölülerin egemenlik kurtulmak, insanlığın birikimine talip olabilmek için de, değişimden korkmamak lazımdır.
Diğer taraftan, Müslümanların kendilerini adayabilecekleri birtakım “yüksek hedefleri” maalesef yoktur. İslam medeniyet dinidir. İnsanlığın yeni bir medeniyete ihtiyacı vardır. İslam Medeniyeti, maalesef ölmüştür. Ölüyü diriltmeye çalışmak yerine, yeni bir medeniyet hamlesini başlatmak daha kolaydır. Bu sebepten, Müslümanların yüksek hedefi yeni bir uygarlık olmalıdır” dedi. Büyük bir dikkat ve ilgiyle takip edilen konuşmanın sonunda konuşmacı sorulan çok sayıdaki soruyu cevaplandırdı. Son olarak Ocak Başkanımız konuşmacıya buket ve plaket armağan etti.