Prof. Dr. Kenan ERZURUMLU tarafından verilen konferansın açış konuşmasında şube başkanı Prof. Dr. K. Tuncer ÇAĞLAYAN, “Türk Milleti’nin İslam’a büyük hizmetleri olmuştur. Türkler arasında İslamın yayılmasında ise tasavvuf anlayışı büyük rol oynamıştır. Hoca Ahmet Yesevi’den Şah-ı Nakşibendi’ye, Mevlana’dan Yunus Emre’ye, Edebalı’dan Emir Sultan ve Hacı Bektaş-ı Veliye tasavvuf Türklerin İslam anlayışının merkezinde yer almıştır. Zamanla bozulan pek çok tarihi kurumumuz gibi tasavvuf kurumlarında da bozulma olsa da tasavvufun kültürümüzde derin bir yeri vardır. Hizmeti geçen tasavvuf erbabına rahmet diliyoruz” dedi.
Konferansı sunmak üzere kürsüye gelen Prof. Dr. Kenan ERZURUMLU Yunus Emre’den bir dörtlükle konuşmasına başladı:
Cennet, cennet dedikleri,
Üç beş gılman, üç beş huri.
Dileyene ver sen anı,
Bana seni gerek, seni.
Yunus Emre
Mistisizm, doğa üstü âlemle irtibat kurarak, sezgi metoduyla “üstün bilgi”yi araştıran; bu süreçte insan ruhunun Tanrı’yla buluşacağına-birleşeceğine inanan dünya görüşüdür. Kelime anlamı, gizli olmak, dilsiz olmak, konuşmamak, dudakları ve gözleri kapamaktır.
Son yüz elli yıldır, insanın beyin-ruh gücü ile çevresindeki kişileri etkilemeyi içeren psikokinesis, insanın duyma ve anlama yeteneklerinin olağanüstü bir keskinlik kazanmasını inceleyen telestezi ve canlı ve cansız nesnelerin ve olayların beş duyunun yardımı olmaksızın algılanabilmesini içeren durugörü de mistisizm kapsamında kabul edilmiştir.
Bununla beraber genel kabul olarak mistisizm manevi inanç ve üstün bilgiyi hedeflemiştir. Felsefe ve ilim, “düşünmeyi, araştırmayı, analizi” kullanırken, mistisizm sezgiyi ve “ifade edilemezliği” esas almıştır.
Mistisizm tarihi, 15.000 yıllık geçmişi olan Naacal tabletleri ve onların esası olan Mu dinine kadar uzanmaktadır. Göktanrı dini, Çin’de Konfüçyüsçülük ve Taoculuk, Hint’te Brahmacılık ve Budizm, Mısır’da Osiris inancı, Hermesçilik, Yunan’da Orfeusçuluk, Pitagorasçılık, Eflatunculuk, Yeni Eflatunculuk mistisizmden izler taşıyan ve şekillenmesinde rol oynayan inanç ve düşünce akımlarıdır.
Naacal tabletlerinden anlaşıldığına göre, Mu dininde, “Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir. Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölümlüdür; çürürken ruh ölümsüzdür. Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir.” Bu inançlar tek tanrılı inançların temel özellikleriyle tümüyle uyuşmaktadır.
Eski Yunan felsefesinde çok büyük rol oynayan Eflatun’daki Tanrı anlayışı da dikkat çekicidir: “Senin görüşün bir kaç fersah uzağa giderken Tanrı’nın görüşü her şeyi bir anda kapsamasın, bu olur mu? Senin ruhun bir anda hem burada, hem Mısır’da, hem Sicilya’da olan şeylerle meşgul olduğu halde, Tanrı’nın bilgisinin her şeyi bir anda kaplamamasına imkân var mıdır?”
Naacal tabletleriyle tespit edilen ezotorik öğretiler, birt yandan Hind ve İran felsefesini etkilerken; eş zamanlı olarak Orta Asya (proto Türk) kültür ve inançlarını da etkilemiştir.
Yeni Eflatuncu okulun kurucusu ve İslam tasavvufunu geniş ölçüde etkilemiş olan Plotinus’taki Tanrı anlayışı da benzerdir: “Tanrı, her şeyi yaratandır. Yaratılmışların özelliklerinden bir özellik ile vasıflandırılamaz. Kendisine layık olan tüm yüce sıfatlara sahiptir. O, tektir; benzersizdir. Bu sebeple, hiçbir sıfat Bir’i tarife yetmez. Tanrı’dan ilk oluşan, ‘akıl’dır. Bu aklın üretim kuvveti vardır, ancak kendisinden sadır olduğu Allah gibi değildir. Akıldan bütün ruhların birliği olan ‘ruh’ sadır olmuştur. Allah-akıl-ruh şeklindeki bu üçlüden diğer şeyler oluşmuştur. ”
Hıristiyanlıkta mistisizm, İskenderiyeli Clement (MS 150-215) ile başlamıştır. Origen’in (MS 185-254) Kitab-ı Mukaddes’in Batınî anlamı üzerinde çalışmakları ile şekillenmiştir. İzleyen asırlarda “Çöl mistikleri-asketizm dönemi” yaşanmış; MS 5.-6. yy Pseudo Denys’e (Pseudo-Dionysius the Areopagite) tarafından ilahî aşk (agapē) kavramı eklenmiştir.
Musevi mistisizminin (Kabala) temelini, Hz. Musa’nın tüm Yahudilere açıkladığı kuralların dışında, sadece seçilmiş yetmiş kişiye anlattığı gizli bilgiler oluşturmuştur. Dört dönem geçirmiştir. Son dönem Yahudi mistisizmi, kavana (sadece tanrıyı düşünme), devekut (tanrıya bağlanma) ve hitbededuttan (inziva) oluşmaktadır.
İslam mistisizmi: tasavvuf
İslam mistisizmi, kendisinden önce gelen inanç ve felsefelerden önemli ölçüde etkilenmiştir. Bu etkilenme, inanç sahasında olduğu gibi metodlar kısmında da omuştur. İnanç sahasındaki etkileşme ve ortak paydalar Kur’an-ı Kerim’de de açıkça belirtilmiştir.
Ayet ve hadislerde her kavme kendi içlerinden elçiler gönderildiği açıkça vurgulandığı gibi; azgınlık gösterenler, yıldırımlar, depremler, su baskınları, volkan patlamalaruı gibi doğal afetlerle yok edildikleri açıkça anlatılmıştır. Acıdır ki, İslam alimleri, Ad, Semud, Lut ve Hz. Salih kavimlerinin yaşadıkları yerleri tam olarak açıklamaktan uzaktır. Yaratılış, cennet-cehennem, tufan, sırat köprüsü, Hz Adem-Hz Havva, Habil-Kabil olayı, babasız doğan bebek (Hz İsa) gibi Kur’anın anlattığı sayısız inanç eski dinler ve kültürlerde ortaktır. Bu noktada, İslamiyet öncesi Orta Doğu’da bulunan inançlardan bazılarında namaz (Hanif dini, Sabiilik, Mecusilik), oruç ve zühd (hemen hemen tüm dinler) anlayışının bulunması dikkat çekicidir.
Bu ortak paydalar, özellikle tek tanrılı dinlerin semavi olduklarını düşündürürken; tanrıya yönelen insan oğlunun, -inancının adı ne olursa olsun- aynı yollardan geçmesini anlaşılır kılmaktadır.
İslam mistisizmi, asr-ı saadette sufi hareketi ile başlamıştır. İlk sufilerin temel özellikleri, Zühd (dünya malına değer vermeme) ve takvadır (Allah korkusuyla günahtan ve kötülüklerden sakınma). Sahabeden olan ilk sufiler, “dünyaya sırt çevirme noktasında” o kadar ileri gitmişlerdir ki, bazıları geceleri devamlı olarak namaz kılmaya, gündüzleri oruç tutmaya, kimileri güneşin altında ayakta durarak hiç konuşmadan oruç tutmaya, bazıları hiç evlenmemeye kalkışmışlardır. Hatta, Osman bin Maz ise eşiyle ilişkiyi kesip lezzetli yemek yemeyi kendisine haram kabul etmiştir. Tüm bu hareketler Peygamber Efendimiz tarafından aşırı bulunarak yasaklanmıştır.
Öte yandan, ilk büyük mutasavvıf kabul edilen Hasan Basrî (641-728), de dahil olmak üzere ilk mutasavvıfların tamamı bilim ehlidirler. Allah aşkından ilk bahseden ise Haris Muhasibi (781-837) dir.
Tarikatların doğması ve gelişmesi ise MS 11. yy dan sonra olmuştur. Aynı dönemde siyasete bulaşan tarikatlar yozlaşmanın ve çatışmanın merkezini oluşturmuşlardır. MS 8. yy dan itibaren başlayan sünni-batıni ayrımının çatışma ve ayrışmayı körüklediğini de unutmamak gerekmektedir.
Günümüz İslam mistikleri üç temel grupta toplanırlar: Birinci grup zühd ve takva ehli, Allah dostları olarak andığımız gerçek sufilerden oluşmaktadır.
İkinci grup siyasi-ekonomik ve sosyal çıkar amaçlı olarak şekillenen, zühd ve takva ile alakası olmayan babadan kalma veya çakma mürşidler ve etrafındaki yardakçılarından oluşmaktadır. “Mezhep taassubu yüzünden, kabir ziyaretini şiddetle men eden Hanbelîler, Allah’ın, Ahmet bin Hanbel’in kabrini ziyaret ettiğini (!), onun kabrini ziyaret edenlerin suçlarının bağışlanacağını” ileri sürmüşlerdir. Keza, Abdulkadir Geylanî’nin, “pişmiş ve yenmekte olan tavuğu canlandırdığı; Bir yıl yemek yemeden yaşadığı;, ölen birini dirilttiği” kulaktan kulağa anlatılmıştır.
Üçüncü grup ise, ehl-i sünnet yolundan hareketle, sünni-batıni çizgide yerini şaşırmış, fal-sihir ve büyü ile uğraşan kişilerden oluşmaktadır. Prof. Dr. Abdulkadir İnan, bu grup için, “bütün bu üfürükçü mollalar ve ‘rednameciler’ İslâm perdesi altında yaşamakta devam eden mütereddi (soysuzlaşmış-bozulmuş), yalancı şamanlardır” ifadesini kullanmıştır.
Konferansın soru-cevap kısmından sonra Prof. Dr. Davut ALBAYRAK ve Av. Necati BULUTAY Türk Ocağı amblemli kupa ve tabağı vermek üzere davet edildi.