Nevzat Kösoğlu’nun hayatı millî şuur sahibi, mümin-i kâmil bir aydının yaşadığı “bir vatan kurtarma hikâyesi”dir. Bu hikâye yekpâre bir tablodan ziyade muhtelif fasılları bulunan, iç içe geçerek birbirini tamamlayan dönemlerden oluşur. Fasılların her birinde müşterek olan, değişmeyen ve vatan kurtarma hikâyesini anlamlı kılan temel unsur Nevzat’ın şahsiyetidir, ahlâkıdır, fikir ve düşünce dünyasıdır.
Bütün ömrünü imanı kavi, kıblesi düzgün, milliyetçi bir Türk aydını olarak yaşadı. Gençliğinden itibaren vakarlıydı, mütevazıydı, hasbiydi, cesurdu. “Unutmayın başucu kitabımız Kur’an’dır” derdi.
Türk milliyetçiliğinin bir mensubiyet şuuru, kültür meselesi olduğunu söylüyor ve “milliyetçilik milletten yana olmaktır” cümlesiyle en kısa, en özlü tarifi yapıyordu.
Ziya Gökalp’le başlayan, Erol Güngör ile devam eden ve milliyetçiliği sosyolojik perspektife yerleştiren, kültür meselesi olarak algılayan görüşlerin son dönemlerdeki en güçlü mütefekkiriydi.
“Türk Müslümanlığını yaşayabilirsek, kimliğimizle birlikte iki dünyamızı da kurtarabiliriz” diyor ve ekliyordu: “Türk olmak doğuştan olmaktan daha fazla bir şeydir; bir idraktir, bir heyecandır. Bir cehddir, bir eğitim sürecidir.”
Nevzat Kösoğlu vatan kurtarma hikâyesini farklı yerlerde görev ve sorumluluk yüklenerek farklı sıfat ve kimliklerle sürdürürken, asli çizgisinden, kıblesinden hiç sapmadı. Dünyevî bir hesabı olmadığından tavizsizdi, hayata karşı cesurdu. Bilginin hayatı inşa edebilmesi için mutlaka amele dönüşmesi gerektiğini, bunun iman ve sâlih amel meselesi olduğunu ısrarla vurgulardı. Türkülere sevdalıydı: “Türk olmak, bu hasreti duyarak, bu türküleri birlikte söyleyebilmektir. Bugün kültürümüzün en saf doğrularını türkülerde aramalı” derdi.
Milli duygularının uyanışı pek çokları gibi onda da lise yıllarında okuduğu tarihi romanlarla, özellikle “Bozkurtların Ölümü” ile başlamıştı. İstanbul Hukuk Fakültesi’nde talebeliğinin ilk yılında Atsız’ın “Türk Ülküsü” kitabını ceketinin dış cebinde taşıdığını anlatır. Maksadı kendisi gibi düşünen birileriyle tanışmaktır. Kısa süre sonra bunu başarır; ufak sayılabilecek bir grup oluşturur. 27 Mayıs darbesinin tetikleyicisi olan 28 Nisan olayları patlak verdiğinde, siyasetle ilgisi zayıftır, taraf tutmamaktadır. Ancak darbeyi destekleyen, bu hareketin toplumsal tabanını oluşturan CHP’lilerin, DP’lilere karşı saldırgan tavırları, kendileri gibi düşünmeyenleri “kuyruk”, “düşük” şeklinde sıfatlar kullanarak ezip sindirmeye çalışmaları, adalet ve hakkaniyet gibi insani vasıfları güçlü olan Nevzat Kösoğlu’nu çok etkiler; CHP muhalifi haline gelir.
1961 yılı başlarında yeni partilerin kurulmasına izin verildiği sırada arkadaş grubu olarak bunlardan hangisinin kendilerine uygun olacağını kestiremezler. AP, YTP ve CMKP arasında tereddüt geçirirler. En iyisinin içlerine girip doğrudan anlamaya çalışmak olduğunu, daha sonra tercihlerini bu tespitlere göre yapmalarının uygun olacağını düşünürler. Nevzat bunun üzerine CMKP’ye gidip kaydını yaptırır.
O sırada 13 Kasım’da yurt dışına çıkarılmış bulunan Alparslan Türkeş’in adı etrafında efsanevi bir imaj oluşmaktadır. Milliyetçi kesim Türkeş’i süratle lider olarak benimsemeye başlamıştır. Nevzat doğrudan tanımadığı, sadece adını duyduğu Türkeş’in yurda dönüşünü umutla bekleyenler arasındadır. Nitekim 1963 yılı Şubat ayında birkaç arkadaşıyla Edirne’ye giderek Türkeş’i karşılar, tanışırlar.
O yıllarda öğrenci dernekleri 27 Mayıs’a yol açan olayların dinamik kesimini oluşturduklarından çok etkiliydiler. Nevzat kendi görüşündeki arkadaşlarıyla bir grup oluşturarak TMTF’ye bağlı olan ve o zamana kadar CHP’lilerin elinde bulunan Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin seçimine katılır. Kendisi her zaman olduğu gibi, çalışmaların büyük yükünü üstlenmesine rağmen, yönetimde yer almaz; arka plânda kalmayı tercih eder. O’nun yürüttüğü kampanya sonucunda açık farkla seçimi kazanırlar.
Bu başarının verdiği moralle Milli Türk Talebe Birliği’nin 1962 yılının Aralık ayında İzmir’de yapılacak olan genel kuruluna yönelir. Ancak o sırada İstanbul ve Ankara dernekleri arasında irtibat olmadığından başarılı olunamaz. İki yıl sonra 1964 yılındaki kongreye kadar bu eksik telafi edilir; Nevzat Divan Başkanı olarak Genel Kurul’u yönetir ve Rasim Cinisli’nin MTTB Genel Başkanı olmasını sağlar.
Nevzat’ın önemli özelliklerinden birisi proje üretip, hayata geçirebilmesidir. 1963 yılında birkaç yakın arkadaşıyla vatan kurtarmanın en kestirme yolunun yayınevi kurup, kitap bastırmak olduğuna karar verirler. Aralarında topladıkları mütevazı bir sermaye ile Ötüken Yayınevi’nin temelini atarlar. Hepsi de 25 yaşın altındaki bu delikanlıların cesaretleri yüksek, hedefleri büyük, hayalleri güçlüydü. Bazı zamanlar imkânların tükendiği, çok zorlandıkları anlar olmuştur. Ama azimliydiler, direndiler ve bugün Ötüken’i milli kültürümüze büyük hizmetler veren, ülkemizin en önemli yayınevlerinden biri haline getirdiler. Bu başarıda Nevzat’ın rolü ve etkisinin yanı sıra yıllardır yayınevinin başında olan Nurhan Alpay’ın da büyük emeği vardır.
1964’de Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu ve ailesiyle birlikte Ankara’ya gelip yerleşti. Geliş nedenlerinden biri, belki de başlıcası MTTB kongreleri vesilesiyle tanıştığı Üniversiteliler Kültür Derneği çevresinde toplanmış olan grupla birlikte olma arzusuydu.
ÜKD (o yıllardaki adıyla Üniversiteliler Kültür Kulübü) 60’ların başında çoğu yaşıtı ve üniversite öğrencisi olan gençler tarafından kurulmuştu. Derneğin kendine mahsus özellikleri, ilkeleri, çalışma üslubu vardı. Bu çatının altında toplanan gençlerin kendileriyle ve ülkenin geleceğiyle ilgili hedefleri, niyetleri, tahayyülleri bulunuyor, bunların rüyasını görüyorlardı. Kemiyeti değil keyfiyeti önemsiyorlardı. Milletimize hizmet maksadıyla gönül köprülerini tahkim ederek, birbirini seven, güvenen, maddi ve nefsi mülahazalardan uzak “Hak dostları” haline gelmek istiyorlardı. Bunun ilk adımının nefis terbiyesi olduğunun farkındaydılar. Rehberleri olmadığından işleri kolay değildi; birbirlerine hem öğretmen hem öğrenci; hem mürit hem mürşit olmak zorundaydılar. Fikrî, ahlâkî ve ruhî yapıları, gelecekle ilgili düşünceleri örtüştüğünden Nevzat’ın bu grupla kaynaşması kolay oldu; dost oldular.
1965 yılında Muammer Topbaş “Babıali’de Sabah” isimli bir gazete çıkarmaya başladı. Gazeteyi Ömer Öztürkmen ve Hami Tezkan yönetiyorlardı. Bunların isteğiyle Nevzat gazetenin Ankara temsilcisi oldu. Bir taraftan da avukatlık stajını sürdürüyordu. Gazete bürosu kısa zamanda Ankara’da milliyetçi aydınların, politikacıların buluşma yeri haline geldi.
Bu arada Alparslan Türkeş CKMP’nin Genel Başkanı olmuştu; Dündar Taşer onunla beraberdi. Sık sık büroya uğrardı. Dündar Bey’in bilge kişiliği, tarihimize ve milli kültürümüze vukufiyeti camia tarafından yeni yeni keşfediliyor, saygı görüyordu. Nevzat ile aralarında kısa zamanda sıcak bir dostluk ilişkisi oluştu.
O yıllarda Türkiye’de fikri ve ideolojik alanlarda hareketli bir dönem yaşanıyordu. 27 Mayıs’tan önce siyasi kutuplaşma ve mücadele şeklinde cereyan eden olaylar kısa zamanda ideolojik alana kaymış, bu yönde kutuplaşmalar başlamıştı. Tamamına yakını tercüme olan Marks’ın, Lenin’in, Mao’nun kitapları yığın yığın basılıyor, çok ucuz fiyatlarla piyasaya sürülüyordu. Bu yayınların etkisiyle radikal sol akımlar aydınlar ve gençler arasında hızla yayılmaya başlamıştı. Bu arada Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı YÖN dergisi ile Aziz Nesin ve Çetin Altan’ın gazete yazıları da sol akımların gelişmesinde etkili oluyordu. Marksist görüşleri benimseyen Mehmet Ali Aybar’ın başkanı olduğu TİP, 65 seçimlerinde Meclis’e girip grup kurmuştu. Böylece parti sözcüleri Meclis kürsüsünden ideolojik mesajlar verme imkânını bulmuşlardı.
Nevzat Kösoğlu milliyetçi aydınların çoğu gibi, Türkeş’in başında olduğu CKMP’ye yakınlık duymakla beraber partiye katılmamıştı. Esasen ÜKD’de herkesin pozisyonu aynıydı. Lider kabul ettikleri Türkeş’in, hem bilgi ve kültür bakımından hem de manevî ve psikolojik yönlerden kendini iyi yetiştirmiş liyakatli bir kadroya ihtiyacı olduğunda hepsi hemfikirdi ve kendilerini buna hazırlamak istiyorlardı. Gerçi 1965’te Namık Kemal Zeybek, Mahir Kocaoğlu gibi bazı dernek mensupları Türkeş’in talebi üzerine partiye katılmışlar, gençlik kolunun sorumluluğunu üstlenmişlerdi. Ama dernekte kararlaştırılan esaslar çerçevesinde çalışmalara devam ediliyordu.
Nevzat 1968’de askere gitti. Askerlik dönüşünde grubun kararı doğrultusunda Şerafettin Yılmaz ve Metin Akın’la birlikte avukat bürosu kuruldu.
Türkiye’de farklı bir dönem başlamıştı. Dünyada sol hareketlerin etkili hale gelmesi, komünistlerin Küba ve Vietnam’daki başarıları, Fransa’da Almanya’da ortaya çıkan öğrenci olayları Türkiye’yi de etkilemişti.
Üniversitelerde, sendikalarda ve silahlı kuvvetler içerisinde giderek yayılan, yoğunlaşan radikal sol faaliyetleri yürütenlerin hedefi iktidarı ele geçirmek, “milli demokratik devrim” yahut “Sosyalist Türkiye” adı altında Marksist-Maoist bir rejim kurmaktı.
Bu maksatla kurulan sol-sosyalist gençlik örgütleri “devrimci savaş” yöntemiyle ilk olarak üniversiteleri ele geçirmek istiyorlardı. Hızla silahlanıyorlar, gruplar halinde Bekaa Vadisi’ne giderek gerilla eğitimi alıyorlardı. Silahlı Kuvvetler içerisinde de bu faaliyetler yaygınlaşıyor, Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” kitabı pek çok subay tarafından başucu kitabı yapılıp okunuyordu.
Büro avukatlıktan ziyade “vatan kurtarma” faaliyetlerinin yapıldığı bir merkez gibiydi. Nevzat’ın bu dönemde iki önemli girişimi oldu. 1968 yılından beri ÜKD’nin yayın organı halinde çıkarılmakta olan “Ocak” dergisinin sorumluluğunu üstlendi. Dergiyi üç aylık araştırma ve inceleme dergisi haline getirdi. Belirlenen konularda ciddi çalışmalar yapılarak hazırlanan makaleler yayınlanmaya başlayınca, Ocak ilgiyle okunur hale geldi.
Bir diğer önemli çalışma Kur’an meali üzerinde yapılıyordu. Nevzat’ın yönetiminde yapılan çalışmalar ve hazırlanan yazılar her bakımdan yararlı oluyordu.
O dönemde şimdide olduğu gibi, kitapların ülke genelinde dağıtımı ciddi bir sorundu. Milliyetçi yayınevleri bu konuda büyük sıkıntı çekiyorlardı. Nevzat’ın teklifi üzerine Ötüken başta olmak üzere, birkaç yayınevi bir araya geldi ve ANDA adlı bir dağıtım şirketi kuruldu. İyi bir organizasyon yapıldığından kısa zamanda başarılı sonuçlar alındı. 80’lerin başlarına kadar milliyetçi yayınların Türkiye sathında okuyucuya ulaşması temin edildi. Bu başarıda da Nevzat Kösoğlu’nun payı büyüktür.
O dönemde Türkeş Bey Pazar günleri düzenli olarak avukat bürosuna gelip ÜKD’nin ağabey takımı ile sohbet yapardı. Onların bir an önce partiye katılıp görev almalarını istiyordu. Bu talep doğrultusunda Acar Okan’dan başlayarak “ağabeyler” partiye katılmaya başladılar. Nevzat Genel Merkez’in talebi üzerine partililerle yahut gençlerle ilgili davaları takip ediyor, sık sık Ankara dışındaki duruşmalara da katılıyordu.
1973 yılında avukat bürosu Kızılay’a taşındı. Bu arada bazı gelişmeler olmuş, Metin Akın evlenip bürodan ayrılmıştı. Stajını tamamlamış olan Acar Okan Genel Sekreter Yardımcısı sıfatıyla partide görev aldı ve 73 seçim çalışmalarını yönetti. Nevzat da aynı dönemde Genel Sekreter Yardımcısı olmuştu.
Avukat bürosunda maddi sıkıntılar yaşanıyordu. Çünkü profesyonel ölçülerde avukatlık yapılmıyordu. Milliyetçilerin davaları meccani takip ediliyor, masrafları da üstleniliyordu. Büro avukat yazıhanesi olmaktan ziyade dernek lokali işlevini yapıyordu.
Bu şartlar çerçevesinde Nevzat’ın kendisine bir çıkış yolu bulması gerekiyordu. İstanbul’a giderek yeni bir düzen kurmaya karar verdi. İstanbul’da bu maksatla uğraşırken 1975 kurultayında parti yönetiminde önemli değişiklikler meydana geldi. ÜKD’nin ağabey takımının tamamı Genel İdare Kurulu Üyesi oldular. Nevzat’dan Ankara’ya gelip partide daha aktif olması istendi.
O dönemde MHP Genel Merkezi’nde bütün gün mesai yapacak insan sayısı çok azdı. Türkeş Bey çoğu defa parti binasında tek başına çalışıyordu. Bu yüzden Necati Gültekin 1975 yılında emekli olup Genel Sekreterliği üstlenince herkes rahatladı. Çünkü 30 kişilik Genel İdare Kurulu’nun tamamına yakınının maddi şartları elverişli olmadığından maişetlerini sağlamak için işlerinin başlarında olmaları gerekiyordu.
MHP’nin 1975 yılında kurulan ilk MC Hükümeti’nde yer alması, Toprak Tarım Reformu Müsteşarlığı, TSE gibi bazı kurumların MHP’li Bakanlara bağlanması teşkilatların özgüvenini artırdı, canlılık getirdi.
1977 yılında genel seçimlere gidilirken, AP ile seçim ittifakı yapılıp yapılmaması hususunda bir karar vermek gerekiyordu. Partiyi temsilen AP temsilcileriyle görüşen heyette Nevzat da vardı. AP 15 milletvekilinden fazlasını vermiyordu. Anlaşma sağlanamadı ve MHP’nin tek başına seçimlere girmesi kararlaştırıldı.
MHP’nin seçim işlerini Genel Sekreter Yardımcısı sıfatıyla Nevzat yönetiyordu. Adayların isimlerinin seçim kuruluna verildiği son gün beklenmedik bir kriz yaşandı. Sürenin bitmesine yarım saat kala Yüksek Seçim Kurulu Sekreteri Nevzat’ı arıyor ve bildirilen senato adayları listesinde eksiklik olduğunu, yasa gereği MHP’nin seçimlere katılamayacağını söylüyor.
Nevzat telaşla daktilonun başına geçiyor, süratle listedeki eksiği tamamlayan bir yazı hazırlıyor, Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak ile birlikte alelacele Yüksek Seçim Kurulu’na geliyorlar. Fakat 20 dakika kadar gecikmişlerdir. CHP temsilcisi üç milletvekili durumu öğrenmiş, müracaat odasında büyük bir mutluluk içerisinde Nevzat’ın çırpınışını izlemektedirler. Ancak yapılacak bir şey yoktur; saat belirtilerek zabıt tutuluyor, odadaki herkes imzalıyor.
Nevzat da Gün Bey de tam anlamıyla yıkılmışlardır. Başları önde Genel Başkan Türkeş’in odasına girip, kara haberi verirler. Nevzat’ın kendi anlatımıyla, Türkeş’in yüzünde bir anda kara bir gölge geçer gibi oluyor, fakat hemen kendisini topluyor. Elini masaya vurarak kendinden emin bir sesle “canımız sağ olsun” diyor, “seçimlere bağımsız olarak girer, gene kazanırız.”
Nevzat bu sahneyi Türkeş’in direncine, ümidini asla kaybetmeyişine örnek olarak sık sık zikretmiştir. Bunu yaparken yıllar önce Dündar Taşerden duyduklarını hatırlar: “Türkeş herkesin yıkıldığı anda bir şey yokmuş gibi kalkıp yürüyen bir adamdır.”
Nevzat Kösoğlu seçimlerde Erzurum’dan aday olmayı düşünüyordu. Teşkilat da kendisini istiyordu. İl başkanı Necati Bölükbaşı başta olmak üzere il ve ilçe teşkilatlarının yanı sıra, ülkücü kuruluşlar O’nun ismi üzerinde ittifak halindeydiler.
Fakat Alparslan Türkeş nedense ona sıcak bakmıyordu. Başka arayışlar içerisinde olduğu duyuluyordu. Erzurum Üniversitesi’nin eski rektörü Prof.Kemal Bıyıkoğlu’na, İlahiyat Fakültesi’nden Prof.Necati Öner’e teklif yapılmış, ikisinden de red cevabı alınmıştı. Çünkü 73 seçimlerinde MHP’nin Erzurum’da 6 bin civarında oyu vardı. Kazanabilmek için bunun en az üç misli artırılması gerekiyordu. Erzurum teşkilatı kendine güvense de dışarıdan durum pek parlak görünmüyordu. Bu arada eski bir Demokrat Parti milletvekili olan Fethullah Taşkesenlioğlu da müracaat ediyor, Türkeş ona teveccüh gösteriyordu.
Nevzat seçim işlerini yürüten Genel Sekreter Yardımcısı sıfatıyla günün her saatinde partide bulunmasına rağmen konuyu ne gidip Türkeş’e açıyor, ne de Türkeş bir şey söylüyordu. Bu tavır aslında onun siyasete bakış tarzını göstermesi bakımından anlamlıdır ve makam ve sıfat sahibi olmaya öncelik veren alışılmış siyasetçi profiline aykırıdır. Türkeş’in tavrının ise, ısrarla partiye çağırıp başkanlık divanında görevlendirdiği ÜKD kökenli grubun bir yıl önce evlilik meselesiyle ilgili olarak yaşanan gerginlik sırasındaki tutumundan kaynaklandığı düşünülebilir. Gerçi Nevzat o konuda arkadaşlarından farklı düşünüp O’nun yanında yer almış olsa bile fark etmiyordu.
Nihayet son gün biraz da Gün Bey’in emrivakisiyle müracaatını yaptı. Adayların belirlendiği Genel İdare Kurulu toplantısında Nevzat’ın adaylığı ittifakla kabul edildi.
Erzurum’da büyük itibarı vardı. Sık sık ziyaret etmemesine rağmen O’nu biliyor ve seviyorlardı. Bundan Nevzat’ın Ocak dergisindeki yazılarının ve ÜKD’nin faaliyetlerinin bilinmesinin de etkisi olmuştu.
O günkü ortamda Erzurum’da ondan başka bir aday gösterilmiş olsaydı, teşkilatların aynı şevkle, heyecanla ve arzuyla çalışmaları mümkün olamazdı. Çünkü adı burada Köroğlu efsanesi gibi kendisinden bile daha ilerideydi.
Sonuçta 77 seçimlerinde en büyük başarının sağlandığı yerlerden biri Erzurum oldu; adeta bir oy patlaması yaşandı. Baraj fazlasıyla geçildi ve Nevzat Kösoğlu Erzurum Milletvekili olarak Meclis’e geldi.
MHP bu seçimlerde oyunu %3,5 dan % 6,4’e yükselterek, 16 milletvekiliyle grup kurdu ve Demirel’in başkanlığında kurulan hükümette 5 bakanla yer aldı.
Hükümet programının Meclis’teki müzakeresi sırasında Nevzat parti sözcüsü olarak ilk defa kürsüye çıktı. Enfes bir konuşma yaptı. CHP milletvekillerinin çoğu dinleme gereği duymadan dışarıya çıkmışlardı. Çünkü Nevzat’ın ifadesiyle MHP’lileri “sokak satıcısı” sanıyor, hafife alıyorlardı. Fakat konuşmaya başlayıp söyledikleri kuliste duyuldukça tavırları değişti. İçeriye girip ilgiyle dinlemeye başladılar.
Nevzat’ın bu konuşması ülkede anarşinin zirveye çıkmak üzere olduğu dönemde yapılıyordu. Bu konuşma MHP’nin Türkiye’nin meseleleri, anarşinin sebepleri ve çözüm yolları hakkındaki görüşlerini, bakış açısını anlatan tarihi bir beyannamedir.
MHP’nin milliyetçilik anlayışının Anayasanın temel dibacesinde belirtilen temel esaslar çerçevesinde olduğunu, ayırıcı değil birleştirici olduklarını, ayrışmaları reddettiklerini belirtiyor ve “varlığı kendi öz kültürümüzle kavramak düşüncesindeyiz” diyordu. Devamla “insanımızın ruhî ve ahlâkî kıymetlerinin yağmalanması, kirletilmesi, onun şahsiyetinin yozlaştırılması konusunda devletimiz suskun yahut çok beceriksizdir” dedikten sonra o günlerde en fazla tartışılan konuların başında gelen “emperyalizm” meselesinde önemli bir tespit yaparak CHP’yi ikaz ediyordu:
“İktisadi emperyalizmi reddederken hemen bütün siyasi partileri hiç değilse lafzen ittifak halinde görüyoruz. Söz gelişi 1838 Ticaret Antlaşmasının Türk sanayi ve iktisatını mahveden emperyalist bir düzenleme olduğunu söylerken hep beraberiz…. Ama kültür emperyalizmi konusundaki hassasiyetimize bir kısım partiler katılmamaktadırlar. Bu iki emperyalizmin iç içe geçtiğini ve birbirini tamamladıklarını kabul etmemektedirler….. Emperyalist kültürler karşısında kendi varlığımızı, kendi öz kültürümüzün şahsiyetini koruma kavgasını verdiğimiz zaman da bizi çağdışı ilan etmektedirler…. Batı emperyalizminin kültürel zincirlerine vurulmuş olan zihinler bugün Çin emperyalizmi cenahına meyil etmektedirler. Marksizm bazı emperyalist milletlerin baskı aracı haline gelmişken, nice aydın geçinenlerimiz bu sade gerçeği görmemektedirler. Çünkü zihinleri istiklale kavuşmamıştır. Bir esaretten bir başkasına yuvarlanmanın rahatlığı, tembelliği içerisindedirler.
….. İşte bizim ülkümüzü benimseyenler emperyalizmlere karşı ayağa kalkan, Türk devleti, Türk milleti ve onun mukaddesleri için mücadele veren insanlardır.
…..Biz CHP’nin legal ve illegal bazı Marksist kuruluşlarca abluka altına alınmaya çalışıldığını biliyoruz.
…. CHP ülkemizde on yıldan beri devam ede gelen silahlı komünist hareketler karşısında takındığı tavrı yeniden gözden geçirmelidir. Bugüne kadar olduğu gibi bu gerçek inkârda devam edilirse uzun olmayan bir süreçte CHP’nin artık kurtarılamayacak bir noktaya sürükleneceğini endişe ile ifade etmek isterim.”
O yıllarda CHP’nin benimsediği görüşlerin, izlediği politikaların mimarı ve sözcüsü olan Bülent Ecevit, Nevzat’ın tenkit ve tespitlerini ne yazık ki anlayacak durumda değildi. Ancak kısa bir süre geçtikten sonra gerçeklerle yüzleşecek, Nevzat’ın işaret ettiği “kuşatılmışlık” durumundan kurtulmasının kabil olmadığını görecek, partisinden kopacak, Marksizm’i dışlayan bir sol anlayışla yeni bir siyasi parti kuracaktır.
MHP’nin Meclis’teki sözcüsü çok defa Nevzat Kösoğlu’ydu. Yaptığı her konuşmada ciddiyet, kültürel ve fikrî zenginlik, berraklık ve muhteva vardır. “1980 öncesinin sıkıntılı günlerinde, karşımıza çıkan meseleleri ciddiye alır, gerekli ağırlığı vererek işlemeye çalışırdım.” Ancak “vatan sathındaki gerginlikler” Meclis’e de yansıdığından, söylediklerinin anlaşılacağı bir ortam yoktu. Bundan dolayı sıkılır, konuşmak istemezdi. “Bu yüzden zaman zaman Meclis kürsüsüne çıkmayı canım istemezdi. Bu ortamda kime neyi anlatacaktım ve ne sonuç alacaktım? O zaman arkadaşlarım, belki biraz da mizah katarak tarihe konuş, fikirlerimizi zabıtlara yazdırmak için konuş derlerdi ve konuşurdum. Bu sebeple bütçe konuşmalarımın aktüaliteyle ilgisi zayıf olurdu. Ülkücü-milliyetçi düşüncenin, dünya görüşünü, kültür ve devlet anlayışını anlatmaya çalışırdım.”
Genel Başkan Alparslan Türkeş Meclis çalışmalarını “pek önemsemezdi”. Görüşmelere katılıp, konuşmazdı. O’nun önceliği parti teşkilatları, yan kuruluşların çalışmaları ve bunlara ilişkin sorunlardı. Bu yüzden Nevzat konuşmalarını hazırlarken kimseyle istişare etmek gereğini duymazdı.
Türkeş Meclis’te kimlerin ne konuştuğunu, nasıl konuştuğunu da öğrenmek ihtiyacını duymazdı. Belki buna ayıracak zamanı da yoktu. Bunun sonucu olarak Nevzat’ın Mamak Mahkemesi’nde sorgu safhasında yaptığı nefis konuşmayı çok beğenmiş, etkilenmişti. Kendisine sarılıp tebrik ederken “insanların ne zaman, ne işe yarayacakları belli olmuyor” diyerek bir bakıma Nevzat’ın değerinin oldukça geç farkına vardığını kabul etmişti.
Nevzat Kösoğlu ÜKD deki arkadaşlarıyla birlikte “kendimizi Türkeş’e kadro olarak hazırlıyorduk” diyerek, siyasi hareket içerisinde kendine tayin ettiği yeri ve çizgisini ifade etmiştir.
Ancak iki önemli sorun vardı ve bunların varlığı siyasetle kucaklaşmasını, kendisini bu hayata tam olarak tahsis etmesini hep engellemiştir.
Bunlardan birincisi, siyaseti çok sevdiği için değil, davasını hizmet vesilesi olarak yapmaya çalışmasıdır. “Siyasi hayatın trafiğine yabancı kimselerdik. Ağırlığımızı partiye koyamıyorduk, heyecanımız gevşiyordu. Bunun sonucu olarak bizim de ağırlığımız Meclis’teydi. Particilik adına dışarıda yaptığımız fazla bir şey yoktu.”
İkinci sorun “Türkeş’i hiçbir zaman tam olarak inanıp bağlanamadık.” Çünkü Türkeş ile ilişkiler yoğunlaştıkça tahayyül edilenden farklı bir sima ile karşılaşılıyordu. “Türkeş’in hallerine parça parça vakıf olduk, her farkına varış çöküntüye yol açtı.”
Lider teorik olarak düşünüldüğünde “sözüne sadık, dostlarına vefalı bütün insani yüksek vasıfları toplayan, ahlaki mükemmeliyete sahip bir şahsiyet olması gerekir.”
Türkeş Bey’in ekip çalışmasına, görev dağılımına dayalı bir çalışma tarzı yoktu. Partinin merkez ve taşra teşkilatları, yan kuruluşları, malî ve idarî bütün meseleleri, her türlü temas ve görüşmeler doğrudan onun uhdesindeydi. Bazen aynı konuda farklı kişilere görev verir, bunlar mahalline gidip çalışmaya başlayınca aralarında gerginlikler, sıkıntılar yaşanırdı. Ama kimsenin aklına Türkeş beyin yanlış söylediği düşüncesi gelmezdi. Çünkü herkes ona inanıyordu, bağlıydı. Milliyetçi aydınlar ve gençler Türkeş’i sahiplenmişlerdi, zihinlerinde bir Türkeş karizması oluşmuştu. Fakat halk kesimlerinde hâlâ 27 Mayıs darbesine katılmış olmasından dolayı tereddütler ve kuşkular vardı. “Kayadan parça koparır gibi, milletten oy almaya çalışıyordu.” Halkın bu duygusu izole edilemediğinden ülkücülerin canhıraş çabalarına rağmen MHP’nin oy oranı 12 Eylül darbesine kadar arzulanan seviyenin gerisinde kaldı.
Nevzat Kösoğlu 70’li yıllarda yaşananları, anarşiyi Rus emperyalizminin Türkiye’ye karşı Soğuk Savaş dönemindeki yeni bir hamlesi olarak görür. Hedefleri “Türkiye’de dost bir hükümet kurmaktı.” Komitern toplantılarında bu hususta kararlar alındığı biliniyordu. Marksizm Rusya’nın tarihi emellerini gerçekleştirmek için kullandığı ideolojik bir makyajdı. Nevzat’a göre o yıllarda “ülkücü hareket mikro plânda yani müşahhas olaylar seviyesinde ve çerçevesinde birçok yanlışlar yapmıştır, istismarlara uğramıştır. Fakat makro düzeyde ise işin bütününe baktığın zaman yüzde yüz yerli olan, yüzde yüz olması gereken ülkücü hareketti…. Biz anlıyorduk ve biliyorduk, çünkü bizim kıblemiz doğruydu. Bizim okumuşlarımız, aydınlarımız bir kere kıbleyi yanlış tutmuştu.”
“ ….. Rusya Türkiye’yi düşürseydi, Sovyetler parçalanmazdı. Çünkü çok büyük bir hamle olacaktı. ….. Ülkücüler bunu engellediler. Çok ağır bahalar ödeyerek engellediler. Heyet-i umumiyesiyle yapılan iş Cumhuriyet tarihinin en büyük vatan savunmasıydı. Bu bir milli mücadeledir ve başarılmıştır. Bu nasıl başarılmıştır dersen Türkeş sayesinde başarılmıştır derim. Türkeş’den başka hiç kimsenin bu hareketi yürütmesi, yönetmesi mümkün değildi. Gençliğin Türkeş’e olan bağları gevşeseydi hareket biterdi. Bu bakımdan ben Türkeş Bey’in tarihi işlevini yerine getirmiş olduğuna kaniyim.”
Kanın, gözyaşının seller gibi aktığı, her gün şehit haberleriyle yüreklerin dağlandığı o dönemde siyaset yapmak her bakımdan zordu.
Bir keresinde Kağızman’a, oradan da bir köyüne gider. “Bizim çocuklardan biri şehit olmuştur.” Şehidin babası yıkılmıştır: “Yaptığınızı beğendiniz mi?” der “çocuğumu dört parçaya ayrılmış, parçalanmış getirdiler.”Nevzat acılı babaya söyleyecek söz bulamamanın acısı içerisinde kıvranır.
“Öyle bir kapandaydık ki particiler kavgaya karşı; ama yapılan yanlışların ötesinde ülkücü mücadelenin gereğine hepimiz inanmışız…. Bir insanın, bir gencin şehit olması bizim dünyamızı mahvediyordu. Biz çok duygusal kalıyorduk, tabiatımız, yetişme tarzımız oydu. Her ölenle bir kere de biz ölüyorduk. … Herkes yıkılıyordu. Yıkılmayan bir Türkeş’ti. Bir keresinde ‘bir ordu komutanının ölenlerine ağlayacak zamanı yok’ demişti. Biz komutan değildik.”
Sonra 12 Eylül darbesi olur. Darbe ihtimalinin olduğunu arkadaşları akşam saatlerinde Nevzat’a söylemişlerdi. Gece radyodan haberi işiten ağabeyi Ahmet Kösoğlu Nevzat’ı uyandırıp haber verir. O gayet sakin “ya öyle mi?” der ve yeniden uyumaya çalışır.
Sabaha karşı askeri bir tim evinden alıp Kirazlıdere’ye götürür. Küçük bir odada birkaç somya vardır. Birisinin üzerine oturup, arkasına yaslanır, ellerini arkadan bağlar ve “oh be!” der. Necmettin Cevheri hayretle sorar “sen nereye geldiğini sanıyorsun?” Cevap verir, “nereye gelmiş olursam olayım, artık sorumluluğum yok, dışarıdaki hiç bir şey beni ilgilendirmiyor.”
12 Eylül Nevzat’ın siyasetle bağlantısını kestiği gün oldu. İleriki yıllarda ANAP’tan ve DYP’den aday olması için müteaddit teklifler geldi. Ama artık siyasete doymuştu. Tabiatına, mizacına, ruh dünyasına uygun olan alana yani kaleme ve kağıda dönmüştü. Ne kadar doğru bir tercih yaptığı kısa zamanda ortaya çıktı. Fikir ve düşünce hayatımıza yeni bir canlılık ve hareket getiren, Türk milliyetçiliğinin hemen her meselesinde ufuk açan, yol gösteren eserler verme imkânını böylelikle bulmuş oldu.
Aslında yüreğiyle ve beyniyle hâlâ MHP’ye mütemayildi. Davaya hizmet yapılacaksa ancak burada olabileceğini biliyordu. Devlet Bahçeli Genel Başkan olduktan sonra bir ara Nevzat’ı partiye davet etmeye niyetlendi. Müşavirlik anlamında O da muhtemelen teklife hayır demeyecekti. Fakat ciddi ve samimi bir adım atılmadı, arkası gelmedi.
Daha sonra 99 seçimleri sırasında MHP’nin Erzurum teşkilatından aday olması için yoğun baskılar yapıldı. Partinin Erzurum’daki iki ağır topu Necati Bölükbaşı’yla Necati Güllülü’nün ikisi de aday olmak istiyorlardı. Devlet Bahçeli ise 28 Şubat sürecinde DYP’den ayrılıp MHP’ye katılan İsmail Köse için dönemin Jandarma Komutanı Teoman Koman’a söz vermişti. Erzurum Teşkilatı İsmail Köse’nin adaylığına şiddetle karşıydı. Diğer adaylarda Nevzat’ın liste başı olması halinde çekilmeye hazırdılar. Nevzat her zaman saygı ve şükran duyduğu Erzurumluların tekliflerine hayır deyip kırmamak için Bahçeli’yle görüşüp durumu anlattı. Bir uzlaşma sağlamak maksadıyla ve liste başı olması kaydıyla aday olabileceğini söyledi. Ama Bahçeli İsmail Köse’yi liste başı yapmakta kararlıydı. Böylece konu kapanmış oldu.
Siyasette bulunmasının nedenini en güzel kendisi ifade etmiştir: “1980 öncesi siyasi hareketimiz aynı zamanda bir vatan-mukaddesat savunması idi.” Bu savunmada yer alan o neslin tamamına yakını bu anlayışla siyaset yaptılar. Recep Başatlı’dan Yusuf Bahri Genç’e, Gün Sazak’tan Hüseyin Cahit Aküzün’e Hilmi Soydan’dan Necip Altınok’a kadar yüzlercesi vatan ve bayrak uğruna şehit oldular.
78’den 80 yılı ortalarına kadar sadece İstanbul’da Beşiktaş’ta 11, Bakırköy’de 21, Beyoğlu’nda 12, Beykoz’da 2, Eyüp’te 23, Eminönü’nde 8, Fatih’te 11, Gaziosmanpaşa’da 15, Kartal’da 24, Kadıköy’de 15, Sarıyer’de 1, Şişli’de 39, Üsküdar’da 2, Zeytinburnu’nda 16 olmak üzere 199 MHP il ve ilçe yöneticisi şehit edilmiştir. Sadece Bakırköy’de iki yıl içerisinde ilçe başkanlığı görevine gelen 6 MHP’li art arda şehit edildiler. Ama hiç biri kurşunlara hedef olacağını bilmelerine rağmen görevden kaçmadılar.
Nevzat Kösoğlu bu tabloyu Mamak Mahkemesi’nde anlatırken şunları söyler: “eğer ben şahsen bu dostlarım, ülküdaşlarım uğrundaki şeyleri canından aziz bildiğim insanlar her gün gözlerimin önünde katledilirken, iktidarlar insanı ağlatacak kadar acizken, ben şahsen silahımı alıp ciğeri yananlardan bir çete kurmadıysam, devlete olan güvenimi her şeye rağmen muhafaza ettiğim ve çok büyük bir irade ve cehdi sarf ettiğim içindir; yahut da korkaklığımdır. Milyonlarca taraftar ve sempatizanımızın da aynı ruh hali içinde yaşamış olduğundan şüpheniz olmasın.”
O dönemde canları pahasına MHP çatısı altında bu mücadeleyi veren insanların pek çoğu artık ebedî âlemdeler. Yıllar içerisinde Nevzat gibi Hakk’a yürüyen çok sayıda dostumuz, kardeşimiz oldu. Hepsini bu vesileyle bir kere daha rahmetle, şükranla anıyorum; ruhları şad olsun. İnşallah mekânları Cennettir.
Not: Bu yazı hazırlanırken, O’nun 3 kitabından yararlanılmıştır: Kitap Şuuru, Tarihe Konuşmalar ve Hatıralar. Yazıda tırnak içinde siyah yazılı kelime ve cümleler doğrudan O’nun ifadeleridir. (N.G.)