2013yılı Şubat Ayında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanı seçilen Nikos Anastasiadis, daha ayağının tozuyla BM Genel Sekreteri Banki Moon’a “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz” şeklinde bir çıkış yapmıştı. 2004 Annan Planı’na evet diyerek uzlaşmacı bir tavır sergileyen Anastasiadis’in bu uzlaşmaz tavrı şaşkınlıkla karşılanmıştı. Geldiğimiz noktada ise, Doğu Akdeniz’den çıkarılacak doğalgazın dağıtımı ve paylaşımı konusundaki görüşlerinde ortaya çıkan farklılık, bir diğer çelişki olarak kasrşımızda durmaktadır.
Kıbrıs Rum tarafı, 2013 yılına kadar, Doğu Akdeniz’de bulunacak doğalgaz ve petrol kaynaklarını Kıbrıslı Türklerle paylaşmama konsunda çok kararlı bir tavır sergilemekteydi. Hatta, GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, 2013 yılı başlarında, Türkiye üzerinden boru hattı ile dağıtım konusunu “sınırlı olasılık” diye nitelemiş ve Kıbrıslı Türklere pay verilmesini ise “Bölücülere bir de ödül mü verelim” diye reddetmişti. Fakat ne olduysa, Rum tarafının bakış açısı değişmiş ve “Kıbrıs sorunu çözülse de çözülmese de, çıkacak doğalgazdan bütün Kıbrıslılar yararlanacak” veya “Adanın doğal zenginliklerinin yalnız Rumlara değil Kıbrıslı Türklere de ait olduğunun bilincindeyiz…” şeklindeki açıklamalarla yeni bir şaşkınlığa yol açmışlardır. Kıbrıs Rum tarafının uzlaşmaya yönelik bu tavır değişikliğinin hemen ardından, GKRY Lideri Nikos Anastasiadis’in KKTC Cumhrbaşkanı ile Masaya oturmaya ikna edilmiş olması da ayrıca düşündürücüdür.
Bilindiği gibi, GKRY Lideri Anastasiadis ile KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu, 11.02.2014 tarihinde biraraya gelerek yeni bir müzakere sürecini başlatmışlardır. Aslında her iki Lider de biraraya gelme konusunda oldukça gönülsüzdü. Buna rağmen, ABD, AB ve BM’nin özel gayretleri ve desteğiyle başlayan bu sürecin arkasındaki en büyük sebebin Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz rezervlerinin paylaşım ve dağıtımı olduğunu söylememiz mümkündür. Zira, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in 2013 Mayıs’ında yaptığı ve Rumlar tarafından tepkiyle karşılanan “Doğalgazdan yararlanmak için Kıbrıs sorununun çözülmesi gerekir” yönündeki açıklaması ciddi bir yankı uyandırmış ve Rumları telaşlandırmıştı. Yine geçtiğimiz günlerde Fransız Haber Ajansı (AFP), Doğu Akdeniz’de ortaya çıkarılan doğalgaz ve petrol rezervlerinin 2012’den itibaren askıya alınan müzakere sürecinin yeniden canlandırılmasında etkili olduğunu bildirmişti.
Peki bu noktaya nasıl gelindi? 2000’li yılların başlarında, Doğu Akdeniz’deki yeraltı zenginliğinin farkına varan GKRY, diğer kıyıdaş ülkeler olan İsrail, Lübnan, Mısır ve Suriye ile hidrokarbon yataklarının olduğu bölgeleri paylaşmak üzere harekete geçti. Bu kapsamda Rumlar, ilk olarak 17 Şubat 2003’te Mısır’la, ardından 17 Ocak 2007’de Lübnan ile ve son olarak da 17 Aralık 2010’da İsrail’le Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Sınırlandırma Anlaşmaları imzaladı. Ayrıca Rum Yönetimi, 2 Nisan 2004’te “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003’ten geçerli olmak üzere MEB ilanında bulundu. Halen, GKRY, Suriye ile MEB Sınırlandırma Anlaşması için müzakereler yürütmektedir. AB üyeliğinin ve meşru Kıbrıs Hükümeti olarak tanınıyor olmanın da verdiği cesaretle hareket eden GKRY, 26 Ocak 2007’de, Kıbrıs’ın güneyinde 13 adet petrol arama ruhsat sahası ilan ederek bu parselleri ihaleye açtı. İhale edilen sahalardan 12 No’lu parsele ait araştırma ve sondaj hakları ABD’nin Noble Energy Şirketine verildi.
Türkiye’nin tüm haklı uyarılarına rağmen Rumlar, uluslar arası hukuku çiğnemeye devam etmiş ve 2011 yılı sonlarında “Afrodit” adını verdikleri 12. Parsele ilk sondajı vurmak suretiyle binlerce metre derinliğe inmişlerdir. 1960 Anlaşmalarına aykırı olarak komşu ülkelerle ikili anlaşmalar yapan ve kendine göre güya “ Münhasır Ekonomik Bölge” tayin eden Rum Yönetimi, bu yetmezmiş gibi bir de Türkiye’ye meydan okumuştur.
Rumların bu cüretkâr adımları çok geçmeden karşılık bulmuş ve bu kapsamda, 21 Eylül 2011 tarihinde, New York’da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Türkiye ile KKTC arasında Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşmasına (KSSA) imza atmışlardır. Sözkonusu Anlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ve KKTC Cumhuriyet Meclisi’nde onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Türkiye, gecikmeksizin Koca Piri Reis’i Doğu Akdeniz’e sevk ederek, Doğu Akdeniz’de tek taraflı petrol/doğalgaz arama/araştırma çalışmaları başlatmıştır. Ardından da KKTC Hükümeti, Rumlarla aynı bölgeleri yani Kıbrıs adası ve çevresini 8 parsele ayırarak, Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPOA) ruhsatlandırmıştır. Buna göre, Rumların 13 parseli, hem KKTC’nin parselleri ile kesişmekte ve hem de Türkiye’nin Antalya açıklarında ilan ettiği yetki alanını ihlal etmektedir.
2012 yılında, Ada’nın 175 kilometre güneyinde yer alan Afrodit adı verilen bölgeyi kiralayarak sondaj yapan Amerikan Noble Energy Şirketi, ilk sondajda doğalgaza ulaşmış ve miktarın da en az 200 milyar metreküp olduğu tahmininde bulunmuştur. Kıbrıs Rum Yönetimi, Afrodit bölgesinde en az 200 milyar metreküplük doğalgaz beklentisiyle Türkiye’ye boru hattı seçeneğini by-pass etmeyi ve topraklarına doğalgaz sıvılaştırma tesisi (LNG) kurmayı planlamaktaydı. Ancak uzmanlar, sonradan ortalama 140 milyar metreküplük bir rezerve sahip olduğu anlaşılan bu doğalgaz yatağının, 10 Milyar Dolara mal olması beklenen bir doğalgaz sıvılaştırma (LNG) tesisi için yeterli olmadığını görmüşlerdir. Buna rağmen GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, “İsrail’le adaya doğalgaz sıvılaştırma tesisi kurulması üzerine görüşüyoruz. Ayrıca İsrail sermayesi ya da gazı olsun olmasın, gerekirse biz tek başımıza sıvılaştırma tesisi kuracağız” diyerek, tek yanlı parselleyip sondaj yaptıkları Doğu Akdeniz’den gelecek doğalgazı, maliyeti büyük bile olsa, kendi topraklarında inşa edecekleri sıvılaştırma tesisi ile pazarlayacaklarını duyurmuştu.
İşte tam bu noktada, Ada’da çözüm müzakerelerinin yeniden başlatılması için, başta AB ve ABD olmak üzere uluslararası toplumda bir hareketlilik baş göstermiştir. Kuşkusuz bu yeni insiyatifin itici gücü, Doğu Akdeniz’de keşfedilen petrol ve doğalgazın en kısa ve maliyetsiz bir şekilde Avrupa’ya aktarılmasının yolunun Türkiye’den geçiyor olmasıdır. Zira, 2011 yılından bu yana yapılan araştırmalar göstermiştir ki çıkarılacak petrol ve doğalgazın Avrupa’ya ulaştırılması anlamında en kârlı güzergâh Türkiye’dir. İşte tam bu noktada, Doğu Akdeniz’de gündeme gelen yeni enerji kaynakları ve dağıtımı planlarına Türkiye’nin de dahil edilmesi ihtiyacı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Ne var ki Kıbrıs meselesine kalıcı bir çözüm bulunmadığı sürece Türkiye’nin böyle bir oluşumda yer alması mümkün görünmediği gibi Rumların tek taraflı olarak bu projeyi hayata geçirmesi de zor görünmektedir. Dolayısıyla AB, ABD, İngiltere ve BM Ada’da acil bir çözüme gereksinim duymaktadırlar. KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile GKRY Lideri Anastasiadis’in 11 Şubat 2014 tarihinde apar topar biraraya gelerek ortak bir çerçeve metni imzalaması ve böylece yeni bir müzakere sürecini başlatmasının arkasında yatan en büyük sebep, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji işbirliği planlarına entegre edilebilmesinin önündeki engelleri kaldırmaktır.
Mesela, GKRY Enerji Bakanı Praksula Andoniandou’nun, doğalgazın sıvılaştırılmasından ve kurulacak tesislerde depolanmasından sonra gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya dağıtılması amacıyla Kıbrıs ile Türkiye arasında 40 millik boru hattı projesinin hazırlanmış durumda olduğu yönünde açıklama yapmıştır. Yine geçtiğimiz günlerde, ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi John Koenig, Adada bir çözüm olmadan Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz kaynaklarının diğer yollardan Avrupa veya Türkiye pazarına taşınmasının çok zor ya da imkansız olacağını söylemiştir. Koenig ayrıca, Güney Kıbrıs’ın enerji planlamasının özünde küresel pazarlara daha kolay ulaşım olduğu ve gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya boru hattı ile taşınmasının, gazın sıvılaştırılarak gemilerle taşınmasından çok daha kolay olduğunu söylemiştir. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in de benzer beyanatlarının olduğunu yukarıda belirtmiştik. Tüm bu gelişmeler, Kıbrıs’ta başlayan yeni müzakere sürecinin ana saikinin Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yatakları olduğu yönündeki tespitimizi desktekler mahiyettedir.
Peki, uluslararası camia ve Rumlar neden Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki enerji planlarına dahil etme ihtiyacı duymaktadırlar? Çünkü, Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklerin onayını almadan, Ada’nın doğal zenginliklerinden tek yanlı olarak istifade etmesi, 1960 Anlaşmaları gereğince mümkün değildir. Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Zira Kıbrıs Türk Halkı da Rumlarla eşit olarak Ada üzerinde egemenlik haklarına sahiptir. Nitekim, Eski Rum Dışişleri Bakanı Rolandis de şu sözleriyle bunu açıkça itiraf etmektedir: “ …Size, Kıbrıslı Türklerin de petrollerde hak sahibi olduğunu teslim eden Kıbrıs Rum partileri olduğunu hatırlatayım. Ve bunun doğru olduğuna inanıyorum… Yani, petrolü bizim çıkarmamız ve Kıbrıslı Türklerin hiçbir şey almamaları adalet mi? Biz kendi büyütecimizden bakarak, adalet olduğunu zannediyoruz. Gerçekler böyle değil. Çoğu bize hak vermiyor, bunu bilmeliyiz. Biraz siyasi zekâmız olsaydı, uluslararası alanda daha iyi çalışsaydık ve doğruyu söyleseydik olgular şimdi daha iyi gelişecekti.” Yunanistan’da yayınlanan internet gazetesi To Vima’nın konuyla ilgili olarak hem Atina’ya hem de Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik, “Bu Türkiye için lafta değil gerçek casus belli (savaş nedeni) olur” şeklindeki uyarısının mutlaka dikkate alınması gerekir. Yine, Rum Politikacı Rolandis’in 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını ve KKTC’nin kurulması ve tanınmasını hatırlatarak “Türkiye, tehditlerini bugüne kadar maalesef hayata geçirmiş bir ülkedir” şeklindeki uyarısının da Rum Yöneticiler tarafından değerlendirilmesinin yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Kıbrıs Türk tarafı açısından hadiseye bakıldığında, Doğu Akdeniz’de derinleşen krizin asıl sebebinin, Ada’nın doğal zenginliklerinden Kıbrıs Türklerine de pay verilmesinden ziyade, Kıbrıs Türk Halkının eşit egemenliğinin tanınmaması ve gözetilmemesi olduğu görülecektir. Yani Kıbrıs Türk Halkının esas problemi, uluslararası toplumun KKTC Halkına uyguladığı siyasi, ekonomik ve toplumsal ambargolardır. Dolayısıyla, yapılacak iş önce Kıbrıs Türk Halkının Ada üzerindeki eşit egemenliğinin başta Rumlar olmak üzere tüm dünya tarafından tanınması, Kıbrıs’la ilgili yapılacak uluslararası anlaşmalara KKTC’nin de taraf olması ve Rumlarla birlikte hareket etmesi olmalıdır. Ne yazık ki Rumlar bunu hiçbir zaman kabul etmeyecektir. Çünkü Rumlar, AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla ve sırtını ABD ve İsrail’e dayamak suretiyle uzlaşmaz tavırlarını hep daha ileriye taşımak isteyeceklerdir. Rumlar, Kıbrıs Türk Halkını sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” “ayrıcalıklı azınlığı” olarak görmekten vazgeçmeyecektir. O halde üzerinde durulması gereken şey, Kıbrıs Türklerinin Ada üzerindeki meşru ve temel hak ve yükümlülüklerinin korunması olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin KKTC ile birlikte attığı adımlar (KSSA, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de arama/araştırma çalışmalarına başlaması gibi) son derece stratejik ve yerinde atılmış adımlar olarak görülmelidir.
Öte yandan, Rumlar enerji konusunu, Kıbrıs Meselesini AB platformuna taşıyıp bu kanaldan kendi lehine çözme senaryolarının bir parçası olarak ele almaktadırlar. Mesela, Doğu Akdeniz’de tek taraflı olarak 2001 yılı sonlarında başlattıkları sondaj çalışmalarının hemen akabinde Brüksel’i de bu meselenin bir tarafı haline getirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu kapsamda, AB’nin 2012 Yılı türkiye İlerleme Raporunun Kıbrıs bölümünde Rumların sözde münhasır ekonomik bölgelerinden bahsedilerek Türkiye’nin, Rumların haksız sondaj çalışmalarını engellediğinden şikayet edilmiş ve bu paragraf 2013 Yılı Türkiye İlerleme Raporunda da tekrarlanmış olup, bundan sonraki Raporlarda da tekrarlanacağı aşikârdır. AB’nin 2013 Yılı Türkiye İlerleme Raporunda şu ifadeler yer almaktadır “ …Ancak, Türkiye, GKRY’nin tüm Kıbrıslıların menfaatine Münhasır Ekonomik Bölge içerisinde hidrokarbon arama haklarını tehdit eden açıklamalar yapmayı sürdürmüş ve GKRY tarafından lisans verilen bir AB şirketi aleyhine misilleme tedbirleri ilan etmiştir. AB, üye devletlerin, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi dâhil, uluslararası hukuka ve AB müktesebatına uygun olarak, diğerleri yanında, ikili anlaşmalar yapma, doğal kaynaklar ile ilgili arama yapma ve bunlardan yararlanmayı da kapsayan egemenlik hakları olduğunu vurgulamıştır…”
AB Raporunda, uluslararası deniz hukuk sözleşmesinden bahsedilmektedir. Sözleşmeye göre, deniz yetki alanları sınırlandırmasının, devletlerin ilgili kıyı uzunluklarının orantısına göre adaların ana kıtaların önünü kapatmayacak şekilde ve ters yönde olup olmamaları dikkate alınarak yapılması gerekmektedir. Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde hak ve menfaatleri ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda, Doğu Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan ülke olan Türkiye Mısır, Suriye ve KKTC’nin yanı sıra Libya, İsrail hatta Lübnan ile de kıyıdaş devlet olarak anlaşma imzalayabilecektir. Her ne kadar yetki alanlarının tüm kıyı devletlerin bir araya gelerek yapacağı anlaşmalarla belirlenmesi tezinin işlerliğinin olmadığı görüşünde olsa da Türkiye’nin, Güney Kıbrıs’ın sözkonusu ülkelerle imzaladığı anlaşmalarla kaybettiği haklarını bu şekilde tekrar kazanması mümkün görünmektedir.
Görüleceği üzere, Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan ve dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezi olan Kıbrıs’ın önemi, yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle daha da artmış bulunmaktadır. Bu nedenledir ki uluslararası oyuncular Kıbrıs üzerinde çeşitli senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamak ve bölgedeki enerji kaynaklarından pay almaktır. Bu bakımdan Türkiye’nin, güvenliği açısından hayati bir öneme haiz bulunan haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, giderek ağırlaşan uluslararası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek, Türkiye için vazgeçilmez bir mecburiyettir.
Doğu Akdeniz’de sular giderek ısınmaktadır. İsrail’in, kendisine ait doğalgaz bölgesini muhtemel “yabancı kuvvet saldırısından korumak” için denizaltılar ve torpido botlarla donatılmış güçlü bir askerî birim oluşturacağı, bölgede görev yapması planlanan bu askeri gücün sağlayacağı “güvenlik şemsiyesinin” İsrail’in GKRY ile yaptığı “iki ülkenin doğalgaz yataklarının müşterek değerlendirilmesi” anlaşması nedeniyle Güney Kıbrıs’ı da kapsayacağı bilgileri, Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail basınında yer almıştır. Öte yandan, halen Amerikan Noble Enerji Şirketi, İsrail’in Delek ve Avner şirketleriyle ortaklaşa olarak bölgede sondaj çalışmalarına devam etmektedir. Türkiye’de bölgedeki haklarını korumak ve kullanmak amacıyla harekete geçmiştir. Bu kapsamda, Barbaros Hayrettin Paşa sismik araştırma gemisi ve ona refakat eden Giresun Firkateyni de Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs çevresinde faaliyet yürütmektedir. GKRY adına araştırma/sondaj çalışmaları yapan yabancı bayraklı gemilerin Türk Deniz Yetki Sahasına izinsiz girmeleri nedeniyle, zaman zaman Giresun Firkateyni tarafından müdahale edilerek saha dışına çıkarılmaları sağlanmıştır. Rumların bu tahrik edici yaklaşımlarını devam ettirmeleri halinde Doğu Akdeniz’de sıcak bir çatışma çıkması ihtimali mümkün görünmektedir.
Özellikle Rumlar, içine düştükleri ekonomik krizden çıkabilmek için Doğu Akdeniz’den çıkarılacak doğalgazı bir fırsat olarak görmekte ve bu konuda çok aceleci davranmaktadır. Zira, ABD Jeoloji Araştırmalar Merkezi başta olmak üzere birçok ülke ve kuruluşun yaptığı çalışmalar göstermektedir ki Doğu Akdeniz’de toplam değeri 1,5 trilyon doları bulan 30 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon yatakları bulunmaktadır. 2010 yılı verileri esas alındığında, bölgedeki hidrokarbon rezervinin Türkiye’nin 572 yıllık, Avrupa’nın ise 30 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede olduğu söylenmektedir. Pastanın büyüklüğü, başta Rumlar olmak üzere AB ve ABD’nin iştahını kabartmaktadır.
Netice itibariyle, Kıbrıs Meselesine kalıcı bir çözüm bulunmadan GKRY’nin yaptığı tek taraflı Anlaşmalar, ne KKTC’yi ve ne de Türkiye’yi bağlayacaktır. Uluslararası toplumun da bu anlaşmalara itibar etmemesi gerekmektedir. GKRY, Doğu Akdeniz’de bu tahrik edici tavırlarını daha ileriye götürmesi halinde bölgede sıcak bir çatışma kaçınılmaz görünmektedir. Böyle bir gelişmeden ise Rumların kârlı çıkacağını kim söyleyebilir?Velhasıl, Kıbrıs Rum tarafının, Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı egemen devlet ve iki ayrı demokrasi bulunduğu, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1963 yılında Rumlar tarafından zorla yıkıldığı, dolayısıyla GKRY’nin tüm Ada’yı değil sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil ettiği, Kıbrıs Türk Halkının, kendi topraklarında, KKTC eliyle egemenliğini kullandığı, yani Kıbrıs’ın, Rumların olduğu kadar Türklerin de vatanı olduğu gerçeğini mutlak surette görmeleri gerekmektedir.
Şunun da çok iyi bilinmesi gerekmektedir ki Kıbrıslı Türklerin acil sorunu, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervleri değil, kendilerini dünyadan tecrit eden izolasyonlardır. Aynı şekilde Türkiye’nin de önceliği Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları değildir. Türkiye’nin birinci önceliği, kendi hayat alanının tam merkezinde yer alan, Osmanlı’nın bakiyesi konumundaki Kıbrıs’ın güvenliği ve burada yaşayan Kıbrıs Türk Halkına uygulanan yıkıcı ambargoların kaldırılması ve nihayet Ada’da kalıcı bir huzur ortamının sağlanmasıdır. Bu sağlanmadan Türkiye’nin, AB ve onun taşeronu GKRY’nin enerji planlarında yer almasını beklemek tam anlamıyla saflıktır. Türkiye, Ada’da kalıcı bir çözüm tesis edilmeden, Rumlar tarafından çıkarılacak doğalgazın kendi Ülkesi üzerinden Dünyaya pazarlanması senaryosuna alet olmayacaktır. Nihayet Türkiye, AB, ABD ve BM’den gelen baskılara karşı sonuna kadar direnecek ve sırf Batının enerji planlarında yer almak uğruna, uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve sorumluluklarından taviz vermeyecektir.