Abdulkadir İLGEN
Evdeyim, Gül Işık’ın “İspanya: Bir Başka Avrupa” kitabının sayfalarına dalmış, başka bir Avrupa’yı okuyorum. Telefonda bir ses, çok eskilerden kalma bir dost sesi. Çok eskilerden kalma dediysem, seksenli yıllardan kalma bir ses bu.
Bu sese bigâne kalamıyorum. İki dost Bolu’dan uzakta, bir başka mikro klima oluşturan bir yere, bir elma bahçesine gitmişler ve beni de aralarında görmek istiyorlar. Burası, Aladağ Suyunun aşağı akımlarında Koca Çay diye bilinen vadinin kenarında güzel bir yer.
Daha aşağılarda bu su, Kıbrıscık tarafından gelen Ulu Çayla birleşerek aynı adla Kuş Cennetinde Sakarya nehrine karışır. Kıbrıscık tarafından gelen suyun eski adı da Siberis veya Kiberismiş. Kıbrıscık ismi de kaynaklara göre buradan gelmiş.
Her neyse, ben de o çağrı üzerine iki eski dostun bulunduğu yere gidiyorum. Hava karardığı için Kızık Yaylasından aşağılara doğru kıvrıla kıvrıla inen bu mevkiye geç bir vakitte ulaşıyorum.
Akşam vakti, suyun hemen kenarındaki bu bahçede sessizliği çakal sesleri ve kenarda sessiz bir çağıltıyla akan suyun sesi bozuyor. Ocak başında atalardan kalma usulle yanan ateşin kenarında kaynayan çay beni çok eskilere götürüyor. Dışarıda hava tatlı bir serinliğe bürünmüş. Yazın son günleri.
Derede uygun bir yere ağ atmışlar. Şafak sökerken erkenden ağı toplamaya gidiyoruz. Gündüz vakti etrafı daha iyi görebiliyorum. Bu bereketli ve korunaklı deltanın belli yerleri iyi işlenmiş. Buralarda topraktan adeta bereket fışkırıyor. Diğer bazı yerleri ise çalı çırpı ve cangıllarla geçilmez duvarlar haline gelmiş birer harabe görüntüsü veriyor.
Sağda solda gelişigüzel büyüyen üzüm asmaları kavak ağaçlarına sarmış. Ötede sel sularının biriktirdiği taş ve ağaç dalları başka bir öbek oluşturmuş. Parça parça bölünen bu topraklar burada, bana yar olmayan sana da olmasın zihniyetiyle kendi kaderine terk edilmiş.
Yukarıda, derenin hemen yanı başında bir değirmen harabesi. Temel taşları ve oraya su taşıyan kanal hâlâ canlı. Buranın da etrafı bir hisar gibi ot ve böğürtlen gibi dikenlilerle örülmüş. Değirmeni besleyen suyun kaynağını sorduğumda, onun Koca Çay’dan değil, bir başka kaynaktan geldiğini söylüyorlar.
Yukarıda, iki kayanın arasından çıkan bu su, eskilerin deyimiyle bir öküz gövdesi kadar gür ve bereketli. Boşa akan su, harap olup giden topraklar. Daha yukarılarda suya birkaç yüz metre yukarıda boş ve kurak topraklar. Varlık ve yokluğun iç içe olduğu vadi tam bir Türkiye manzarası veriyor.
Sonra, tekrar aşağıya, elma bahçesine iniyoruz. Elma dalları sıvama elmayla dolu. O kadar çok elma var ki, her bir dal ancak dayaklarla bu elmaları taşıyabiliyor. Hayati’ye soruyorum.
-Şu ağaçtan kaç kg elma çıkar.
-Yarım ton falan diyor.
Sonra da benim şaşırdığımı görerek bazı yerlerde bu miktar 1-1,5 tona yaklaşıyormuş diye ilave ediyor. Elmaların hepsi Amasya cinsi elmalar. 3-4 dönümlük yerde 8’er metre arayla dikilen ağaçlar dalları bile, henüz oluşma aşamasındayken yerinde yapılan müdahalelerle belli açıklıklara ulaştırılmış.
Topraktan bereket fışkırıyor desem yeri.
-Nasıl suluyorsun diye soruyorum.
-Genelde akşamları, gece vakti sularım diyor. O vakit ağaçlar âdeta suyu içer gibi davranır. Her bir ağacın ayrı bir hikâyesi var burada. Şu dal kırıldı. Elmaları taşıyamadı. Kendisini suçluyor. Şu tek ağaç istediğim gibi aşı tutmadı, ama şu aşağıdan gelen dal eskinin yerini tutacak.
O ağaçlarla sesini duyan biri gibi konuşuyor. Henüz ergenlik yıllarında tanıdığım o taşralı, mahcup çocuk istiyor ki ben de onun neler başardığını göreyim. Ara ara eskilere gidiyor, duygulandığını hissediyorum.
Hayati’nin simasında ve emeğinde bütün bir Anadolu’yu, onun ıstırabını görüyorum. Orada boşa giden emekler de var, bir gölek gibi damlaya damlaya biriken umutlar da. Fakat geç kalmış bir umut, geç kalmış bir başarı bu. Nesilden nesle aktarılan oturmuş, belli esaslara dayanmış bir usûl ve rasyonellik değil bu.
O gün orada, o küçük elma bahçesinde kendimin ve bütün bir neslin umut ve hayallerini görüyorum. Bir yanda çemenzara dönen bir bahçe, onun hemen yanında eteklerinden çekiştiren bir çekememezlik ve derbederlik birbirine eşlik ediyor.
Tıpkı bizim hikâyemiz gibi…