GALİP ERDEM[1]
Bir Anı ve Düşündürdükleri
İmdi, bir anı ve onunla muvazi başka bir hatıra üzerinden ülkücünün hayatındaki başka bir döneme kısa bir atfı nazar yapmak istiyorum. Bu, biraz da “padişahın has kuluna” özgü bir davranış biçiminin tipik bir örneğidir ve mutlaka temas edilmesi gereken bir noktadır.
Yıl, 1971. 12 Mart’ın gölgesi bütün ülkeyi dar bir boğaz, sarp bir yokuşa sokmuş. Netameli yıllar. Osman Çakır anlatıyor.[2] “Demirel iktidarının 1970 Kasım’ın itibaren işgal ettiği Türk Ocağı binası ve ocağın kiracılarından olan Ülkü Ocakları ile Genç Ülkücülerin merkez yöneticilerinin mekânları ise Ankara Site Öğrenci Yurdu ve KÜBİTEM olmuştu”.
İşte, o günlerden bir gün Devlet’in (gazete) baskısı için Güneş Matbaasına gittim diyor Osman Çakır. Baskı devam ederken, “telefonunuz var” dediler. Telefonu açan Sadi (Somuncuoğlu) ağabey idi. Sıkıyönetim görevlilerinin büroya geldiğini, arama yaptıklarını ve kartoteks dolabının anahtarlarını getirmemi istedi. Kartoteks dolabı dediğimiz; içinde abone defter ve adreslerinin olduğu bürodaki tek kilitli dolaptı.
Osman Çakır odaya vardığında görevli subay sabit telefonla bir yerleri arayarak “odaların kitaplarla dolu olduğunu, hatta bir odanın sırf ihtilal kitabı olduğunu söyleyerek iki Reo kamyon gönderilmesini” ister. İlgili subay kitapların çoğunun aynı nüsha olduğunu bile anlayacak durumda değildir. Nihayet ahizenin karşı ucundaki subayın uyarısıyla mesele anlaşılınca aynı nüshalı kitaplardan sadece birer nüsha alınır ve Etlik Caddesi üzerindeki Altındağ kaymakamlığı karşısındaki “Yıldırım Bölge” diye bilinen askeri mıntıkaya gittik diyor.
Daha sorguya başlanmadan içeriye bir subay daha girdi. Giren Baki Tuğ’dan başkası değildir ve Osman Çakır’ın onunla Sadi Somuncuoğlu’nun abisinin terzi dükkânından bir aşinalığı vardır. Baki Tuğ da Osman Çakır’ı tanımış olmalı ki odadaki yüzbaşıya hitaben
-“Orhan, bunları kim getirtti buraya? Bu kitaplar milliyetçi yayınlardır. Sen Milliyetçi Türkiye’yi okumadın mı? Dündar Bey’i getirmişler. Bu çocuktan başlayarak ifadelerini al ve salıver” demiştir.
Orhan dediği de sıkıyönetim savcısı bir yüzbaşı. Benim ifademi aldıktan sonra Baki Bey beni iki askerle birlikte Dündar ağabeylerin kaldığı yere gönderdi ve “kendisinin de burada olduğunu” söylememi istedi.
Osman Çakır anlatmaya devam ediyor. Ben Dündar ağabeylere işlemleri anlattım ve Baki Bey’in mesajını ilettim. Dündar ağabey buradan çıkınca doğrudan partiye gitmemi ve Türkeş Bey’e durumu anlatmamı istedi. Yaz günü idi ve hava kararmaya başlamıştı. Türkeş Bey’e yaşadıklarımı ve Dündar ağabeyin eni kendisine bunları anlatmam için gönderdiğini söyledim. Alparslan Türkeş bana gazeteyi ne yaptığımızı sordu. Ben de beni beklediklerini söyledim. Bana,
-“Oğlum, bunların ne yapacakları belli olmaz. Şimdi sen bulabildiğin kadar adam al ve gazeteyi gönderdiğiniz abonelerin adreslerini kaydedin. Bunlar lazım olur” dedi.
MHP Genel merkezinden üç dört kişiyi alarak yola koyulduk.
Hikâye bu!
Buna göre demek oluyor ki o dönemki 12 Mart dâhil bütün olaylar, ordu içindeki kaynaşmanın bilfiil devam ettiği ve kökleri 27 Mayıs ve sonrasına kadar uzanan olaylar zincirinin tipik bir tezahürü. Baki Tuğ, Deniz Gezmiş’in yargılandığı Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 nolu mahkemenin askeri savcısı. Onun yeri yeri belli, belli ama Türkeş’in “Bunların ne yapacağı belli olmaz” diyerek dikkat çektiği husus da dengelerin her an değişebileceğine dair başka bir hassasiyeti gösteriyor.
Hatırlayalım ki, 27 Mayıs sonrasında bir tarafta başını Cemal Gürsel’in çektiği “Milli Birlik Komitesi” –ki daha sonra kendi içinde ayrışmaya giderek meşhur 14’lüklerin tasfiyesiyle sonuçlanmıştı-, diğer yanda başını Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın çektiği “Silahlı Kuvvetler Birliği” ve nihayet liderliğini Talat Aydemir’in yaptığı “Albaylar Cuntası” vardır.
Ordu içindeki huzursuzluk 68 olaylarından 12 Mart’a uzanan dönemde artarak had safhaya ulaşmıştır. Tabii bunun dışarıdaki yansımaları da vardır ve ordu içindeki klikler dışarıdaki sivil ve paramiliter gruplarla da ilişki kurmaya özen gösterir.
12 Mart öncesi yukarıdaki olayın diğer bir versiyonunu bizzat ben Milli Türk Talebe Birliğinin lider kadrosunda yer alan Rasim Cinisli’den dinlemiştim. 27 Mayıs’ın sonraki yıllarda Cinisli,
“İstanbul Üniversitesinde Milliyetçi Mukaddesatçı öğrenciler üzerinde Solcu öğrenciler müthiş bir baskı yapmaya başlamışlardı. Nihayet baskılar o dereceye ulaştı ki biz de kendi aramızda toplanarak Pazar günü Beyazıt Meydanında büyük bir karşı gösteri yapmaya karar verdik.
Bu kararın ardından fazla bir zaman geçmedi. Bir gün beni rahmetli Ayhan Songar arayarak yanına çağırdı. Gittim. Varınca, bana eliyle işaret ederek, “seni bekliyorlar” dedi. İçeri girdiğimde sonradan isimlerinin Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve Ahmet Er olduğunu öğrendiğim Milli Birlik Komitesinden bazı subaylarla karşılaştım. Hepsi de sivildi. Kısa bir muhavereden sonra konu döndü dolaştı bizim yapmayı planladığımız gösteriye geldi.
-“Eğer o mitingi yaparsanız, çok sayıda kişi kurşunlara hedef olacak ve kan gövdeyi götürecek” dediler. “Fakat sizden hiç kimseye zarar gelmeyecek”.
Meğerse o dönem başını Talat Aydemir’in çektiği cunta bir tertiple gençleri sokağa dökmek, sonrasında da böylesi kanlı bir olayı irticaî bir kalkışmaya gerekçe göstererek bir karşı darbe yapma peşindeymiş. Rasim Cinisli’ye bunu anlatmışlar ve Pazar günü bu gösteriyi yaparlarsa sonucun peşinen belli olduğunu söylemişler. Bunun üzerine gösteri askıya alınmış, bu da karşı grubu iyice çığırından çıkartmış.
Neticede gösteri yapılmamış. O dönem İstanbul üniversitesi amfileri “İd-ris, Sen-cer; İd-ris, Sen-cer” diye İdris Küçükömer ve Sence Divitçioğlu gibi isimlerle çınlıyormuş. Nitekim daha sonra bu iki isim meselenin “demokratik bir devrim” değil de askerin kendi içindeki bir iktidar mücadelesi olduğunu anlayarak liberal ve demokratik çizgideki sol bir çizgiye kaymışlar.
Fakat Küçükömer ve Sencer Divitçioğlu’nun bıraktığı bu çizgiyi 1961 yılında başını Doğan Avcıoğlu’nun çektiği ve 1.042 kişinin imzaladığı bir bildiri ve 70.000 lira sermaye ile Yön Hareketi devam ettirmiştir. İçlerinde Mümtaz Soysal, İlhami soysal, İlhan Selçuk ve Cemal Reşit Eyuboğlu gibi isimlerin de bulunduğu bu çizgi, ileride partileşme amacını güden Sosyalist Kültür Derneği’nin de kurucuları arasındadır.[3]
Hasan Cemal’in daha sonra bir itiraf gibi kaleme aldığı anılarında sadece Avcıoğlu’nun değil, Türkiye Halk kurtuluş Ordusu (THKO) lideri Deniz Gezmiş’in de aynı şekilde gücünü askeri cuntalardan aldığı anlaşılıyor. Asker içinde ise biraz mütereddit de olsa başını Muhsin Batur ve Madanoğlu gibilerin çektiği başka bir çizgi vardı.
İmdi, bütün bunları burada uzun uzadıya anlatmamın elbette bir sebebi var. Ülkücü bu devirde nerededir? Kenarda köşede bir yerlerde mi, ateş topunun ortasında meydan yerinde midir? Ülkücünün Çilesini yazan Galip Erdem’in sütre arkasında, kenarda köşede bir yerlerde gizlenmesi beklenemez. O yine kelle koltukta meydan yerindedir.
Yetmişli yılların hemen başında dönemin MİT Başkanı Fuat Doğu’nun daveti ve Türkeş’in de izniyle 31 Aralık 1969’da o da MİT’e girer. O dönem Türkiye’si tarihinin en buhranlı dönemlerinden birinden geçmekte ve süreç, henüz nereye evirileceği belli olmayan bir istikamette ilerlemektedir.
Galip Erdem’in MİT’e girdiği 1971 yılının Ocak aynıda cuntacılar anayasa taslağı dâhil darbe eylem plan dosyasını Muhsin Batur’a vermişlerdi bile. Bu dosyada darbe yapıldığında kimin hangi göreve getirileceğine dair isim listeleri tek tek yazılmış, her şey belirlenmişti. Mesele sadece bir emirle ne zaman müdahale edilip edilmeyeceği meselesine kalmıştı. Galip Erdem işte bu hengâmede MİT’e girmişti.
Dönemin MİT Müsteşarı Fuat Doğu belli ki, Türkiye’de cunta, özellikle Baas türü sol cunta teşebbüslerine karşı son derece duyarlıydı. Ve MİT içerideki elamanı (Mahir Kaynak) vasıtasıyla her şeyi adım adım izlemektedir. Öyle anlaşılıyor ki son derece nazik ve diplomat bir tarzı olan Fuat Doğu Rus tehdidi ve komünizm konusunda da son derece hassas biridir.
Galip Erdem de çok muhtemeldir ki sırf Rus tehdidini bir ölüm kalım meselesi olarak gören her milliyetçi ülkücü gibi Fuat Doğu’yla aynı çizgidedir. Bu yüzden ve aynı zamanda milliyetçi duyarlılığın sembol isimlerinden biri olması hasebiyle özellikle tercih edilmiş olmalıdır. Zaten o dönem, dönemin tanıklarının anlattığına göre [4] dengelerin her an bir oraya bir buraya gelip gittiği tam bir keşmekeş dönemidir.
O kadar ki cumhurbaşkanı ve genelkurmay başkanı dâhil hiç kimse duruma tam olarak hâkim olmadıkları gibi olayların nereye gideceği konusunda da muayyen bir fikre sahip değillerdir. Zaten muhtıradan yaklaşık bir yıl önce Cumhurbaşkanı, Başbakan, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının katıldığı bir toplantıda sunum yaparken cuntacıların “ordu içinde kontak kurduğu bir kişiden” bahsetmiş ve bunun üzerine kendisine yönelik ve biraz da sert bir tavırla “Kimi kastediyorsunuz?” diye soran Hava Kuvvetleri Komutanı Or. General Muhsin Batur’a aynı kararlılıkla “Sizsiniz!” diyebilmişti.
Cumhurbaşkanı ve başbakanın da bulunduğu bir toplantıda MİT Müsteşarı doğrudan Hava Kuvvetleri Komutanını itham ediyor ve gereği yapılmıyor. Devletin o dönem içinde bulunduğu durumu bundan daha iyi anlatan bir anekdot olamaz.
Sadece Muhsin Batur değil, 12 Mart sonrası kurulan geçici hükümetin başbakanı Nihat Erim bile “Bu işi başarırsa Doğan Avcıoğlu başarır” diyecek kadar ona ve bağlantılarına güven duyuyor ve sık sık Avcıoğlu’nu ziyaret ediyordu. Hatta dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Or. General Faruk Gürler de Tüm General Celil Gürkan’a, Avcıoğlu’nun meşhur kitabı Türkiye’nin Düzeni için, “Celil! Türkiye’nin Düzeni kitabını okumayan subayı ben eksik görürüm, güdük görürüm” demek zorunda kalmıştı.
Öyle anlaşılıyor ki ordu içindeki herkes Avcıoğlu ve Yön Hareketini dikkate almakla kalmıyor, aynı zamanda sürekli olarak da havayı kokluyor ve son ana kadar da safını belli etmeden bütün seçeneklerini açık tutuyordu.
Galip Erdem işte böylesi kritik bir dönemde MİT’te görev alarak safını açıkça belli eder. Ülkücü tavır da zaten budur; güce ve eyyama teslim olmadan ilkeleri doğrultusunda yürümek. Bu tam anlamıyla ateşten gömleğe talip olmaktan başka bir şey değildir.
Daha sonra kendisinin MİT’te aldığı bu görev bir sürü spekülasyona sebep olmuş ve bizzat dostları, dava arkadaşları tarafından aleyhinde kullanılmıştır. Oysa Galip Erdem her zamanki Galip Erdem’dir, her şeyi hatta hayatını bile memleket yolunda harcayan o hasbî adam. Burada da öyledir.
Gaban (Dönüşü Olmayan Keçi Yolu)
Galip Erdem’in bir de yazmadığı romanı vardır: Gaban!
Aslında Galip Abi romanı yazmıştır. Altmış kusur yıllık hayata 500 yılı sığdıran bu adam, zor olanı seçmiş ve romanı bizzat yaşayarak kaleme almıştır. Gaban, çıkışı olmayan keçi yolu anlamına gelirmiş.
Ben bu romanı tahayyül ederken uçsuz bucaksız uçurumların kenarında kendisine yol arayan eski atalar kafilesi canlandı zihnimde. Tanrı dağlarının Pamir’le kesiştiği yerde doğudan batıya doğru Alay Dağları ve Alay Vadisi uzanır. Yukarıdan aşağıya doğru da büyük bir gürültüyle Kızılsu akar. Aşağı akımlarında Karatekin Vadisinden geçen bu nehir Hisar Dağlarının güney eteklerinde Amuderya’ya karışır. Burada, yani Kızılsu’yun yukarı akımlarında kuzeyden güneye doğru Pamir ve Muzdag Ata üzerinden Taşkurgan ve Vahan Koridoru istikametindeki kadim tarihi kervan güzergâhından Hindistan ve Horasan’a doğru gidilirken Kızılart isimli zorlu bir geçitten geçilir.
Pamir üzerine müstakil de bir kitap yazan sahanın en önemli uzmanlarından Sven Hedin enteresan bilgiler verir. Buna göre buralarda yaşayan göçebe Kırgızlar bu geçidi Hz. Peygamberin ashabından birinin bulduğu inancına sahiplermiş. Eğer ashaptan o büyük veli bu geçidi bulamasaymış, buradan öteye geçilemez, o yol bulunamazmış. İnanç buymuş. [5]
Coğrafyayı bile Müslüman yapan bir inancın tezahürünü Pamir’in en ıssız platolarında, buzulların kenarına nakşeden bir kültür.
Galip Abi de içinde derin yarıkların bulunduğu kuş uçmaz kervan geçmez o geçidi aramak ve o sarp yokuştan, Ergenekon’dan bir ulusu çıkarma yolunda bütün bir ömrü harcayan bir adamdır.
Gaban da bu romanın ismi. Emine Işınsu’yu roman yazmaya teşvik ve birçok romanını bizzat tashih eden bu büyük adam, her şeyde olduğu gibi burada da kendi öznesini silmek, kalabalıkla sanki maveradan, o bilinmezlik perdesinin arkasından söyleşmek ister. Orada da kendini saklar ve her şeyini vatan toprağına, oradaki bilinmezlik dehlizine atar.
Hâlbuki Osman Turan kendisinden ısrarla üniversiteye intisap etmesini istemekte, daha otuzlarında kendisine geleceğin Peyami Sefa’sı diye bakılmaktadır. Ama onun gözü milletin sinesinde, ülkücü gönüllerdedir. O yolunu çizmiş, kendini çıkmaz bir yola, sonu uçurumlar olan meşakkatli ve tehlikeli sarp yokuşlara atmıştır.
“Çankaya yokuşunda balam
Asya’nın bozkurtları
Dudaklarda aynı türkü
Tanrı korusun Türkü”
Çankaya yokuşu değildir yürüdüğü yol, ondan daha ötede bir yokuştur. Sürgün yemiştir. Hem de bütün bir ömrünü, her şeyini feda ederek girdiği bu yoldan sürgün edilmiştir. En büyük hüsranı, girdiği ve çıkmakta zorlandığı en büyük yokuş bu olmuştur. Ülkücü artık, günlerce kimseyle tek kelam etmemekte, sözü israf saymaktadır.
Ve ona bunu Mamak’taki duruşma salonlarında haklarını savunduğu, kar kış demeden her şeyi seferber ettiği dostları reva görmüştür. Ne demişti Büyük Yunus
“Bu yol uzundur
Menzili çoktur
Geçidi yoktur
Derin sular var”
Sahiden de öyleydi. Bu yol uzundu. Ben bunları yazarken aklıma Nietzsche geliyor. Zerdüşt’ün ormanda karşılaştığı ermişle muhaveresi canlanıyor gözlerimde. Zerdüşt
-“Ya ermiş neyliyor ormanda” diye sormuştu.
Ermiş cevap verdi: “Türküler besteliyor ve söylüyorum, türkü bestelerken de gülüyor, ağlıyor ve mırıldanıyorum. Böylece övüyorum Tanrı’yı. Türkü söyleyerek, ağlayarak ve mırıldanarak benim Tanrım olan Tanrı’yı övüyorum. Lakin senin bizlere getirdiğin hediye nedir ki?”
Bu sözleri işitince Zerdüşt selam, ermişi selamladı ve dedi:
-“Size verebilecek nem olabilir ki! Ama bırak da tez gideyim ki sizden bir şey almayayım!”
Ve böylece, gülerek ayrıldılar birbirlerinden ihtiyar adamla Zerdüşt, gülüşen iki çocuk gibi.
Ama yalnız kalınca Zerdüşt, şöyle dedi gönlüne: “Mümkün mü bu! Bu ihtiyar ermiş, ormanda işitmemiş hâlâ öldüğünü Tanrı’nın!”[6]
O da kendi yalnızlığında Zerdüşt’ün ıstırabını yaşadı. Uğruna bütün bir ömrü verdiği dava; oydu yitip giden! Ama o Nietzsche kadar umutsuz değildir. Tanrı öldü diyemez, dili varmaz bir türlü buna. Ama içinde her gün ölüp ölüp dirilen bir şeyler vardır. Onu da yadsımaz. Suskunluğu ondandır. İçine kapanması, kendini zahiri meşgalelere verip dostlarını da kendi zahiriyle meşgul etmesinde hep o büyük ıstırabın acısı vardır.
Hatime
Gaban romanının başkahramanı her ne kadar bu ıstırabın en onulmadık şekillerini yaşasa da onun Müslüman yüreği, orada bile bir çıkış bulabildi. Şöyle diyordu:
“Ömrümün kısalığına göre hüküm vermeyin. Benim de çok güzel günlerim, unutulması imkânsız hatıralarım oldu. Başkalarında bayrak vardı, her bayram sokak sokak dolaşıp bayrağımı aradım. Yere yakın olanlarına yanaklarımı değdirdim. Kimsenin bakmadığı zamanları kollayıp öptüm. Boyumun yetişemeyeceği yüksekliklerde dalgalananlarına selam verdim, hatır sordum. Anlayın beni, istediğimi verin. Bayraklı yaşadım, bayraksız ölemem.
Bir de Kur’an istiyorum… Yaratanımın, her şeyi bilenimin, en doğru tek yolu gösterenimin, esirgeyenimin ve bağışlayanımın kelâmını istiyorum… Kur’an’lı yaşadım Kur’an’sız ölemem.
Nihayet iki rekât namaz kılmaya yetecek bir zaman istiyorum. Diriliğimdeki borçlarımın bağışlanması için değil, sevdiklerimin muhafaza buyurulması ve uğruna can verdiğim mukaddesatımın çiğnenmemesi için dua edeceğim. Dilimin son hecesi, kalbimin son atışı Kelime-i Şehadet olacak. Sonra, canımı almaya memur edileni incitmeden iteceğim; her şeyi ve herkesi bir yana bırakacağım, ölümsüzlüğün koynuna gireceğim.
Evet, ey yaşayanlar! Ben işte böyle öleceğim…
Sakın acımayın; gençliğine yazık oldu demeyin. Artık çok geç, merhametinize ihtiyacım kalmadı. Şimdi, hepinizin kıskanacağı rütbedeyim”.
Galip Erdem, o Büyük Ülkücü satırlara sığacak adam değildir. Onu ancak sadırlar, kolektif hafıza ve genç nesillerin el değmemiş gönülleri muhafaza edebilir. O yüzden hakkında ne dense az, ne dense yetersizdir. Hak rahmet eylesin. Dedem Korkut ne demişti.
“İmdi hani dediğim bey erenler
Dünya benim diyenler
Ecel aldı yer gizledi
Fani dünya kime kaldı
Gelimli gidimli dünya
Sonu ölümlü dünya
Yom vereyim hânım: Ecel geldiğinde arı imandan ayırmasın! Ulu Tanrı seni namerde muhtaç etmesin! Allah’ın verdiği umudun kırılmasın! Ak alnında beş kelime dua kıldık, kabul olsun! Âmin deyenler Tanrı’yı görsün! Derlesin, toplasın, günahınızı adı görklü Muhammed Mustafa’ya bağışlasın!”
[1] Bu yazı hazırlanırken Galip Abinin belli başlı eserleriyle Nevzat Kösoğlu’nun kaleme aldığı “Galip Erdem” ve bilhassa Osman Oktay’ın “Galip Abi: Kendini Unutan Adam” kitabı olmak üzere Nuri Gürgür, Şerafettin Yılmaz, Cezmi Bayram, Bilge Erdem, Osman Çakır ve Efendi Barutçu gibi o dönemin bazı tanıkların anlattıklarından yararlandım. Bu anlatılardan bazılarında birebir “o anı” yaşadım diyebilirim. O denli içli ve duygusal anlardı bunlar. Ve bu tanıklıklarda, eserlerinde dışa vuran Galip Erdem ile gerçekte yaşayan Galip Erdem arasında, eserini de aşan ve adeta bütün bir ufku kaplayan çok bir büyük adam silueti gördüm. Demek ki bu büyük adam kendini dikkatle ketmetmiş, asıl eserini ruhlarda bıraktığı tesirlerle vermişti.
[2] Çakır, O. (2022), Adı Devlet Olsun, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 77.
[3] Şahbaz, Y. (2018), “12 MART’A GİDEN SÜREÇTE SOL CUNTACILIĞIN TEORİK ve TARİHSEL ARKA PLANI.” Ekonomi İşletme Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Dergisi 4 (1-2), 1-13, s. 2.
[4] Bu konuda Mehmet Ali Birand’ın 12 Mart Belgeseli adlı yapımındaki tanıkların konuşmalarına bakılabilir. Orada dönemin Başbakanı Süleyman Demirel dâhil MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur dâhil birçok tanığın tanıklıklarına başvurulmuş, hepsinin görüşleri alınmıştır.
[5] Hedin, S. (1899),Through Asia Vol. I-II., Harper Brothers Publishers, New York and London, s. 150, 176.
[6] Nietzsche, W.F. (2013), Zerdüşt Böyle Buyurdu, (çev) Osman Derinsu, Varlık Yayınları, İstanbul, s. 21.