“En büyük eksiğimiz hâlâ birbirimizi yeterince sevmeyi öğrenememiş olmamızdır”.

GALİP ERDEM

 “Turnam karakuşsun gökte uçarsın

Ol yüce dağları sen de aşarsın

Yaz gelince yaylalara kaçarsın

Yar köyüne uğrar m’ola yolun

AŞIK KEREM

Abdulkadir İLGEN*

-Oğlum burada ne işiniz var?

-Hiç, Turan’a gideceğiz.

-Turan mı?

-Evet Turan! Atalarımızın yaşadığı yerler, Esir Türkistan!

1948 yılının küçük bir serhat şehri olan Van sokaklarında ileri geri tabelaları okuyarak dolaşan pırıltılı bir gençle onun tavırlarından şüphelenen jandarma komutanı arasında buna benzer bir konuşma geçer. Jandarma için Turan, Ötüken, Almıla, Böğü Alp ve Kürşad gibi isimlerle iyice içinden çıkılmaz hale gelen konuşma ve soruşturma nihayet şehrin valisine intikal eder ve mesele anlaşılır.

Vali onları bir gece misafir eder ve geldikleri yere yollar.

O yıllarda Atsız’ın Bozkurtların Ölümü’nü bitecek diye korka korka okuyan genç Galip, İran üzerinden Türkistan’a geçmek için okul harçlıklarını biriktirmiş ve nihayet Van’a gelmiştir. Hadise bundan ibarettir.

Henüz “millet, milliyet, milliyetçilik ve hatta Türkçülük” kavramlarının bugünkü gibi hiç tartışılmadığı ve hele hele “ülkücülük” kavramının hiç gündemde olmadığı, bunların yerine “ilerici-gerici, faşist-Turancı” gibi kavramların yoğun şekilde kullanıldığı bir dönemde yola çıkmıştır yolcu.

Almıla’ya, o hiç görmediği kıza sırılsıklam âşıktır zaten. Kulaklarında kös ve davul sesleri, at kişnemeleri uğuldamakta, bakışları ufukları tutan tuğ ve mızrak ormanında bir tufanın içinde eriyip gitmektedir. Diline bir anda bir dörtlüğün mısraları dolanır.

Börteçine kurdun adı

Ergenekon yurdun adı

Dörtyüz sene durdun, hadi

Pek şenlendi konağımız

Dört yüz sene durdun, hadi; yürü! Esir Türkistan seni beklemektedir. Genç Galip’in içinde dalga dalga büyüyen ve bütün benliğini saran ve sonra bütün bir istenç, irade olan o vecd, daha sonraki yıllarda adeta onun tabiatı, karakteri olur.

Onun bir ahlakî duruş olan ülkücülüğü böyle başlar.

Kısa Biyografi

10 Mart 1930’da Rize’nin Fındıklı ilçesinde doğan Galip Erdem’in hayatı bu minvalde başlar ve bu minvalde biter. Babası Fındıklı’da Ofluoğulları olarak bilinen eski bir ailedir. Annesi Zekiye Hanım da Pehlivanoğulları olarak bilinen bir aileden.

İlkokulu Fındıklı, ortaokulu nahiye müdürü olan babasının memurluğu sebebiyle Bitlis ve Siirt’te tamamlayan bu adam 1949 senesinde Erzurum Lisesini birincilikle bitirir. 8 Kasım 1951’de yedek subay olarak gittiği askerliği 31 Ekim 1952’de teğmen rütbesiyle bitirince muhtelif yerlerde kesintili şekilde sürdürülen memuriyet hayatı başlar.

İstanbul’a geldiği yıllarda Şadi Pehlivanoğlu vasıtasıyla Türk Kültür Ocağı,  Milliyetçi Türk Gençlik Ocağı ve Türk Gençlik Teşkilatı’na katılır. Kısa zamanda temayüz eder. Zaten her zaman yaşının üzerinde bir tesir sahibidir.

1953 ve 1955 yılları arasında PTT Genel Müdürlüğü Ankara Yenişehir Merkezinde, Maliye Bakanlığı Milli emlak Genel Müdürlüğü, İETT İdaresi Takip Memuru gibi devlet memurluğu yapan Galip Erdem, üniversite tahsilini ancak 3.8.1959 senesinde bitirir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur.

Bu arada, yani 1954-1955 yılları arasında arkadaşlarıyla birlikte Kara Kedi isimli bir dergi çıkartmaya başlar. Dönemin en etkili dergilerinden biri olan Kara Kedi, muhtelif zamanlarda kapatıldığı için farklı isimlerle yayımlansa da nihayet yayınlarını sürdüremediği için kapanır.

1956 yılında 6- Eylül Olayları sırasında İstanbul’dadır. Gece Cağaloğlu’na gider. Gündüz uyuduğu için tabii ki olaylardan haberi yoktur. Dergi Yazıhanesinin camında “Milliyetçi Kara Kedi’ye Dokunmayın” yazısını okur. Eve dönerken polis yakalar. Devlete güvendiği için kaçmaz. Padişahın has kulu olduğunu düşünür ama doğrudan Selimiye Kışlasına götürülür.

23 Kasım 1959 yılında Bayındırlık Bakanlığında Tevfik İleri’nin müşavirliğine başlar. Bu görevi uzun sürmez. Aynı yıl Türk Yurdu dergisinin Neşriyat Müdürlüğü görevini yürütür. 27 Mayıs sonrası İstanbul’a geçer.

Tercüman imzasıyla fıkralar yazar. Altmışlı yılların başlarında Yeni İstanbul Gazetesinde fıkra yazarlığı yapar. Adalet Partisinin kuruluşunda Milliyetçi grubun en büyük öncülerinden biri olur. Bu arada tekrar devlet memuriyetine girer.

1963’te İzmir’de avukatlık stajını yapar. 10 Mart 1965’te Zafer Gazetesinde fıkra yazarlığı yaparken, aynı zamanda Sabah Gazetesinde çalışmaya devam eder. 1.7.1966 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Müdürlüğünde Müşavir olur. 1969 yılında tekrar fıkra yazarlığına başlar.

Bu arada MHP Genel İdare Kuruluna girer.

Galip Erdem daha sonra Başbakanlık Plan ve Prensipler Dairesinde danışman olarak görev alır. 31 Aralık 1969’da başbakanlıkta başladığı bu görev aslında Milli İstihbarat Teşkilatı Daire Başkanı Fuat Doğu’ya danışmanlık yaptığı dönemdir. Bu görevi 30. 06. 1973 tarihine kadar sürdürdü. Bu görevinden ayrıldıktan sonra Ortadoğu gazetesinde yazmaya başladı.

10.9.1975 yılında Başbakanlık Müşaviri olur. 22.7.1981 tarihinde Turizm ve Tanıtma Bakanlığında Genel Müdürlük Müşavirliğine nakledilir. 24.02.1982 yılında 20 yıl üzerinden devlet memurluğundan emekli olur. Bu tarihten sonra avukatlığa başlar. Bu süre altı yıl devam eder. Mamak’ta görülen Ülkücü Kuruluşlar Davasının avukatlığını üstlenir.

15.8.1989 yılında Namık Kemal Zeybek’in bakanlığı döneminde Kültür Bakanlığı APK Başkanlığında APK uzmanı olarak tayin edilir. Daha sonra üçlü kararname ile bakanlık müşavirliğine getirilir. Fikri Sağlar döneminde müşavirlikten alınıp tekrar APK uzmanlığına tayin edilir. Bu görevde iken 10.03.1995’te tarihinde yaş haddinden emekliye ayrılır.

12. Mart 1997’de Ankara Gazi Hastanesinde 67 yaşında hayata gözlerini yumar.

Yolda Bir Yolcu

Ömrü hep yolda bir yolcu gibi geçer. Zaten Peygamber-i Ekber de kendisiyle dünya arasındaki ilişkiyi tanımlarken “Benim dünya ile ne alakam var! Benim dünya ile alakam; bir ağacın altında gölgelenip istirahat ettikten sonra onu terk eden bir yolcu gibidir” dememiş midir?

Takvim yaprağının 1 Mart Perşembe olarak gösterdiği günlüğünün ilk sayfasına, 8 Eylül 1948 tarihinde şöyle yazmıştı:

“Ad-San  : Galip Erdem Rasim Oğlu

Ev Adresi: Yolcu olduğu için yok.

İş Adresi : İş bulamamıştır.

Telefon   : Ne arar…”

“Bugün, hayatım boyunca etkisi altında kalacağım; geleceğimi kıl üstünde (pamuk ipliğine) bağlayan bir karar aldım. Yarın Servet Kurt’la beraber Türkiye’den ayrılıp İran yoluyla uzak ülkelere hareket ediyorum… Aras’ın kenarından geçiyoruz. Toprağımızın evladı, sahibini kaybetmenin hüznüyle mahzun mahzun çağıldayan Aras’ın kenarından…”

Yolcu bizim topraklarımızdan doğup bize dökülmeyen Aras’ın kenarında hüzne gark olur. Yolda, Aras kenarında asker ocağından yeni dönen bir delikanlının yanında oturan ve bilgili zannettiği kişiye yönelttiği şu soru bütün bir hüzün, Esir Türkistan’ın hüznü olur yolcuyu yaralar. Aras’ın gittiği ufukları, kenarlarından geçen fatih orduların haykırışlarını duyamamanın verdiği duygu selinden, yanındaki bir muhaverenin apansız kulaklarına çarpan sesiyle uyanır.

Yanında oturan “gençlerden birinin” yanındaki bilgili zannettiği kişiye hitaben, “Emmi! Aras’ın suyundan içilmesi şer’an caiz midir? Bana öğrettiklerine göre, bütün suların Batı’ya akmasına mukabil Aras Doğu’ya aktığı için içilmemesi lazımdır!” sözü, doksan üç bozgunundan bu yana kültürün bütün bir çağrışımı olan yitik memleketler ve “zafer sabahlarını takip eden bozgun akşamlarını” aklına getirir.

On yedi o sekiz yaşlarındaki bir gencin çağrışımlarına bakar mısınız? Daha o yaşlarda bütün bir kültürü özümseyen bir ruh hali vardır karşımızda. Ve bu ruh hali bütün bir karakter olur etrafa sirayet eder. “Dünyanın çöpüne tamah etmeyen bu hal adamında” onun zerresi için bütün şahsiyetini feda edenlerin de “çöp kadar” değeri olmaz.

Onunkisi bir çiçek neden koku yaydığını bilmiyorsa, o türden bir eğilimdir. Nedensiz bir kendini adama, kendiliğinden ve O, “O” olduğu için öyle olunan bir hal. Öyle olmayanların anlayamadığı bu müstağni tavır, bazıları ve bilhassa komitacılıktan gelme siyasetçileri işkillendirmiş, tedirgin etmiştir.

O yüzden de bu adanmış, müstağni tavır mutlaka bir nedene, gizli bir siyaset ve iktidar eğilimine, onun sütreli bir nedenine bağlanmış ve bu sebeple belli reaksiyonlara yol açmıştır. Ve nihayet bu enerji, bu sembol ömrünü adadığı gençlerin gözünde türlü ayak oyunlarıyla sekteye uğratılmış, durdurulmuştur. Hatta daha da öteye gidilerek içerdeki bir yabancıya dönüştürülmüştür. Bizden olmayan bir yabancı, içimize girmiş bir güve.

Yolun yolcusunun gadre uğraması böyledir. Yoldakini yoldan çıkmış; yoldan çıkmışı yolda gibi gösteren bir illüzyon, bir yanılsama; aldatmaca ve vefasızlıktır yaşanan. Yolcu da bununla ödüllendirilir. Tarihteki bütün büyük mustaripler gibi onun da yolu bu hâristândan geçer.

“Sustu bülbüller, hıyaban uykuda”.

Gerçekten de bülbüller susmuş, hıyaban uykuya dalmıştır.

 “Gösterişsiz bir adamdı. Hal ehli, iyi bir Müslüman! Diğerkâmdı. Kendisi için yaşamadı. Kendisine faydalı olmadan yaşadı bu hayatı. Kırılırdı, incinirdi ama bunu belli etmezdi. Hayatının özeti bu idi. Başkaları için ve ilkeleri, davası için yaşadı.”

Yukarıdaki ifadeler benim değil, onu tanıyanlardan derlediklerim. Ben de bu hatırat üzerinden o büyük adamla bir tür empati kurmaya çalışan ve o büyük kafileye katılmak isteyenlerden biri. Bu yazıyı yazmadan önce kendisinin çok yakınında bulunmuş bizim neslin öncü isimleriyle görüşürken adeta o günleri, Galip Abiyi yaşadım. Hepsinde bir parça Galip Ağabey vardı. Gül gibi o da etrafa sirayet etmiş, herkesi kendi rengine boyamıştı. Hatta bunlardan birine, Şerafettin Abiye;

-Abi, biliyorsun Galip Abiyi yazacağım bir şeyler söylesen dedim.

-Sen Galip Abiyi nasıl yazacaksın ki dedi, onu hiç görmedin.

-Onu görenleri gördüm dedim.

Bu sefer biraz duygulandı ve “O” dedi, “benzeri bir daha gelir mi bilmem” diyerek derin bir iç çektikten sonra, “Benzersiz bir adamdı. Bir seferinde kendisiyle beraber Ankara’da Dündar ağabeyin yanına gitmiştik. Atatürk Bulvarında Bulvar Palas diye, o günler Ankara’sında yüksek sosyetenin gittiği bir yer. Yanında biri var, bir profesör. O bizi bu beyefendiyle tanıştırdı. Sonra Galip Abi bilmem kaç yılında falanca kolej takımında oynanan bir jübile maçından bahsetmeye başladı, özellikle de bir oyuncudan. Maçın bütün ayrıntılarını, hatta basketbolcunun neredeyse eksiksiz olarak o oyunda attığı kritik hareketleri de sayıp döktü. Sonra anlaşıldı ki, bahsettiği basketbolcu Dündar Ağabeyin bize tanıştırdığı adammış meğer. Herkes, hatta orada oturan profesörün kendisi bile şaşkınlık içinde kaldı”.

Ama bu adam, yoldaki bu büyük adam sadece bu değildi. Sadece zekâ değildi o; o her şeyden önce büyük bir ahlak ve şahsiyet adamı idi.

1984 yılında, Nisan ayında bir gün. O gün Ankara’ya görülmemiş bir kar yağmış. Kırk yıldır görülmedik bir kar. Mahkeme çıkışı. Yine 12 Eylül sonrasının o meşum dava celseleri. Ellerinde bir araba bile yok. Yalnız, Galip Abinin asker arkadaşı da olan Nuri Erogan isimli birinin arabası var. Galip Abi arabasını vermek istemeyen Nuri Erogan’a hitaben biraz da sert bir şekilde,

-İn arabadan dedi.

Şerafettin Abi, “Adam ister istemez arabadan inmek zorunda kaldı” diye anlatıyor. Osman Oktay, olayı yanlış biçimde Şerafettin Yılmaz Abinin bir serçesi vardı diye anlatıyor. Evet, Şerafettin Ağabey de orada ama araba onun.

Şerafettin Ağabey, “Nerede bizde serçe falan” diyor, “Biz o zamanlar çulsuzun biriydik!”

Nereye gideceklerini bilemiyorlar. Tek çare Lamia Hanımların evlerine sığınmak! Galip Abinin tek derdi gelinleri ve torunlarının (içerideki ülkücü geçlerin hanımları ve çocukları) bir an evvel eve ulaştırılmaları.

-Hadi Şeref, hadi! Sıkışın, sıkışın; üç kişi biner o arabaya…[2]

Şerafettin Abi dört-beş sefer yaparak o karda kışta emanetleri yerlerine ulaştırır. Gelinlerin ısrarına rağmen Galip Abi en sona kalır. Şerafettin Abi onun için son kez döndüğünde “adeta donmuş bir adam bulur”. Sanki bir tahta parçası gibidir. Eli, kolu ve ayakları oynamıyordu. Bıyıklarından, sakallarından buzlar sarkıyordu. Kaşı kirpiği her şeyi donmuştu. Soğuğu soğuk alır derler. Onlar da öyle yapmış ve Galip Abinin elini ayağını karlarla ovarak donun geçmesini sağlamaya çalışmışlar.

İşlemler bitip Galip Abi kendisine gelince,

-Tamam, ben iyiyim. Daha çay bile yapmadınız değil mi, hadi çay…

Bütün tepkisi budur. Uzatmayın, “çayı getirin”.

Oysa gönlü “Ay karanlık sökemedim yolumu/Soğuk almış ayağımı elimi/Ben kendime layık gördüm ölümü/Ahirette karşı gelsin iman hey!” diyor, başka bir şey demiyordu. Onun da sütresi buydu; çay getirin. Âlemi zahiriyle meşgul ediyor, çayın arkasına gizleniyordu. Bildiği siyaset buydu, ondan anladığı da bu; hepsi bu kadar.

Aksi halde bir beklentiye girmiş gibi olur, karşılıksız çıktığı yolda karşılık görmüş olurdu. Bu kadarcık ilgiyi bile nefsine fazla gören bu adam, bu ülkücünün asıl kavgası insan varlığı denen bu muammanın içindeki “karanlık çamur gayyasına” karşı yalın kılıç savaşmaktı.

Ne demişti Kerem,

“Yazık oldu düştük dilden dillere

Bülbül konmaz oldu gonca güllere

Ağlayarak düştük tozlu yollara

Gelen derdi giden derdi yol derdi

Gelen derdi, giden derdi yol derdi! O, dert kervanına koşulmuş, kazanında dert kaynatmış; kendisine dert, ağyara şerbet sunmuştu. Yolun erkânı buydu. Yolun derdiyle dertlenmek ve bir lahza ah etmemek. Arı da öyle değil miydi, çiçeği bal edip zehri bala çevirir ve hiç de nazlanmazdı…. Devam edecek


*Prof. Dr.

[1] Bu yazı hazırlanırken Galip Abinin belli başlı eserleriyle Nevzat Kösoğlu’nun kaleme aldığı “Galip Erdem” ve bilhassa Osman Oktay’ın “Galip Abi: Kendini Unutan Adam” kitabı olmak üzere Nuri Gürgür, Şerafettin Yılmaz, Cezmi Bayram, Bilge Erdem, Osman Çakır ve Efendi Barutçu gibi o dönemin bazı tanıkların anlattıklarından yararlandım. Bu anlatılardan bazılarında birebir “o anı” yaşadım diyebilirim. O denli içli ve duygusal anlardı bunlar. Ve bu tanıklıklarda, eserlerinde dışa vuran Galip Erdem ile gerçekte yaşayan Galip Erdem arasında, eserini de aşan ve adeta bütün bir ufku kaplayan çok bir büyük adam silueti gördüm. Demek ki bu büyük adam kendini dikkatle ketmetmiş, asıl eserini ruhlarda bıraktığı tesirlerle vermişti.

[2] Şerafettin ağabeye, “Pekâlâ, abi arabayı kim kullandı o zaman diye soruyorum”. O bana “Orasını hatırlamıyorum” diye cevap veriyor. Ama kesin olan serçe Şerafettin ağabeye ait değil. Osman Oktay bilgiyi her nereden almışsa, yanlış bir hatırlamadan kaynaklı bir eksiklik olduğu anlaşılıyor. Daha sonra teyit için Osman Oktay’ı arayınca o da “Ben de Şerafettin ağabeyin bir serçesi olduğunu hatırlayamadım, demek ki, olayın kaynağında bir yanlışlık var. Biz de o şekilde almışız” diyor.