Türk Ocakları Eskişehir Şubesinin sayfasında yazdığım ilk yazıdan sonra bazı yerlerden dönüşler aldım. Bunlardan biri de Türk Ocakları İstanbul Şube Başkanı Cezmi Bayram’dı. Kendisiyle zaman zaman vicahen olmasa da telefonla görüşür, görüş alışverişinde bulunuruz. Daha doğrusu o sitemlerde bulunur ben de dinlerim. Bu sefer de öyle oldu.

Sonra söz tekrar bu konuya geldi, daha doğrusu meseleyi o noktaya ben taşıdım. Dedim ki,

-Abi, bu işler öyle konuşarak olmuyor. Bizim de tıpkı benzerleri gibi bu telif ödeme işini ciddiye almamız lazım. Yüzyılın başında Diyarbakır’dan gelen Ziya Bey (Gökalp), çıkarılan dergilerde yazanlara daha Selanik’teyken 20 gümüş Mecidiye ödediği halde, bazıları bu rakamı düşük bularak yazmak yerine başka meşgaleleri tercih ediyorlar.

-Bugün bunun birçok yolu var. Türk Ocakları kamu yararına hizmet eden bir kuruluş olarak pekâlâ yaptığı hizmetler karşılığı belli bir fon oluşturabilir. O da olmazsa yapılan işleri belli projelere dayandırarak finansman işini halledebilir dedim.

Sonra mevzu başka yerlere gitti ve meseleyi kapattık. O arada tetkik ettiğim bir eserde gördüğüm bir hatıra beni başka yerlere götürdü. Olayı aktaran Yusuf Ziya Ortaç’tı.

“Birinci Dünya Savaşına girmemiştik henüz. Bilgi Derneği toplantılarının ikinci haftasıydı. Hece vezniyle yazdığım ilk manzumeyi okumuştum o gün. Akşam üzeri merdivenlerden inerken, arkamdan telaşlı bir ses koştu:

– Yusuf Ziya Bey… Yusuf Ziya Bey…

Bu, onun sesiydi. Bana:

– Ziya Gökalp Bey rica ediyorlar, dedi, müsaade buyurursanız şiirinizi Türk Yurdu’na koyalım…

O kadar sevinmiştim ki, manzumenin yazılı olduğu kâğıdı bulmak için bütün ceplerimi on parmağımla didikledim. . .

İki hafta sonra, Türk Yurdu’nun kalın kâğıtlı kırmızı kapağında adım vardı. O akşam, yine aynı telaşlı ses beni merdiven başında durdurdu. Solda bir odaya girdik ve derginin idare müdürü, kasayı açtı, bana ‘telif hakkı’mı verdi. Bu, kalemimle kazandığım ilk paraydı: Bir sarı altın!…”[1] (Ortaç 1963: 70).

1914’ün Haziran başı. Henüz I. Harb-i Umumiye girilmemiş. Türk Yurdu 69. Sayısına ulaşmış bir dergidir ve belli bir usûl geliştirilmiştir. Cezmi Abiye bu mevzuyu da açtım. Dedi ki,

-Yahu oradaki adamlar bizim gibi koyun peşinden buraya gelmiş adamlar değil ki, her biri deve dişi gibi adamlar. Bir Gökalp; babası şu amcası bu, müftü. Hamdullah Suphi dersen paşazade. Köprülü hakeza, Köprülüler sülalesine dayanan bir güzide… Sen kimsin ben kim.

Söyledikleri doğruydu doğru olmasına ama coğrafya kader dedikse o kadar de değildi. Bu hep böyle mi devam edecekti. Nedim Abiden aldığım tepki de benzer şeyleri ihtiva ediyordu.

Bu arada Türk Yurdu dergisi editörü Ayşegül Büşra Paksoy’un da benzer endişeleri taşıdığını hissettim. Dergi çıkartmak, yazı toplamak, redaksiyon, sosyal medya tasarımı ve bütün bunların profesyonel bir titizlikle yürütülmesi işi zannedersem meslekten profesyonellere tevdi edilmek yerine herkesin yürütebileceği işler kabilinden görülüyor.

Böyle görülüyor da ne oluyor? Olan, ciddi işler yapılamayışı.

Benim bu konuyu bu kadar ciddiyetle ele almam şahsî bir mesele olmaktan öte, bunun içtimai bir terbiye olarak davranış kodlarımıza işlemesi. Bunun asgari şartlarından biri de tıpkı Batılı muadillerinde olduğu gibi burada da işlerin kesin hatlarla birbirinden ayrılması.

İdarî işlerin ayrı, fikrî işlerin ayrı ayrı muameleye tâbi tutulması.

Bu terbiye tutar mı tutmaz mı ayrı bir konu, ama tutmazsa hiçbir şey tutmaz diye düşünüyorum. Tutmaz çünkü medeniyet dediğimiz şey sürdürülebilir kurumsal araçlarla kurulur, el yordamı ve angaryayla değil.

Angarya, nakdi ekonomiye geçilmemiş toplumlarda ödemelerin para ve malla değil bedenen ödenmesi gibi ilkel bir yöntem olarak devreye sokulmuştu. Daha sonra Patrik-Plep ve Senyör-Serf ilişkisi şeklinde devam eden yapısal bir emek istismarı ve köle kullanımına evrilerek insanlığın utanç lekesi olarak asırlarca sürdü.

Bugün sermaye-emek istismarı şeklinde yürütülen bu sürecin daha insani noktalara gelmesi başta az gelişmiş memleketler olmak üzere hepimizin sorunu olarak ortada duruyor.

Meccani ilişkilerde de bu mesele hep o eski hatırayı, bedenen ödeme olan angaryayı çağrıştırıyor, fedakârlığı değil. Unutmayalım, fedakârlık kural değil istisnadır.


[1] Ortaç, Yusuf Ziya (1963). Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler, İstanbul: Akbaba Yayınları, S.70.