Hukuk, Adalet Ve Doğru Yönetim Konularında Hz. Ömer Ve Osmanlı Devleti Örneklerini Yeniden Düşünmek Gerekiyor
Nuri GÜRGÜR
Adalet, hak ve hukuka uymak, doğruluktan ayrılmamak, insanlar arasında hakkı koruyup zulmü ortadan kaldırmak anlamına gelen temel ahlâk ilkesidir. Montaigne “adaletin olmadığı yerde ahlâk da olmaz” derken bu iki kavramın sebep-sonuç ilişkisini işaret eder. Çok eski çağlardan beri bunlar insanlığın ortak değeri olarak kabul görmüştür. Hadis-i Şerif’te “Bir saatlik adalet bin yıllık nafile ibadetin” yerini tutacağı belirtilir. Adaletin hayata intikali hukuk yoluyla, yargı ve kurallarla, hukuki mevzuatla sağlanır. Mahkemelerimizde duruşma salonlarında yazılı olan “Adalet Mülkün Temelidir” ibaresiyle bir yargının tarafsızlığının önemi vurgulanırken diğer yandan daha da önemlisi devletin varlığının ve egemenliğinin adaletle sağlanacağı ifade ediliyor.
16. yüzyılda zirveye ulaşan Türk-İslâm medeniyetinin, Osmanlı’nın ufak bir aşiretten hızla büyüyerek Cihan Devleti oluşunun en önemli sebebi, sosyo-ekonomik ve toplumsal düzenin başından itibaren adalet ilkelerine sıkı sıkıya bağlı şekilde inşa edilmesidir. Aslında devlet düzeninin adalete uygun ilkelerine özen gösterilerek oluşturulması, yeni kurumların hukuki esaslarının belirlenmesi Hz. Ömer’in halifeliği döneminde başlar. Her bakımdan mükemmel bir lider, başarılı bir yönetici olan, Kur’an ahlâkını hayat tarzı olarak benimseyip yaşayan, Resulullah’ı (S.A.V.) örnek alan Hz. Ömer’in en önemli meziyetlerinden biri adalet konusundaki hassasiyeti ve buna bağlı olarak yaptığı uygulamalardır. Hz. Ebubekir’in Halifelik görevini üstlendiği dönemde Müslümanlık hızla yayılıyor, Arabistan coğrafyasının dışına Suriye ve Irak’a doğru yöneliyordu.
Medine merkezli bir şehir devleti konumundaki İslâm devleti, onun başarılı yönetimi altında siyasi sınırlarını hızla genişletti. Suriye, Irak ve Mısır fethedildi, bölgenin en güçlü devleti, imparatorluğu haline geldi. Farklı din, dil, kültür ve etnik grupların yaşadığı geniş toprakların toplumsal huzursuzluklar ve çatışmalar yaşanmadan yönetilmesi çok zordu. Hz. Ömer sadece askeri başarılar sağlayarak iki güçlü komşusunu, Doğu Roma (Bizans) ve İran Sasani devletini yenip fütuhat yapmakla kalmadı, dâhiyane bir beceriyle idari yapıyı, bütün kurumlarıyla ihtiyaçlar neyi gerektiriyorsa gereğini yaparak yeniden kurdu. Fethedilen yerlerin ahalisinin çoğu Hıristiyan’dı; Müslüman olmaları hususunda hiçbir zorlama yapılmadı. Zimmî diye adlandırılan bu kesim inançlarını özgürce yaşıyor, cizye ve gümrük vergisinin dışında hiçbir ödeme yapmıyorlardı. Egemenlikleri altına girdikleri yeni yönetimden memnun olduklarından önceki yönetimlerin ayaklanma çağrılarına uymadılar, devlete bağlı kaldılar.
Hz. Ömer Kur’an hükümlerine titizlikle uyuyor, yönetimi istişare yaparak yürütüyordu. Sınırların genişlemesine paralel olarak devletin gelirleri hızla çoğaldı. Bedir gazilerine 4 bin, Uhud gazilerine 3 bin dirhem olmak üzere yönetim içerisinde herkese kademeli olarak maaş bağlandı. Mescid-i Nebevi’deki istişari toplantıda Halife’ye ne ödeneceği konuşuldu. Makul miktarda yiyecek ve giyecek alması uygun bulundu. Daha sonra 5 bin dirhem alması kararlaştırıldı. Bir imparatorluğa hükmedecek kadar güçlü olan, emirlerine tartışmasız uyulan, Beytülmal sistemini kurarak büyük meblağlara yükselen hazineyi hukukî bir sisteme bağlayan Halife Şura’nın kararına aynen uydu. Ömrü boyunca son derece mütevazı yaşadı. Gömleğinde çok sayıda yama vardı, geceleri hasırın üzerinde uyurdu. Saraylarda oturan Kisra’nın hazinelerini devlete almıştı ama “benim de sarayım, uşaklarım, muhafızlarım olsun” demeyi aklından geçirmedi. Bazen yorulduğunda bir köşesine kıvrılıp uyuduğu Mescid-i Nebevi onun yönetim karargâhıydı. Medine’ye ilk geldiğinde aldığı, Mescid’e 3 km uzaklıktaki evinde oturdu. Ölmek üzereyken yaptığı vasiyette bu evin satılarak borçlarının ödenmesini istedi.
Sadelik, tevazu şahsiyetinin değişmeyen özelliğiydi. Ama bu tavır onun yönetici olarak heybetini, kudretini, azametini asla zedelemedi. Tek elbisesini yamayarak giyiniyor, yıkadığında kuruyuncaya kadar dışarıya çıkamıyor, gece karanlığında yaşlı dul bir kadının evine sırtında su taşıyor, Kudüs’ü teslim almaya tek başına gidiyor ama efsanevi komutan Halid Bin Velid’i, Sa’d bin Ebi Vakkas, Ebu Musa el Eşari, Muaviye gibi valilere emirler veriyor, gerekli gördüğünde azlediyordu. İtibardan tasarruf olmaz diye düşünmeden mütevazı yaşayıp işini doğru yapmaya çalışıyordu.
Hz. Ömer’in adalet, hukuk, yargı sistemi konularında yaptıkları, bu konularda koyduğu hükümler ve talimatlar, görevlendirdiği kadıların seçimindeki kriterleri hukuk tarihine geçecek nitelikte mükemmel hizmetlerdir. Hilafeti döneminde adliyeyi idari birimlerden ayırdı; mahkemeler kurdu, kadılar atadı. Mahkemelerin siyasi güç sahibi yöneticilerin etkisinde kalmadan adil hüküm vermelerine bizzat kendisi bir davada kadının huzuruna çıkarak örnek oldu. Kûfe valisine gönderdiği fermanda şöyle diyordu: “Elhamdülillah şunu bil ki adalet mühim bir mükellefiyettir. Huzurunda, refakatinde ve kararlarında halka eşit muamele et ki zayıf olanlar adaletten ümitlerini kesmesinler; yüksek mevkide olanlar da kayrılmayı ümid etmesinler. İsbat mükellefiyeti davacıya aittir. İnkâr edene yemin düşer. Şüphede olduğun bir mesele hakkında Kur’an veya Peygamber (S.A.V.) sünnetinde bir şey bulamadığın zaman meseleyi tekrar düşün. Emsalleri ve benzer vakaları tekrar tefekkür et ve kıyas yaparak karar ver.”
Emevi Abbasi’lerin yönetimi aldıkları dönemlerde Hz. Ömer’in kurduğu yapı tümüyle değiştirildi, tek kişinin sözünün geçtiği, babadan oğula geçen, kabile/aşiret asabiyetine dayanan halife/saltanat yönetimleri kuruldu. İslâm’ın esaslarına aykırı bu otokratik yönetimler Kur’an hükümleri tahrif edilerek dini meşruiyet kazanmaya çalıştılar. Sonuçta hepsi zeval buldu. Ama Müslümanlar uzun asırlar zihnen, fikren, siyaseten bu yıkıntının altından kalkamadılar. Osmanlı Devleti bir medeniyet dirilişiydi. Kuruluşundaki manevi hassasiyetler, ölçüler, benimsenen ilke ve değerler, toplumsal ilişkiler ve cihad ruhu/coşkusu Türkmenlerin Türkistan’dan taşıyıp getirdikleriyle Hz. Ömer’in hilafeti dönemindeki uygulamalarının büyük çapta harmanı gibiydi.
Cihan Devleti, kuruluş ve yükseliş dönemlerindeki esasların unutulmasına, hünkârın saltanatın rehaveti içerisinde sarayına kapanmasına, medreselerin, ulemanın skolastik zihniyetin kolaylığını ilim diyerek benimsemesine, ilmî gelişmelerin dışında kalmalarına bağlı olarak bir saat gibi işleyen sistem giderek bozuldu; kurumsal yapılar çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyince Devlet-i Aliyye önce durakladı, ardından gerileyip dağıldı.
Yeni bir medeniyet hamlesinin konuşulduğu bu dönemde neye ihtiyaç bulunduğu Türk ve İslâm tarihinde yazılıdır. Öncelikle bunları okumalı, örnek almaya çalışmalıyız. Hz. Ömer gibi dünyevi saplantıları olmayan, sultan olmayı değil halkına hizmet düşünen, bilgili olduğu kadar sade ve vakur; Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerindeki gibi liderlik niteliklerine sahip hakanlar, Fatih Sultan Mehmet gibi âlim ve teşkilatçı, diriliş hamlelerinin mimarları olan yöneticiler bir zamanlar vardı şimdi neden olmasınlar. Toplum olarak neye ve kimlere ihtiyacımızın olduğuna ciddiyetle ihtiyaç duyarsak, bunları aramaya, bulmaya çalışırsak 85 milyonun içerisinden aradıklarımızı inanıyorum ki zor da olsa buluruz.