TÜRKİYE SİYASETİNDE ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞ VE 14 MAYIS 1950 SEÇİMLERİ
-2.Bölüm
Nuri GÜRGÜR
Atatürk’ün vefatından sonra Cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü, kısa bir süre sonra toplanan CHP Kurultayı’nda Millî Şef ve partinin değişmez Genel Başkanı ilan edildi. Basılan paralarda ve Darphane’den çıkan altınlarda artık onun resimleri yer aldı. Hitler’in Almanya’nın yönetimini ele geçirmesinden sonra giderek yükselen savaş ihtimali, 1939 yılının Eylül ayına girilmesiyle birlikte gerçeğe dönüştü; önce tüm Avrupa, ardından Doğu Asya altı yıl boyunca tarihin en kanlı savaş dönemine girdi.
Türkiye’nin bütün taraflarla iyi ilişkileri vardı. Rusya ile 1925’te, İngiltere ile 1939’da Dostluk Antlaşmaları imzalamıştık; Almanya sanayisi için gerekli olan kromu bizden alıyordu. Ancak Hitler’in Sovyetler Birliği’ne savaş açıp hızla Balkanlar’a inivermesi üzerine savaş tehdidi altına girdik ve yoğun savunma önlemleri almaya başladık. Silah altına alınan bir milyondan fazla askerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için yıllar boyunca bütçeden en büyük payı Millî Savunmaya ayırdık, yatırımlar tümüyle durduruldu. Savaşa girmemiştik ama halkımız olumsuz etkilerini savaşta taraf olan birçok ülke halkından daha fazla yaşadı. Kaynaklarımız yetersizdi, savaş döneminde ve sonrasında yatırım anlamında adeta çivi bile çakılmadı.
Zaten geçim sıkıntısı çekmekte olan nüfusumuzun çoğunluğu daha fazla yoksullaştı. İhtiyaç malları karaborsaya düştü. CHP’nin üst düzey siyasetçilerinden Faik Ahmet Barutçu hatıratında şunları yazıyor: “Ülkenin dört bucağından açlık haberleri ve iniltileri duyuyorduk. Bakanlar, pek azının dışında sandalyelerinin adamı değillerdi. İnönü’nün Kayseri gezisinde halk ‘açız’ diyerek otomobilinin üstüne çıkmıştı. Şartlar öylesine zordu ki hububat bulunamadığından Edirne’de nefsini köreltebilmek için küspe yiyen birkaç vatandaş karınları şişerek açlıktan ölmüşlerdi. Subayların en büyük sıkıntısı eratın açlığını giderebilecek iaşeyi bulmaktı. Taş gibi sert siyah ekmek karneye bağlanmıştı; herkese günlük 125 gram ekmek verilebiliyordu.”
Neyse ki korkulan Alman saldırısı olmadı. Müttefiklerin 1943’ten başlayarak Almanya’ya karşı savaşa girmemize yönelik ısrarlı taleplerini, ordumuzun henüz hazır olmadığını, her cinsten çok sayıda silah verdikleri takdirde savaş kararı alabileceğimizi söyleyerek kabul etmedik. Ancak Almanya’nın teslim aşamasına geldiği 1945 yılının Şubat ayında İngiltere bir nota vererek San Fransisco’da kurulması planlanan Birleşmiş Milletler Örgütü’nün ilk adımı olacak İnsan Hakları Bildirisi’ni hazırlamak amacıyla San Fransisco’da toplanacak konferansa katılmak ve kurulacak örgütün üyesi olmak istiyorsak o yılın Mart ayının sonuna kadar Almanya’ya savaş ilan etmemiz gerektiğini bildirdi. Türkiye, 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya şeklen savaş ilan ederek demokratik devletler safını seçmiş oldu.
Bu tercihi yapmak zorundaydık. Çünkü Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden gelen tehditlere karşı yalnız kalmaması gerekiyordu. 1925 yılında Sovyetlerle imzaladığımız Dostluk Antlaşması’nın uzatılması konusunda sıkıntılar yaşanıyordu. Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper 1944 yılında bu konuyu Dışişleri Bakanı Molotov’a açtı. Kızıl Ordu’nun bozgun halinde kaçmakta olan Alman askerlerinin ardından bütün Doğu Avrupa’yı istila etmesinin etkisiyle Stalin ve diğer yöneticilerin özgüveni zirvedeydi. Molotov Sarper’e antlaşmanın yapıldığı şartların değiştiğini, ülkesinin güvenliğinin sağlanabilmesi için Boğazlar’da askeri üssünün olması gerektiğini, buna ek olarak Kars ve Ardahan’ın kendilerine verilmesini istediklerini söyledi. Sarper Ankara’ya sormaya bile gerek görmeden bu isteklerin kabulünün mümkün olmadığını belirtti. Ancak Kremlin bu isteklerini 1945 yılında Ankara’ya ihtar vererek resmî hale getirdi. Ankara, tabii bunu da reddetti.
Türkiye’nin yalnızlıktan kurtulması, Batılı ülkeler nezdinde itibarının yükselmesi için “tek partili otoriter sistemi” değiştirmesi gerektiğini Cumhurbaşkanı İnönü görüyordu. Hatta San Fransisco’da yapılacak toplantıda ülkemizi temsilen giden Nihat Erim ve F. Cemal Erkin’i uğurlarken onlara ABD temsilcilerine çok partili döneme geçileceği bilgisini iletmelerini söylemişti.
İlk olarak 1945 yılının Temmuz ayında Nuri Demirağ başkanlığında Millî Kalkınma Partisi adıyla bir parti kuruldu. Ancak bu parti halkın desteğini alamadı, sönük kaldı. Fakat dört CHP milletvekilinin, Celal Bayar, Adnan Menderes, Prof. Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın başlattığı hareket çok farklı bir seyir izledi.
Bunlar önce “dörtlü takrir” diye anılan bir önerge vererek Parti içerisinde köklü bir reform yapılmasını istediler, önerge grupta reddedildi. Ardından Toprak Kanunu tasarısını eleştirdiler ve görüşlerini gazetelere makale olarak da yazdılar. Parti yönetimi bunları Eylül ayında partiden ihraç etti. Bayar, hem partiden hem de vekillikten istifa ederek kararı protesto etti. Dörtler, kendileriyle beraber hareket eden Prof. Hikmet Batur gibi bir grup aydınla birlikte 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdu.
Parti ilk andan itibaren halkımız tarafından benimsendi. Yurdun her yerinden partiye katılmak, teşkilat kurmak için yoğun talepler geliyor, halk partiyi güçlendirmek maksadıyla adeta seferber oluyordu. CHP yönetimi ilk başta bu girişimi küçümsüyor, halkın Millî Şef ve Cumhuriyet’i kuran partilerini terk etmeyeceğine, yeni partinin kendilerine ciddi bir rakip olamayacağına inanıyordu. Çünkü altı oktan birinin halkçılık olmasına rağmen halktan kopmuşlardı. İnsanlarımızın yıllardır çektiği maddi ve manevi çilelerini, dertlerini anlatacak muhatap bulamamasının, jandarma ve polis baskısının, kaymakamdan, validen, taşradaki CHP yöneticilerinden başlayıp Ankara’ya, Çankaya’ya uzanan oligarşik ve otoriter hiyerarşinin halkı nasıl ezdiğini, bezdirdiğini görmüyorlardı.
DP’nin hızla büyüdüğünü görünce bir yandan valiler kanalıyla teşkilatlanması engellemeye çalışılırken diğer yandan seçimler iki yıl erkene alındı. Bu arada Meclis’te seçim kanununda değişiklik yapılarak vali ve kaymakamların gözetiminde seçimin “tek dereceli” olmasına, “açık oy gizli tasnif” le yapılmasına karar verildi. Bu sistemin her türlü haksızlığa, hile ve yolsuzluğa kapı açacağı belliydi. DP’de bir ara seçimlere katılmayıp seçimleri protesto etmek düşünüldüyse de iktidarın bunu “korkup kaçtılar” diyerek koz olarak kullanmasını önlemek için seçime katılmaya karar verildi. Fakat DP bazı il ve ilçelerde teşkilatını kurmaya zaman bulamadığından 465 vekilin seçileceği seçimlere 273 aday gösterebildi. İktidar partisi kazanabilmek için başta İstanbul olmak üzere yurt sathında akla gelebilecek her türlü hukuk dışı yolu ve yöntemi kullandı. Sonuçta CHP’nin 395, DP’nin 66, bağımsızların 7 milletvekilliği kazandığı açıklandı. Halkımızın çok sevdiği, hürmet ettiği Mareşal Fevzi Çakmak, Başbakan Saraçoğlu’nun ısrarlı davetlerini kabul etmeyerek DP listesinden bağımsız aday olmuştu. DP Cumhurbaşkanlığına onu aday göstermişti.
Yeniden Cumhurbaşkanı olan İnönü, partisinin en radikal ve sert ismi olan Recep Peker’i Başbakan olarak atadı. Ama bu tercihin yanlış olduğu görüldü. Tek parti dönemindeki siyasal ve idari otoriterlik anlayışının temsilcisi olan Peker’in muhalefete karşı tutumu ortamı gerdi. DP’nin 1947’de toplanan ilk kongresinde katılım çok yüksek, heyecan ve coşku doruktaydı. Toplantıda hazırlanan “Hürriyet Misakı” isimli bildiride Peker Hükümeti sert şekilde eleştiriliyor, hükümetin hukuki olmayan kararlarına halkın direnme hakkının olduğu vurgulanıyordu. Bu bildiri, Hükümet’in seçim kanununu değiştirerek seçimlerin adil ve dürüst şekilde yapılmasını sağlayacak bir yapı oluşturmaması durumunda Meclis’ten çekilme ve seçimleri boykot konusunda karar vermek üzere Yönetim Kurulu’nu yetkili kılıyordu.
Cumhurbaşkanı 12 Temmuz’da bir bildiri yayınlayarak gerginliği azaltmaya, muhalefete hukuki güvence vermeye çalıştı; Bayar ve Peker ile de görüştü. Bayar ve Menderes gerginliğin yol açabileceği vahim sonuçların önlenmesi için mutedil bir politika izlenmesini istiyorlardı. Parti grubundaki sertlik yanlısı şahinler Bayar’ın İnönü ile görüşmesinin “muvazaa” (gizli anlaşma) olduğunu iddia ederek tepki gösterdiler. 33 milletvekili istifa ederek Millet Partisi adıyla bir parti kurdu.
Bayar, yönetim kurulu ve partide kalan grup son derece dikkatli, basiretli kararlı bir politika uyguladı. Parti’nin gücünü belli edip iktidarı ürkütmemek için yerel ve ara seçimlere katılmadılar. CHP ile ortak seçim komisyonu kuruldu. Seçimlerin tümüyle yargı gözetiminde yapılmasını sağlamak üzere Yüksek Seçim Kurulu oluşturuldu. Bu kurumun varlığı sayesinde 2018’e kadar yapılan seçimler ne kadar gergin ortamda yapılırlarsa yapılsınlar, YSK’nın açıkladığı sonuçları herkes saygıyla karşıladı; çünkü yargıya güveniliyor, siyasal etkiden uzak kaldığına inanılıyordu. Aslında iki parti isteselerdi çok daha kapsamlı hukuki düzenlemeler yapabilirler, kuvvet birliğinin benimsendiği 24 Anayasası’nı değiştirebilirler, Anayasa Mahkemesi gibi çok elzem yüksek kurullar oluşturarak Türkiye’nin, kuvvetler ayrılığının benimsendiği, yargının bağımsız ve tarafsız olduğu modern bir hukuk devleti olmasını sağlayabilirlerdi. Buna yönelmedikleri gibi seçimlerin çoğunluk sistemine göre yapılmasında anlaştılar. Çünkü iki parti de çoğunluğu kendilerinin sağlayacağından emindi. CHP yöneticileri alacakları oylarda azalma olsa bile İsmet Paşa’nın tarihi ve karizmatik kişiliğinin, ülkeyi savaşa sokmama başarısının, dış sorunlara ve Sovyet tehdidine karşı bilgi ve tecrübesinin yeterli olacağını düşünüyorlardı. Ama 14 MAYIS akşamı ilan edilen sonuçlar İnönü ve parti yönetimi için tam bir hüsrandı. Katılımın yüksek olduğu seçimlerde çoğunluk sistemi uygulandığından CHP oyların yüzde kırkını almasına rağmen 69 milletvekili çıkarabildi. Bu Meclis’teki varlığının yüzde 14’te kaldığı anlamına geliyordu.
14 MAYIS 1950’de halkın özgür iradesiyle iktidarı değiştirmesi, DP’nin seçim kampanyasında kullandığı “Yeter! söz milletindir” sloganının gerçeğe dönüşmesi kendi tarihimiz açısından olduğu gibi İslâm dünyası bakımından da siyasal bir devrimdir. Büyük bir coşkuyla, oyların yüzde 55’ini alarak iktidara gelen DP’nin askeri bir darbeyle yıkılması, darbeyle oluşan öfke ortamında bir Başbakan ve iki bakanın hukuki gerekçelerden yoksun fanatik iddiaların etkisiyle asılmaları siyasi tarihimizin yüz karası bir faciadır. Bu dönemi çeşitli yönleriyle darbenin yıl dönümü olan 27 Mayıs’a doğru inşallah değerlendirmeye çalışacağım.