DİN-KÜLTÜR İLİŞKİSİ

TÜRKLERİN İSLAM ALGISI HANEFİ-MATURİDİ ANLAYIŞI ÇERÇEVESİNDE OLUŞMUŞTUR.

Türk Ocaklarının 34 yıldır yapageldiği Ramazan Konferanslarının bu sene ikincisinde ESOGÜ İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Mustafa Yıldırım “Din-Kültür İlişkisi” hakkında konuştu. Büyük bir topluluk tarafından ilgiyle izlenen konuşmasında özetle;

Son ilâhî kelam Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed (as)’ın ve muhatap olduğu kavminin dili olan Arapça olarak indirilmiştir. Bütün dillerde olduğu gibi Arapça da Arapçayı konuşan toplumun coğrafyası, iklimi, hayat tarzı, kültürü, sanatı, değer yargıları, edebiyatı, kısaca hayatın bütününü içine alan bir üslupla şekillenmiş; ifade kalıpları oluşturmuştur. Dili oluşturan bu unsurlar her dilde farklılık arz eder.

Hitap tarzını etkileyen en bâriz etken, o toplumun kültürüdür. Kültür, “bilgilerin, inançların, sanatların, değerlerin, kuralların, örf ve âdetlerin, toplumun üyesi olan insan tarafından sonradan kazanılmış bütün kapasite ve alışkanlıkların tamamıdır.”

TÜRKLER, ARAPLAŞMADAN GERÇEK ANLAMDA MÜSLÜMANLIĞI TEMSİL ETMİŞLERDİR.

Türklerin İslam algısı Hanefi-Maturidi anlayışı çerçevesinde oluşmuştur. Bu anlayış, İslam dinini Hicaz şartlarıyla günümüze taşıma iddiası güden selefi anlayıştan uzak felsefi bir anlayıştır. Çünkü Arap toplumunun şartlarına göre şekillenmiş bir vahyi diğer toplumlara aktarmak, vahiydeki mesajı tespit etmek ciddi bir düşünce birikimine ihtiyaç duyar. Bu birikime ve ferasete sahip olan ecdadımız, halkı farklı dini terimlerle boğmadan Yesevî ahlak yaşantısı doğrultusunda, kendi örfü ve hayat tarzıyla örtüşen bir din yorumu geliştirmiş ve asırlarca Kur’an ve sünnete en uygun ve en sade bir dinî yaşama modelini ortaya koymuştur. Dinin hukuk boyutunu büyük ölçüde örfî hukukla, duygusal boyutunu ise musikî, mimarî, edebî pek çok kültürel değerle ifade edip uygulamıştır. Türkler, tarihî süreç içerisinde farklı kırılmalar, aksamalar da olsa İslam dininin değerlerini kendi kültürlerinde harmanlayarak Araplaşmadan gerçek anlamda Müslümanlığı temsil etmişlerdir.

Camiler, türbeler, yatırlar, mezar taşları Türk vatanlarının bir çeşit tapusu hükmündedirler ve aslında her biri, Türk-İslam kültürünün şaheserleridirler. Klasik fıkıh anlayışında bunlar da bidattir. Bu anlayışa göre insanımız bu eserlere manevi değer yüklediği için şirk içindedir. Türbeler yıkılmalı, yatırlar silinmeli, mezar taşları yerle bir edilmelidir. Acaba bu zihniyet, sekiz yüz sene İslam dininin yaşandığı Endülüs/İspanya topraklarında bir türbe, hatta bir mezar taşı bırakmayan zihniyetle aynı yerde buluşmuş olmuyor mu? Onlar bunu İslam dinini yok etmek için yaparken bu anlayışın sahipleri güya İslam’ı aslına döndürerek dini korumak için yapıyorlar.

“İslamın aslına dönüş” gibi Müslümanlara çok sevimli gelen ve heyecan veren cazip bir söylem, özellikle sanayi devriminden sonra siyasi gücünü kaybetmiş, maddeci felsefe karşısında iflas etmiş çağdaş Müslüman için cazip bir söylemdir. Günümüzde bu söylemi gerçekleştirmek için bin küsur yıllık en güzel İslam yaşantısını sergileyen Türkiye’deki Müslümanlara kültüründen arındırılmış, bin dört yüz sene önceki coğrafyanın ve kültürün şartlarına göre şekillenmiş bazı uygulamalar zihinlere kazınmaya çalışılmaktadır. Bu çalışmaların Türk dünyası için çok büyük tehlike arz ettiği kanaatindeyiz.

Sonuç olarak “Kur’an’a ve dinin özüne dönüş” gibi kulağa ve gönle hoş gelen sözlere kanarak bin yıllık bir tecrübeyle oluşmuş kültürel değerleri “bid’at” ithamıyla hayatın dışına itmek Türk dünyası için büyük tehlikedir. Bu tehlikenin farkında olarak İbrahim suresinin dördüncü âyetinde verilen mesaj doğrultusunda bir anlayış yeniden ihya edilmeli ve asırlarca İslam dininin en güzel anlayış ve yaşantısının örnekliğini sergileyen Türk milleti için bunun bir beka meselesi olduğu unutulmamalıdır.

Soru ve cevapları takiben Ocak başkanı Prof. Dr. Nedim Ünal tarafından kendisine Şükran Beratı takdiminden sonra konuşma tamamlandı.